Orhan Pamuk, ‘ilk ve son siyasi romanım’ dediği Kar kitabını yayınladığında takvimler 2002 senesini gösteriyordu.
Henüz Nobel Edebiyat Ödülü’nü almamış olsa da, Türkiye’de ve dünyada en tanınmış ve en çok okunan yazarlardan biriydi.
Kitap, 12 yıldır Almanya’da siyasi sürgünde olan ‘Ka’ ismindeki bir gazetecinin, Türkiye’ye dönüşünden sonra bir söyleşi için gittiği, Pamuk’un ‘Türkiye’nin bir minyatürü olarak hayal ettim’ dediği Kars sokaklarında geçiyordu.
33 ay süren yazım süreci boyunca Pamuk birçok kez Kars’a gitmiş, şehrin sokaklarında gezmiş ve şehri hissetmeye çalışmıştı.
Orhan Pamuk, roman kurgusunu, yolları kar sebebiyle kapanmış olan Kars şehrinde küçük bir Türkiye modeli kurma üzerine hazırlamıştı.
Yani roman üç kelime etrafında kurgulanmıştı: Ka, Kar ve Kars.
Romanında yer alan siyasal İslamcı, Kemalist, Türk milliyetçisi, Kürt milliyetçisi vb karakterler üzerinden Pamuk, Türkiye’nin hem o yıllardaki güncel meselelerine, hem de geçmişten bu yana süregelen kadim problemlerine parmak basıyordu.
Orhan Pamuk’un siyasi roman anlayışı, karakterlere sadece kendi sesini katmaya değil, o karakterlerin temsil ettiği kimliklerin sosyolojisini, psikolojisini anlayabilmeye, empati yapabilmeye ve bunu o karakterden okura yansıtabilmeye dayanıyordu.
Ona göre, bir romanın başarılı olabilmesi, yazarın karakterleri anlayabilmesine ve okuyucuya o karakterin kendi kimliği üzerinden derdini anlatabilmesine göre belirleniyordu:
“Romancı, okurlarının bilmek, anlamak istemediği, hatta tehlikeli bir düşman olarak gördüğü ‘öteki’nin insanlığını da ortaya koymalıdır.”
“Bence siyasal romanın temel ikilemi ise, romanların insanları anlamak ile onlar hakkında ahlaki yargı verme gücü arasındaki çelişkisinde yatar. Sorun darbeci bir generalin ya da İslamcı bir teröristin ne kadar kötü bir insan olduğunu göstermek midir, yoksa onların neden öyle olduklarını anlamak mıdır? Bana göre romanlar, insanlar hakkında ahlaki yargılar vermek için değil, onları anlamak için yazılır.”
Bir gazeteci ile bir romancı arasındaki fark da buydu: Gözlemin yanına empatiyi de eklemek ve kendisinden farklı olan aktörler gibi de düşünebilmek.
Kar, tam bu noktada Orhan Pamuk’un Türkiye’yi ve Türkiye’deki çatışma halindeki çeşitli gruplarını anlamaya çalışması demek oluyordu.
Kitapta gazeteci Ka’nın Kars’a gitme sebebi, o yıllarda çarşaf ve başörtüsü ile okullarına gidemeyen kız öğrencilerin intiharlarının artması olarak anlatılıyordu.
Ka, bu intiharların sebeplerini araştıracak, Kars’ta çeşitli kesimlerden insanlar ile konuşacak ve röportajlar yapacaktı.
Kars’ta geçirdiği zaman sarfında şehirdeki Türk milliyetçisi, Kürt milliyetçisi, siyasal İslamcı, seküler insanlarla tanışacak ve onların gözünden bir Türkiye analizi yapacaktı.
Kar, sadece bir siyasi roman değildi; aynı zamanda bir aşk ve hakikat arayışı romanıydı da.
Pamuk’un kendisinden izler taşıdığını tahmin ettiğimiz Ka karakteri yıllarca yurtdışında sürgün hayatı yaşamış, aşkı ise Kars şehrinde gördüğü eski bir arkadaşında bulmuştu:
“… kendini bir Turgenyev romanının yıllardır hayalini kurduğu kadınla buluşmaya giden romantik ve kederli kahramanı gibi görüyordu.” (Kar, s.35)
Ayrıca Ka, Kars’ta bir tarikat şeyhi ile tanışmış ve ona hakikat arayışını haykırmıştı:
“Huzuruna çıkmam için ayakkabılarını çıkarmam, birilerinin elini öpüp dizlerimin üzerine çökmem gerekmeyen bir Allah istiyorum ben. Benim yalnızlığımı anlayacak bir Allah.” (Kar, s.93)
Orhan Pamuk, Kar kitabına daha sonradan yazmak zorunda kaldığı ‘Sonsöz’ bölümünde, kitabı yayınlamadan önce duyduğu endişeyi ise şu cümleler ile anlatıyordu:
“… yayıncıma telefon ettim ve üç senedir üzerinde çalıştığım romanı en sonunda bitirdiğimi söyledim. 1980’deki askerî darbeden sonra yarıda bıraktığım gençlik romanım, hayatımın iki yılının boşa gitmesi gibi bir sonuç vermişti. Şimdi aynı kaybı bir kere daha yaşamak istemiyordum. Acaba romanımı yayımlanmadan önce okuyup sakıncalı yerleri konusunda beni uyaracak bir avukat bulabilir miydik?
