Geçen hafta İsrail’in güneyinde, El Naqab çölünde bulunan Side Bukir tatil tesislerinde 6 devletin dışişleri bakanlarını biraraya getiren çok ilginç bir toplantı yapıldı, bunlar ev sahipliği yapan İsrail’in yanı sıra ABD, Mısır, Fas, BAE ve Bahreyn dışişleri bakanlarıydı.
Bu toplantıyı ilginç kılan, yada katılımcıların ‘tarihi’ diye betimlemesinin sebebi Araplar ile İsrail arasında 74 yıldır süregelen bir düşmanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir toplantı olmasıydı. gerçi daha önce de bazı Arap ülkeleri ile İsrail arasında normal ilişkiler kurulmuştu, 1977’de Mısır’la başlayan normalleşme hamleleri, uzun aralıklarla devam etmiş ve geçen birkaç yıl itibariyle 22 Arap devletinden altısı İsrail ile normal ilişkiler kurmuş, başkaları da, bazıları gizli olan görüşmeler gerçekleştirmişti. Suudi Arabistan, Uman Sultanlığı ve Tunus bunlardan birkaçı.
Gerçi Side Bukir toplantısından kayda değer hiçbir sözleşme veya anlaşma gibi somut bir sonuç çıkmasa da, 4 arap ülkesi temsilcilerinin burada sadece buluşması bile büyük bir olaydı. Ve bunun arkasının da geleceği, bir tür ortak siyasi, ekonomik ve güvenlik platformuna dönüşeceği sinyalleri verildi. Toplantının İsrail devletinin kurucusu David Ben Goryon’un mezarı yakınlarında yapılması ve altı dışişleri bakanının elele tutuşarak kameralara poz vermesi gibi sembolik öğeler de her tarafa yöneltilen önemli mesajlar içeriyordu.
Medyaya verilen açıklamalarda terörle mücadele, İran’dan gelen tehlikeler ve ortak ekonomik çıkarlar ağırlıklı olarak vurgulandı. Ürdün Dışişleri Bakanı da çağrılmış ama gündeminde başka bir toplantı olduğu gerekçesiyle katılmamıştı.
Katılan ülkeler arasında bütün konularda ortak bir görüş de yoktu. Mesela İran konusunda Mısır ve Fas’ın Tahran ile bir sorunları olmadığı için İsrail ve öteki iki Arap ülkesinden mesafeli bir tutum gösterdiler, toplantıda Filistin konusu tamamen gündem dışı olmasına rağmen, Mısır ve ABD dışişleri bakanları açıklamalarında Filistin’e yer verdiler.
Belkide bu toplantıyı mümkün ve acil kılan iki can yakıcı konu, Ukrayna savaşı ve doğurduğu yeni küresel kutuplaşma ve ABD ile İran arasında nükleer sorunu müzakerelerinin sona yaklaşması.
Birinci konuda İsrail ile 4 Arap ülkesi ABD ve müttefiklerinin Rusyaya karşı sert tutumuna katılmadılar, hatta bunlara toplantıya katılmamış olan bütün Arap ülkelerini de ekleyebiliriz. Özellikle de petrol üreticisi ülkeler Batı blokunun petrol üretimini arttırma taleplerini ellerinin tersiyle geri çevirdiklerini düşündüğümüzde, yani Rusya’ya yönelik ekonomik ambargoya katkıda bulunmadıkları göz önünde tutulunca, ABD ile ne kadar ters düştükleri açık bir şekilde görülüyor.
İkinci konuda ise İsrail ve Körfez ülkeleri, ABD ile birebir ters düşüyorlar ve bu da Ukrayna konusunda Batı’ya mesafeli durmalarının önemli nedenlerinden birini oluşturuyor. Ve daha genel olarak ifade etmek gerekirse bu ülkeler ABD’ye şöyle diyor: Madem İran’la yaklaşmakta olan sözleşmeyle bizim güvenlik kaygılarımızı gözardı ediyorsunuz, biz de Ukrayna konusunda Rusya’ya karşı sizinle saf tutmak istemiyoruz.
Aslında bu tutum tepkisel ve bir nevi baskı oluşturma hedefi güdüyorsa da, daha temel bir faktöre dayandığını da varsayabiliriz. Bu rejimlerin nerdeyse içgüdüsel olarak kendilerini, şekillenmekte olan yeni küresel kutuplaşmada otoriter Rusya’ya daha yakın hissetmelerini normal görmeliyiz. İsrail dahil bütün Arap ülkeleri, Rusya ve Çin gibi baskıcı rejimlerin yönettiği ülkelerin yanında kendilerini daha rahat hissedeceklerdir.
