11 Ağustos 2024] Bu açıdan olimpiyatların Louvre’a ya da British Museum’a gitmekten bir farkı yok. Her şey var orada. Böyle evrensel bir sergi. Küçümsemeyelim, ötelemeyelim. Dünya hem güzel hem korkunç. Hayat hem güzel hem korkunç. Olimpiyatlar insanlığın güzel yanı. Güzel yanlarından biri. Ukrayna ve Gazze savaşlarının olabildiği bir yeryüzünde, yapılmamalı değil. Bilhassa yapılmalı, çünkü olanca dehşetin karşısında buna muhtacız. Halkları, coğrafyaları, insanlığın bütün renklerini iki hafta süreyle bir araya getiriyor. Bir sığınak, bir tür hac, Ortaçağ Hıristiyanlığında “Tanrının Barışı,” Antik Olympia’nın ve İslâmiyet öncesi Mekke’nin herkesin barış içinde gidip gelebildiği panayırları.
“Kötülük olduğu sürece iyilik olmasın. Çirkinlik olduğu sürece güzellik olmasın. Eşitsizlik olduğu sürece eşitlik illüzyonu yaratılmasın.” Bu nasıl bir mantık? Nasıl bir sektarizm? Nasıl bir “tek yol”cu indirgemecilik? Uygarlığın (devletli toplumların) başlangıcından beri, yani yaklaşık 5000 yıldır, orada burada böyle parçalı iyiliklerin, güzelliklerin, eşitlik anları ve adacıklarının olmasıdır ki, daha fazlası için umut veriyor insanlara. Çinli kadın atlamacı Quan Hongçan’ı izlediniz mi? 2020 Tokyo’da 10 metre kulede birinci geldiğinde henüz 13’ündeydi. Şimdi “büyüdü” (!), yani 17 yaşında. 2024 Paris’te korudu ünvanını. Finaldeki “turna pozisyonunda [pike position] öne doğru üç buçuk perende”siyle, istisnasız
bütün hakemlerden 10 aldı. “Kusursuz atlayış” diye geçiyor internette (a perfect dive). Videosunu seyredin, görmediyseniz. Ya da Quan’ın en tepedeki resmine bakın: Myron’un Discobolus’undan, Michelangelo’nun David’inden aşağı kalır yanı var mı? Ernest Hemingway’i şimdi daha iyi anlıyorum. Death in the Afternoon’unda (1932; Öğleden Sonra Ölüm), matador ile boğanın dansını, kütlelerinin birbiri etrafında dönmesini, kâh yaklaşıp kâh uzaklaşmasını kalıcı olmayan, uçup gidiveren bir heykeltraşî diye anlatmıştı (an impermanent sculpture) – bunca yıl sonra doğru hatırlıyorsam. Quan da kendi bedeni ve dönüşü, devinimiyle yaratmamış mı, yaratmıyor mu o anlık heykeltraşîyi? Peki, faydasız mı? Nasıl faydasız? Hangi faydadan bahsediyoruz? Ruhumuzu zenginleştirmiyor, derinleştirmiyor mu? İnsan olmanın gururu ve mutluluğunu hissettirmiyor mu, biraz olsun? Her birimiz bu estetiği alıp, bu yoğun, maddeleşmiş emeği alıp, çalışarak başarma ve kazanmanın bu somutluğunu alıp kendi işimize, kendi hayatımıza, kendi ahlâkımıza taşıyamaz mıyız?
Madalyonun diğer yüzünde, evet, eşitsiz bir dünyada yaşıyoruz ve bu eşitsizlik spora da yansıyor. İsterseniz şöyle diyelim: Her türlü insan faaliyeti mevcut eşitsiz iktidar ilişkileri içinde cereyan ediyor; fırsat ve olanakların dağılımındaki adaletsizliğe rağmen kendine bir yol bulmaya çalışıyor. Olimpiyatlar da bunun dışında değil; gene bir zıtlığı, diyalektik bir çelişmeyi içinde barındırıyor. Bugün Pazar, 2024 Paris’in son günü. Erkenden kalktım ve mevcut durumun bir dökümünü yaptım, tek tek saydım madalyaları. Şöyle bir tablo çıktı (tabii bugünküler hariç): (a) 205 ülke/takım katılmış. (b) Toplam 315 altın madalya için mücadele etmişler. (c) Bunların 77’sini iki ülke götürmüş (39 Çin ve 38 ABD). (d) Sonraki sekiz ülke 18-11 arasında değişen sayıda ve toplam 115 altın; (e) onlardan sonraki dokuz ülke de 9-4 arasında değişen sayıda ve toplam 52 altın kazanmış.
Başka bir deyişle, 315 altın madalyadan 244’ü, 205 ülkeden 19’u arasında paylaşılmış. Gerisi şöyle sıralanıyor: (f) 3-2 altına ulaşan 19 ülke (toplam 46 altın); (g) tek altında kalan 25 ülke (toplam 25 altın); (h) sadece gümüş ve bronz madalyalar kazanabilen 28 ülke (Türkiye dahil); (i) hiç madalyasız 114 ülke. Bir yönüyle, aynen dünyadaki bütün diğer eşitsizlik ve hiyerarşilerin sıralanması gibi. Diğer yönüyle: Gelmişler, yarışmışlar ellerinden geldiğince; bu kadar yapabilmişler. Gelmeseler miydi, yarışmasalar mıydı, karışmasalar ve kaynaşmasalar mıydı? 1896 Atina Olimpiyatlarına sadece 14, İkinci Dünya Savaşı sonrasında 1948 Londra’ya 59, 1952 Helsinki’ye 69, 1956 Melbourne’a 72, 1960 Roma’ya 83 ülke katılmış. Oralardan gelip Tokyo ve Paris’te 200’ün üzerine çıkıyoruz. Bu da insanlığın (tabii zigzaglı) gelişiminin bir parçası değil mi? En önemlisi, 1950’lerden başlayıp 60’larda hız kazanan dekolonizasyon hareketini yansıtmıyor mu? 1945’te Birleşmiş Milletler de 50 ülkeyle kuruldu; bugün 193 tam üyeyi kapsıyor.
Eşitsiz gelişim (uneven development) böyle bir şey. Tarih boyunca imparatorlukların tâbi (barbar) halkları metropolden, efendilerinden öğrenip bağımsızlığa kavuşuyor. Yoksullar kendi “yerli ve millî” içlerine kapanarak değil, açılarak, katılarak, evrenselleşerek varsıllardan öğreniyor ve bütün zorlukları altederek, küçük başlayan ama büyüyen ve daha da büyüyecek olan başarılara ulaşıyor.