“‘Orhan, belki de abartıyorsun!’ dedi İletişim Yayınları’nın yöneticisi, arkadaşım Barış Kartal 2001 yılı Aralık’ında. ‘Türkiye artık eski Türkiye değil. Avrupa Birliği ile görüşmelere oturmak üzereyiz; düşünce özgürlüğü anlayışı gelişiyor. Ayrıca sen de dünyaca meşhur yazarımızsın. Kolay dokunamazlar sana. Bence bir şey olmaz.’
“‘Peki’ dedim, metni yayınevine yolladım.
İki hafta sonra yayınevinden beni gene aradılar: ‘Orhancığım, romanını okuduk, çok beğendik. Yalnız biraz endişelendik. Yayımlanmadan önce bir avukata göstermek için iznini istiyoruz.’”
Pamuk, daha sonra birçok davada avukatlığı yapacak olan Haluk İnanıcı ile böyle tanışmıştı. Onun önerisiyle, askeri gerçekliğe uymayan ve ‘tehlikeli’ olabilecek bazı kısım ve kelimeler romanın bütünlüğünü bozmayacak bir şekilde çıkartılmıştı Pamuk tarafından.
Pamuk o dönemki ortamı şu cümleler ile anlatıyordu:
“… gençlik yıllarımdan beri zaten bildiğim bir gerçeği şimdi de kendim yaşıyordum: O zamanki Türkiye’deki hukuk anlayışına göre (çok da fazla değişmedi aslında) bir metinde suç unsuru, metnin ruhundan, özünden değil, tek tek cümlelerden çıkardı. (Son Osmanlı padişahlarından despotluğuyla ünlü Abdülhamit zamanında, yüz yıl önce suç unsurları boya, burun, sakal gibi sayısız yasak kelimeydi.) Savcılar, bir romandaki Marksist, İslamcı ya da Kürt milliyetçisi militanın sözlerinden dolayı o kahramanı yaratan ve aynı fikirde olmayan yazarı suçlayabilir, hâkimler de aleyhte karar verebilirler, kitap toplatılabilir, hatta yazar –yeterince ünlü değilse– hapse bile atılabilirdi.
“Yayınevindeki arkadaşlarım kimsenin beni hapse atmayacağına inanıyorlardı. Bunları aramızda toplanıp konuşuyorduk. Ama bir dava açılabilir, mahkemelik olabilirdim. Bu dava boyunca, bir tedbir olarak –dava sonuçlanmadan önce okurlar zehirlenmesin diye– savcı kitabı toplattırabilirdi. Yayınevi romanın ilk baskısını yüz bin yapmayı düşündüğü için bizi en çok bu ihtimal endişelendiriyordu. Toplatılan kitaplar ancak üç beş yıl sonra, beraat kararı alınmışsa ve okunmayacak bir şekilde yıpranmış olarak geri verilirdi. Kitabı yayımlamak için bankalardan borç alan yayınevi hiç şüphesiz bu durumda iflas eder, suçlu da ben olurdum.