Tabii bu arada bu tutumlarıyla, Rusya’nın savaştan yenik çıkma ihtimaliyle orantılı bir risk aldıkları da bir gerçek. Ama şöyle yada böyle Batı ile bu soğuk süreçten sonra, yeniden iyi ilişkiler içinde olabileceklerini varsayıyor olmalılar. Batı yakasında nasıl olsa her birkaç yılda bir yönetim değişiyor, Biden yönetimiyle olası soğuk ilişkiler ondan sonra gelecek olan yönetimle telafi edilebilir. Hesap böyle olunca sözkonusu riski fazla abartmamak gerekir. Bu rejimlerin zaten en büyük korkuları (Arap Baharı’nda tavan yapan) kendi halkları olduğu için dış ülkelerle ilişkilerinde zorlanmadan tutum değiştirebiliyor, eski düşman ülkeler kolayca dost ve daha ötesi müttefik bile olabiliyorlar. Bunun en belli örneği de İsrail ile olan ilişkileri.
Aslında öteden beri İsrail ile gerçek anlamda bir düşmanlıkları yoktu, ama radikal güçlerin etkisiyle ve korkusuyla İsrail’e karşı cephe almak zorunda kalıyorlardı. Zaten BAE dışişleri bakanı Side Bukir toplantısından sonra verdiği açıklamalarda bunu açıkça dile getirerek, ülkesinin ‘İsraille ilişkilerde 43 yıl geciktiğini ve artık bunu telafi etme zamanının geldiğini’ ifade etti.
Bunun tipik örneğini Suudi Arabistan’ın geleneksel siyasetinde görebiliriz. Kendilerini ‘radikal’ olarak tanımlayan diktatör rejimler ise, başta Filistin davası olmak üzere, diğer ideolojik sloganlar ve toplumsal sorunlarda da bazı siyasi güç odaklarını kullanarak ve istismar ederek sürekli ‘ılımlı’ rejimleri şantaj altında tutup maddi rant elde ediyorlardı. Bunların en belirli örneği Suriye’de Hafız Esed rejimiydi. Her başı sıkıştığında ya da maddi kaynaklar gereksindiğinde Şam’da bir milliyetçi veya solcu yada İslami, kendi ülkelerinde muhalif konumdaki siyasi akımlardan oluşan bir toplantı düzenleyerek istediğini elde edebiliyordu.
Şimdi zamanda 45 yıl kadar geri dönerek, Arap – İsrail ilişkilerindeki normalleşme sürecinin nasıl başladığına dair kısa bir şekilde göz atmakta fayda var, ki nerden nereye gelindiğini daha iyi anlayalım.
19 kasım 1977 günü eski Mısır cumhurbaşkanı Enver Sedat’ın uçağı Tel Aviv’de Ben Goryon Havalimanı’na indi. Bütün Arap dünyası ayağa kalktı, hükümetler bu olayı sert bir dille kınarken Arap halkları da sokaklara dökülerek Sedat’ı hain ilan ettiler. Nitekim 4 yıl geçmeden bu işin bedelini 1981 yılında hayatıyla, Mısır ordusundan İslamcı bir erin attığı kurşunlarla ödeyecekti.
1979 yılında Mısır ile İsrail arasında bir barış anlaşması imza edildi, buna göre Mısır işgal altındaki Sina yarımadasını yeniden alacak, iki ‘eski düşman’ arasında normalleşme adımları başlayacaktı. Buna karşılık Mısır Arap Dünyası’ndan tamamen izole edildi, Arap Ligi’nden kovuldu ve bu ligin resmi merkezi Kahire’den çekidi.
Mısır, Arap milliyetçiliği nezdinde bir tür Arap dünyasının liderliği konumundan Arapların dışladığı bir ülke konumuna düşerken, boş bıraktığı liderliği kapmak için Suriye’de Hafız Esed ve Irak’ta Saddam Hüseyin birbirleriyle yarışmaya başladılar. Her biri milliyetçi Baas partisinin düşmanlaşmış iki kanadından birinin başındaydı ne var ki ne Esed ne de Saddam Eylül 1970’te ölen eski Mısır ve Arap önderi Nasır’ın boş bıraktığı yerini doldurabildiler, ne de Suriye ya da Irak Mısır’ın Arap dünyasındki yerini alabildi.
Arap dünyası ‘başsız’ kalmıştı. Ama öte yandan ‘radikal’ diye nitelendirilen Arap ülkeleri (Suriye, Irak, Libya, Cezair, ve Filistin Kurtuluş Örgütü) liderleri ‘lımlı’ Arap ülkeleri rejimlerini, Mısır’ı izole etme konusunda hizaya getirmeyi başarmışlardı.
Sedat’ın öldürülmesinin ardından Hüsni Mübarek Mısırı’n başına geçti ve yavaş yavaş da olsa Mısır Arap dünyasına yeniden döndü, İsraille normalleşme sürecinden vazgeçmeden. İsrail’in Arap dünyasıyla normalleşme hayali bir süre daha Mısır’la sınırlı kalacaktı. Ta ki 1993 yılına kadar. ABD’nin girişimiyle ve Mısır’ın da katkısıyla İsrail, o yılda FKÖ ve ertesi yıl Ürdün ile iki barış anlaşması daha kotarabildi. Artık İsrail ile sınırdaş olan ve normalleşme sürecinin dışında kalan sadece iki ülke kalmıştı: Suriye ve Lübnan. İkisinin de İsrail işgali altında olan toprakları vardı ve ABD artık bu iki ülkeyi de barış ve normalleşme sürecine katılmaya ikna etmeye çalışıyordu.
