Otoriter rejimlerin en olumsuz tarafı, sadece kendilerini destekleyen kitleleri keskinleştirmek değil aynı zamanda kendilerine muhalif olan kesimleri de keskinleştirmesi, radikalleştirmesidir. Sonuç itibariyle, otoriter rejimler, diktatörlükler bir taraftan muhaliflerini radikalleştirirken diğer taraftan radikalleştirdikleri muhaliflerini gerekçe göstererek uyguladıkları baskıyı meşrulaştırmaya çalışırlar. Ancak bu konuda önemli bir istisna var; İran.
İran, 1979 İslam Devrimi ile o dönemin popüler anti-emperyalist, anti-kapitalist söyleminden de etkilenerek, bir başka sorunlu yönetim olan Şah rejimini devirmişti. Soğuk Savaş’ın devam ettiği bu dönemde, sol hareketler için her ne kadar “İslam devrimi” olması nedeniyle mesafeli durulması gereken bir “devrim” olsa da, hem sol hem de İslamcı ideolojiler için ilham verici bu devrim olmuştu.
Ancak…
Ancak, Şahlık rejiminin İran’daki problemli yönetimine karşı İran’daki sol, seküler-laik ve İslamcı kesimler birlikte hareket etmiş olsa da, devrimden kısa bir sonra mollalar yönetimi ele aldı ve İran’da dindar kesim dışında kalan her kesim için İslam devrimi bir hayal kırıklığı haline geldi. O gün bugündür İran’da rejimden yana olmayan herkes, devrime destek veren İranlılardan oluşuyor olsa da hain, iç düşman, Amerikan ajanı…
İran’daki devrimin hayal kırıklığının derin olmasına rağmen rejim, biri dini biri siyasi olmak üzere iki otorite tarafından ama en fazla ağırlığın dini otorite elinde devam ettiği, otoriter ve hatta diktatörlük diyebileceğimiz bir rejim olarak varlığını sürdürüyor. İran aynı zamanda bölgede “Sünni dünya ile çevrilmiş Şii azınlık psikolojisini” de araçsallaştırarak 79’dan bu yana İran içinde baskıcı rejimini sürdürüyor. Kendisini bölgede söz sahibi bir aktör olarak göstermek için “İslam Cumhuriyeti” vurgusunu oldukça araçsallaştırıyor.
Sonuç olarak İran rejimi, “içerideki hainler, dışarıdaki düşmanlar” savıyla kendi baskı rejimini ayakta tutmaya çalışırken tüm performansını rejimi korumaya ve ihraç etmeye çalışırken bir başarıya ulaşmadı ama bir şekilde rejimi de korudu. Ancak o yıkılmaz rejim çok ciddi yaralar da aldı; özellikle İran’ın dini gerekçe göstererek uyguladığı baş açma yasağı, alkol yasağı, sanat yasağı… bu ve benzeri gibi yasaklar ve yasakları kontrol etmek için kullandığı “ahlak zabıtaları” eliyle İran’daki dindar oranı düştükçe düştü.
En hafifi zorla “dini ahlaki eğitime tabi tutma” en ağırı idam olan yaptırımlar ile rejim, tüm muhaliflerini sindirmeye çalıştı. Ancak tüm bunlara rağmen İran’da bir kesim muhalif, bu kaba ve nobran baskı rejimine aynı şekilde şiddetle değil sinemayla, sanatla cevap verdi ve bugün İran’la ilgili en güçlü şey nedir diye sorsanız, size Ayetullah Hamaney, uranyum zenginleştirme projesi, velayeti fakih doktrini vesaire değil Mecid Mecidi, Asgar Ferhadi, Abbas Kiyerüstami gibi yönetmenlerin isimlerini, filmlerini, filmlerinin oyuncuları sayarlar çünkü İran baskı rejimine rağmen İran’da radikalleşmemiş, şiddete başvurmamış ancak haklı muhalefetini en zarif yöntemle dile getirmiş bir İran sineması var.
İran rejimi de sinemanın kendisinden büyük olduğunun farkında ki, “İranlı tanınmış yönetmen Saeed Roustayi, İran’daki rejimi eleştiren “Leyla’nın Kardeşleri” filmiyle geçen sene Cannes’ta Altın Palmiye için yarıştı, FİPRESCI ödülünü kazandı. İran mahkemesi ise Roustayi ve filmin yapımcısı Noruzbegi hakkında kararını açıkladı: “İslami sisteme muhalefet propagandasına destek vermek” suçlamasıyla 6 ay hapis ve 5 yıl film çekme yasağı. 9 gün hapiste kalacak olan Roustayi ve Noruzbegi, cezanın kalan kısmında “milli ve ahlaki sinema eğitimi” alacak.”