“Böylece yayıncım basılmış ama henüz dağıtılmamış kitapları, yayınevinin her zamanki merkezinde ve deposunda değil, kimsenin bilmediği gizli bir yerde saklamaya karar verdi. Kitap toplatma kararı çıktığı zamanlarda –askerî darbeler sırasında çok olurdu– yayınevine gelen polislerle hepimizin tecrübesi vardı. (Bir keresinde çeviri bir kitap toplatılırken ben de oradaydım ve duruma üzülen mahcup polislerin eşlerine –istek üzerine– kendi romanlarımı imzalamıştım.) Kitaplar uzak bir yere saklanırsa polisler onları bulup hepsini toplayamaz, böyle durumlarda pek çok kereler olduğu gibi, kitapçılar da yasaklanmış kitabı el altından satarlar, yayınevi de zarar etmezdi.“
Orhan Pamuk o dönemde çözümü romanını siyasi tarafına değil, duygusal tarafına ağırlık vererek tanıtmakta bulmuştu. Kitapla ilgili söyleşilerinde, tanıtım reklamlarında, programlarda ve seminerlerde romanın siyasi tarafından çok “aşk” tarafı öne çıkartılıyordu. Pamuk bu durumdan suçluluk duyduğunu hissettiğini ifade ettiği Sonsöz yazısında, kitabın yayınlanmasının ardından ilk zamanlar herhangi bir sorunla karşılaşılmaması hakkında ise şunları söylüyordu:
“Ama bir süre geçince, kitabın toplatılmadığını, bir dava konusu olmayacağını görüp rahatladık, korkularımızın abartılı olduğuna karar verdik. Kitap bir siyasi takımın hedefi olmadı. Savcılardan önce kitapları okuyup savcılara mektuplar yazan muhbir vatandaşlar ya da muhbirlerin işini gören köşe yazarları kitapla uğraşmadılar. Edebiyat dünyası, kitabın çok satması, yayınevinin yaptığı reklamın fazlalığı gibi şeylerle ilgilendi daha çok. Bunlar her zamanki hafif dertlerimizdi.”
Orhan Pamuk’a Kar kitabı hakkında ilk tepkiler, kendisinin de beklediğini söylediği üzere, kendi mahallesinden gelmişti. Pamuk, kendi mahallesi tarafından siyasal İslamcıları ‘şirin’ göstermekle suçlanıyor ve ‘Çarşaflı kadınları savunmak sana mı kaldı?’ tepkileri ile karşılaşıyordu:
“Türkiye’de roman okurlarının çoğunu oluşturan, dindar olmayan, Batılılaşmış kadın okurlar, başörtüsü taktığı için üniversiteye alınmayan kadınların anlaşılabilir dertleriyle ilgilendiğim için huzursuz oldular. Orta ve yukarı sınıf Batılılaşmış tanıdıklardan, aile dostlarından, ‘Orhan bu dincilere niye anlayış gösteriyor!’ diye sitemkâr ifadeler işittim o günlerde. Roman sanatının en temel ve en güçlü yanının, bizim gibi düşünmeyenlerin, bizim gibi yaşamayanların âlemini de dürüstçe anlamak, en azından anlamaya çalışmak olduğunu, böylece yaşayarak hissettim.
“Bir başka tepki de, televizyonlardaki tartışma programlarında binlerce kere konuşulmuş, herkesin bildiği ve bu yüzden sıkılıp usandığı bir konuyu –başörtüsü konusunu– ele almış olmamdı. Okurlar benden Benim Adım Kırmızı gibi, onları tarihe, başka âlemlere götürecek ya da Kara Kitap gibi, hayal gücümün esrarlı şeyleri ima edeceği bir şeyler bekliyorlardı; Türkiye’nin bitip tükenmez siyasi konuları herkesi bıktırmıştı. Bu okurların bir kısmı askerî darbelerin acımasızlığından, askerlerin şüpheli gördüklerine yaptığı işkencelerden söz ettiğim için tedirgin oldular ve bunu bana hissettirdiler. Bir yandan ‘modern, uygar ve Avrupai’ olmak isteyen, bir yandan da Türkiye’de laikliğin demokrasi dışı baskılarla, askerî darbelerle, sopa zoruyla sağlanabileceğine içtenlikle inanan bu kesimlerin ikilemleri, zaten Ka’nın ikilemleri olarak romanın içindeydi.“
Pamuk’a ‘karşı mahalle’den eleştiriler ise, İslamcılığı yanlış bildiği ve yanlış yansıttığı üzerinden gelmişti:
“Kitaplarımı çok daha az okuyan muhafazakâr ve İslamcı kesim tarafından ise daha basit ve küçümseyici bir tepki aldım. Nişantaşılı burjuva Ka ve onun arkadaşı Orhan, Türkiye’nin en yoksul yörelerindeki inançlı Müslümanları zaten hiç anlayamazlardı. Çok sık gösterilen bir örnek Lacivert’ti. Roman bu kahramanın ‘İslamcı’ olduğunu ileri sürüyordu, oysa hiçbir Müslüman, bir kadınla evlilik dışı bir ilişki kurmazdı. Ayrıca Lacivert’in hem ‘İslamcı’ olduğunu söylüyordum hem de onun siyaset için adam öldürdüğünü anlatıyordum. Oysa herkesin bildiği gibi, gerçek Müslümanlar siyaset için asla adam öldürmezlerdi vs. vs.