O sıralarda Lübnan tamamen Esed Suriyesinin kontrolü altında olduğu için İsrail ile tek başına bir barış anlaşmasına gitmesi söz konusu değildi, Esed ise 1991’den itibaren İsrail’le barış görüşmelerine katılsa da bu konuda gerçek ve olumlu bir yaklaşımdan her zaman uzaktı. Bunu ilkesel bir tutum olarak görmek çok yanlış olur. Adam sadece olası bir barışla oluşacak yeni koşulların, rejiminin bekası açısından hiçbir yararı olmayacağı bir yana, aksine çok zararlı ve tehlikeli olacağını düşünüyordu. Rejiminin tek meşruiyet kaynağı olan milliyetçilik ve Filistin davası ortadan kalkarsa baskıyla yönettiği ülkenin gerçek sorunlarıyla karşı karşıya kalma durumu büyük riskler içeriyordu. Kendisinin zengin Arap ülkeleriyle oynadığı ayak oyunlarının benzerlerini artık onlar da ona karşı oynayabilirlerdi. Ya da artık idiolojik olarak iflas etmiş olacak bir Esed rejimi toplumdan gelebilecek tehlikelere karşı hazırlıksız yakalanabilir, baş etmekte güçlük çekebilirdi. Zaten her iki olasılığı da deneyimlemişti: bir yandan Saddam Hüseyin rejimi Suriyede Esede karşı birçok tehlikeli girişimde bulunmuş, öte yandan 1979 – 1982 yılları arasında Müslüman Kardeşler büyük bir silahlı ayaklanma gerçekleştirmişlerdi. Ayaklanmayı bastırmak uğruna Hama ve başka şehirlerde katliamlar yapmış, onbinlerce insanın canına kıymıştı. Buna benzer kabusları görmektense israille herhangi bir barışa ve normalleşmeye ayak diremek onun için daha az riskli ve daha karlı görünüyordu.
bu ‘barış ve normalleşme’ hamlelerinin sonuncusu İstanbulda Türkiyenin arabulucuğuyla, mayıs 2008’de yapılan müzakereledi, ve hiçbir sonuca varılmadan bitmişti.
Bu arada Filistin kurtuluş örgütü ile israil arasında 1993te imzalanmış olan barış anlaşması çok zor bir sürece evrilmiş, arada savaşlar çıkmış, ve bir türlü umut edilen bir barışa dönüşmemişti, yani Filistinliler açısından daha kötü bir durum ortaya çıkmıştı, ve bu kırılgan durum hala devam etmekte.
Mısır ve Ürdünle yapılan barış sözleşmeleri de inişli çıkışlı bir seyir içinde kalacak, ve kimilerinin ‘soğuk barış’ diye adlandırdıkları bir durum ortaya çıkacaktı.
Son olarak ABD eski başkanı Donald Tramp’ın girişimiyle ‘Abraham Anlaşmaları’ diye adlandırılan, İsrail ile Arap ülkelerinin arasında nihai bir barış ortamı yaratacağı iddia edilen sözleşmelerdi. İlk etapta BAE ve Bahreyn ile imzalanan anlaşmalara, daha sonra Sudan ve Fas da katılacaklarını ilan ettiler, sırada başka arap devletlerinin de olacağı söylenmiş, ve bunların başında Suudi Arabistanın olacağı tahmin ediliyordu.
Ama hiçkimse bu ‘normalleşme’ sürecinin 4 Arap ülkesinin dışişleri bakanlarının aynı toplantıda İsrail mevkidaşlarıyla buluşabileceklerini tahmin edememişti.
1996 yılında, israil başbakanı konumundayken Şimon Peres bir kitap yayımladı, adı ‘yeni Orta Doğu’ idi. Bu kitabında, küreselleşmenin altın devrinin de etkisiyle, yakın gelecekte orta doğuda inşa edilebilecek bir barış ortamından bahsediyor, ve bunun İsrail Teknoloji yetenekleri ile Arap petrol zenginliklerinin birleştirilmesi ile ortaya çıkacağını hayal ediyordu. Belki de Side Bukir toplantısı bu hayalin gerçekleşmesinin ilk adımı olabilir. Ama Arap – İsrail düşmanlığının temeli olan Filistinlilerin özgürlük hayallerinin tamamen gömülmesi karşılığında. Başka bir ifadeyle Peres, Yeni Orta Doğu hayalini kaleme alırken bile Arap Baharının akamete uğratılmasının ardından oluşacak olan şartların bu kadar İsrail lehine olabileceğini öngörememişti, İsrailin Arap ülkeleriyle olacak bir ortaklık karşılığında Filistinlilere bağımsızlık hakkını kabul etmesi gerekiyordu.