Dünya değişiyor, değişmez denilen Ortadoğu bile… Katar, düne kadar “malayan, şeytan işi” denilmesine rağmen bugün Dünya Kupası’na ev sahipliği yapıyor, BAE dünyaya açılıyor, Suudi Arabistan, radikal din anlayışıyla mücadele etmeye çalışıyor ve bu ülkelerin hiçbirisi “dinden çıkmıyor” aksine dinin bu dünyada yaşanılabilir bir hale gelmesinin önünü açıyor, çok ciddi eksikleri olsa da. Ve farkındaysanız dini referansla yönetilen bu ülkeler dünyaya ayak uydurdukça güçleri artıyor. İran ise eline geçen fırsatı dini baskıcı göstererek aksi yönde heba ediyor. Niye? Çünkü İran ve benzerleri için aslolan İslam değil rejimdir. İslam orada sadece bir bahane olarak işlevsel yönüyle kullanılan şeydir.
Müslümanların geç de olsa fark etmeleri gereken bir şey var; din arkaik, dünyayı insana yaşanmaz kılan, hep geçmişe referansla yaşanan bir şey değil. Aktif, kendini yenileyen elbette asli unsurlarını terk etmeden, insanın halife kılındığı dünyada insana yaşam imkanı sunan dinamik bir şeydir.
Bugünün dünyasında İran gibi kötü bir rejime meşruluk kazandırmak için dini baskı unsuru olarak kullananlar, hem kendileri kaybedecek hem de dindarlık oranları düşecek, örneğin İran’da her geçen yıl, bir önceki yıla göre dindarlık oranı düşüyor, inançsız insan oranı artıyor. İran rejimi güçlü olduğunu zannediyor ama baskı, rejimleri güçlü yapmaz, güçlü olsaydı birkaç saatlik bir sinema filminin kendisini kırılgan hale getireceğinden endişelenip tüm gücüyle sinemayı hedef almazdı.
İran rejimi, sürekli olarak halkının yaşadığı maddi ve manevi yoksunlukları, Batı’nın kendilerine uyguladığı ambargoları, dış düşmanları, iç hainleri gerekçe göstererek sindiriyor. Ya farklı bir senaryo olsaydı; bugün kendisine uygulanan ambargolar meşru görülen İran, kadınları örtü ile baskılamak, insanların yaşam tarzlarını kontrol etmek, beş yıl film çekmeyi yasaklamak, baskıcı bir rejim kurmak vs. yerine bunlara izin verseydi, kamuoyu önünde en ağır ambargolara maruz kalması meşrulaşmaz ve normalleşme, belki kapılarını dünyaya açma ile hem ambargolardan kurtulur hem de maddi zenginlik elde ederdi. Ama yapmadı. Yapmaz. Çünkü o zaman yoksunluk içindeki halkı korkutarak kendisine mecbur bırakacak, gerçekte var olmayan korkutma aparatlarını kaybeder.
Şöyle de düşünebiliriz; rejimler bize vatan, bağımsızlık, güven, dini referansla dünyada manevi statü ahirette makam mevki sunuyor. Sinema ise bize dünyada birkaç saatlik bir düşünme imkanı ya da birkaç saat üzerine konuşacak fırsat sunuyor. Şu durumda, sinemanın rejimlerin vaat ettiği vatan, bağımsızlık, yerli ve milli her şey, dünya ve ahret saadeti gibi vaatlerle yarışamaması gerekirdi, öyle değil mi? Ama sinema hepsiyle yarışıyor ve hepsini de yeniyor, niye?
Çünkü çok fazla vakit, emek ve hatta çok ciddi para harcanarak oluşturulan şiddetin, baskının, din istismarının, propagandanın karşısına en mütevazı haliyle, en cüzi kaynaklarla çıkıyor olsa da onun silahı yenilmez olanlardan; çünkü haklılar ve haklılıklarını en doğru yöntemle dile getiriyorlar. İran ve İran gibi rejimlerin unutmaması gereken şey, İran sineması ve az sayıdaki benzeri muhalif karşısında haklılık denen, dinin, Allah’ın gözettiği erdem karşısında zaten kaybetmiş ve hep de kaybedecek olmalarıdır. Kendileri kaybederken, yasaklama zorunluluğu hissettikleri İran sineması kazansa da totale baktığımızda, İran ve benzeri rejimlerin, dine de kaybettiriyor olmaları sadece bir paradoks olarak kalmaz, Müslümanlar için oldukça büyük bir kayıp olarak ortaya çıkar. İran’ın bunu dert etmediği aşikar da, merak ediyorum Müslümanların şimdilerde böyle bir derdi var mı?