Antik şehirler kurulurken, müdafaa konseptine göre kurulurdu. Denebilir ki, müdafaa mevhumu, şehir mevhumunu önceler. Yani şehrin müdafaa ihtiyacının ürünü olarak doğmuş olması ihtimali, önce doğmuş sonra müdafaası için kafa yorulmuş olması ihtimalinden daha yüksek olabilir. Bugün ise şehir ile müdafaa arasında bir ilişki kurmak imkânsız. Günümüzde, toplamda milyarlarca insan barındıran sayısız şehirde, şehrin müdafaasına dair herhangi bir yapısal alamet, mesela surlar yok. Ya tamamen yıkılmışlar, birçoğunda ise —mesela Kuzey Amerika şehirlerinin kahir ekseriyetinde— zaten hiç olmamışlar. Bin yıl önceki Viyana’dan birisini getirip California’nın veya Buenos Aires’in kenar mahallelerine bırakabilsek, bizim aklımıza bile gelmeyecek endişeler yaşayacağını tahmin edebiliriz yani.
Marks sınıf konseptini, aralarında geçirgenlik olmayan sosyal tabakaların sahiden mevcut olduğu bir dönemde şehvetle kullandı. Artık aristokratlığın eski hükmü kalmamıştı ama hâlâ aristokratlar vardı. Aralarına katılamazdınız. İnsanların doğuştan belirli imtiyazlara sahip olabileceği/olabildiği, ne yaparlarsa yapsınlar o imtiyazlarının zarar görmeyeceği, diğerlerinin de ne yaparlarsa yapsınlar o imtiyazlara sahip olamayacağı fikri, binlerce yıl boyunca, herhangi bir meydan okumayla karşılaşmadan, herkes tarafından —gönüllü veya değil— kabul edilerek, mevcudiyetini sürdürdü. Bugün hâlâ bazı soylu unvanları yaşasa da, hâlâ sosyal tabakalar olsa da, “insanların fiillerinden bağımsız imtiyazlar” fikrinin hayatta olmadığını söyleyebiliriz.
Bu uzun ve sıkıcı girizgâha ihtiyaç duydum, çünkü yakın bir gelecekte, bugün sorgusuzca kabul ettiğimiz pek çok şeyin tarihe karışacağından şüphem yok. O şeylerin envanterini çıkarabileceğimi zannetmiyorum ama mesela çalışmak —demek ki emek— ve diplomanın yarın hiçbir mana taşımayacak şeylerden ikisi olduğunu söyleyebilirim. Dolayısıyla emeği ve diplomayı kutsayanların, tarihin akışına çaresizce direniyor olduklarını da…
Böyle bakınca, günümüz medeniyetinin en ileri karakollarında ikamet ediyor gibi görünen, kendilerini öyle görenlerin —yani mesela ABD demokratları ile Türkiye’de CHP’nin kemik seçmeninin— miadını çoktan doldurmuş, musalla taşına yerleştirilmiş mevhumların cenaze namazının kılınmasını engellemeye çalışan kesimler olduğunu söylemek mümkün.
Bunu söylerken ne ABD demokratlarına, ne CHP’ye ve ne de CHP seçmenine herhangi bir ofansif duyguya yaslanmıyorum. Karşıdan gelen dalganın mahiyeti ve motivasyonu hakkında son derece manasız çıkarımlarda bulundular ve kendilerini, ister istemez, istihdamı ve diplomayı müdafaa eder bir pozisyonda sıkışmış buldular.
Karşıdan gelen dalga? ABD’de Trumpçılar veya Türkiye’de Erdoğancılar, “artık yeter, emeğe ihtiyaç yok, üretimi insansız gerçekleştirebiliriz, hadi yapalım” demiş miydiler? Elbette hayır. Mesele şu ki, emeğe endeksli paylaşım sistemi, orta sınıfların daha da genişlemesini ve derinleşmesini sağlayamayacak durumdaydı. Çünkü üretim giderek emekten bağımsızlaşıyordu. Dolayısıyla alttakiler, sistemin kendileri için bir çıkış sağlamayacağını, üsttekilerden önce ve daha sarahatle hissettiler. Üsttekilere karşı taarruza teşebbüs ettiler. Müesses nizam karşısında yenildiler, yeniden denediler. Sonunda koçbaşı olarak Trump’ı, Erdoğan’ı filan buldular.
Yüzeyde konuşulan her ne olursa olsun, ister HDP’nin aday çıkarıp çıkarmayacağını, ister siyaset bilimcilerin manasız mektubunu konuşalım, esasen mevcut sistemin sürdürülemezliğinin sancısını yaşıyoruz. Dünyanın dört bir yanında mektepli çocuklar, daha çok istihdam yaratarak daha geniş kesimlerin oyuna katılması ve sosyal tansiyonların düşmesi için türlü çeşitli cambazlıklar yapıyor, kamu kaynaklarını istihdam yaratılmasını teşvik için seferber ediyorlar. Böylelikle alıştıkları, bildikleri düzenin devamı için alıştıkları, bildikleri işleri işliyorlar. Hâlbuki aynı teşvikler otomasyona tahsis edilse, kısa süre içinde üretim için insan emeğine ihtiyaç kalmayacak bir otomasyon seviyesine ulaşılabilir gibi görünüyor. Emeğe ihtiyaç kalmayınca, kıt kaynak olan “iş”in kime tahsis edileceğini belirlemek dışında bir fonksiyonu kalmamış olan diplomaya da ihtiyaç kalmayacak.
Yani ne olacak?
Bugün —bir vakitler şehirlerin kuruluşuna sebep olan sosyal gerilimlerden nasıl bihaber olarak— bazı şehirlerin muhtelif yerlerinde gördüğümüz sur kalıntılarına baktığımızda ne hissediyorsak, birkaç on yıl sonra birileri de sendika mücadelelerine, istihdam teşviklerine veya üniversite kalıntılarına baktıklarında aynı şeyleri hissedecekler.
İnsanlığın meselesi, tarihin akışı istikametinde hareket eden kesimlerin Trump, Erdoğan gibi öznelerin insafına terk edilmiş olması. Tekrarlayayım, mezkûr kesimler, “a tarih şu istikamette hareket ediyor, ben de katılayım” filan diyor değiller. Tarihin akışını dondurmaya, hiç değilse yavaşlatmaya çalışanlara karşı bayrak açmaktan başka bir dertleri olmadığı aşikâr.
Yani?
Daha çok istihdam yaratarak, daha çok liyakat lafı ederek müdafaa edilemeyecek bir hatta kurulmuş manasız bir barikatta mücadele veriliyor. Yaratılan istihdam, ücret vermeyi meşrulaştırmak için icat edilmiş manasız işlerden ibaret. Ortada liyakat denebilecek bir şey de hanidir yok. Hepimiz aşınmış ezberleri tekrarlayarak hayatımızı geçiriyoruz.
Hâlbuki… Başka türlüsü mümkün.