“Gene de İslamcı kesimin askerlerden çektiklerinden söz ettiğim için ben insani bir iş yaptığımı düşünüyordum...”
Orhan Pamuk’un Kar romanı ve kendisi hakkında yıllar sonra şekillenecek olan, her taşın altında bir bit yeniği arayan kesimlerin ‘İşte bu yüzden Orhan Pamuk’a Nobel ödülü verdiler’ diye ifade edeceği önyargının oluşması da o yıllarda gerçekleşti.
Eskiden Maocu iken daha sonra aşırı milliyetçiliğe geçen Doğu Perinçek liderliğindeki İşçi Partisi (şimdiki Vatan Partisi) üyesi bir grup kişi, Kars’ta kitap yayınlandıktan hemen sonra bir protesto gösterisi düzenledi.
İşçi Partisi Kars İl Teşkilatı tarafından gerçekleştirilen protesto gösterisine dair 1 Mayıs 2002 tarihli haber, şu ifadelerle gazetelerde yer almıştı:
“Orhan Pamuk’un “Kar” adlı romanına tepki gösteren, İşçi Partisi Kars İl Teşkilatı yöneticileri, kitabı kara çarşaf içine koyarak yayınevine postaladı.
“İşçi Partisi Kars İl Binası’nda bir basın toplantısı düzenleyen İşçi Partisi Kars İl Sekreteri Muharrem Yerli, romanın Kars dışında Ankara, İstanbul, İzmir, Bursa ve İzmit’te yaşayan Karslılar tarafından da protesto edileceğini ve kitabı hiç bir roman türüne koyamadıklarını iddia etti.
“Sekreter Muharrem Yerli, Orhan Pamuk’un 428 sayfadan oluşan Kar romanının, Türkiye’yi Avrupa’ya şikayet eden bir dilekçe olduğunu ileri sürerek “Kitapta Kars’taki evlerden, binalardan bahsederken, hep ‘Ermeni evleriydi’ diyor ve içinde oturan Karslıları da ‘kış uykusuna yatmış hayvanlar’ diye gösteriyor. Bu, sayfa 57’de mevcuttur. Ermeni lobisinin soykırım iddiasıyla ayakta olduğu ve Kars’ı savaş tazminatı olarak istemesi, romanın piyasaya çıkışına tesadüf ediyor” dedi.
“Muharrem Yerli, “Kürtçe eğitimin dillendiği bu günlerde Orhan Pamuk, hangi kahvehaneye, hangi lokantaya giriyorsa nedense hep işsiz Kürt’lerle karşılaşıyor. Sanki işsiz kalan sadece Kürt’ler, oysa burada 5 ayrı ırk var ve hepsi hemen hemen aynı oranda işlere yerleştirilmiştir. Roman boyunca aklı başında bir kahramana rastlayamıyoruz. Nerede bunak, nerede dönek, nerede yılgı, nerede ahlaksız varsa Orhan Pamuk getirip hepsini Kars’a doldurmuş” diye konuştu.
“Konuşmasında, kitaba kurgu diyenleri, kitabı bir daha okumaya davet eden Yerli, kitapta Atatürk heykellerinin burnunun kırıldığı, kafasının kırıldığı, yüzüne boya fışkırtıldığının yazıldığını, oysa Kars’ta böyle bir şeyin hiç görülmediğini söyledi. Yerli, “Tam tersine Orhan Pamuk’un bakire demediği Kars’taki genç kızlar, halılara ilmik ilmik Atatürk resmi işliyor. Orhan Pamuk şunu bilmeliydi ki her yıl haziran ayında, Damal Dağları’na Atatürk silueti düşüyor. ‘Hoş Gelişler Ola Mustafa Kemal Paşa’ türküsünün, Atatürk’e söylendiği biliniyor. Orhan Pamuk, Batıya; ‘Türkiye artık Atatürk’ü sevmiyor, heykellerinin kafasını kırıyor, yüzüne boya fışkırtıyor’ mesajını veriyor. Burada bir aşağılanma var. Kars’ın onuru kırıldı, şanlı tarihi ayaklar altına alındı. Orhan Pamuk bu kitabında Kars’ı ve Türkiye’yi batıya şikayet ediyor, Ermeni’lere neredeyse Kars sizin anayurdunuzdur diyor, babanızın evleridir diyor, gelip sahip çıkınız diyor. Orhan Pamuk 105’inci sayfada ise; ‘Eğer birinin yolu düştüyse Kars’a çek sifonu gitsin üstüne’ diyor. Kars’ı bir foseptik çukuruna benzetiyor” dedi.
“Orhan Pamuk’un bu romanını Kars’ta yazmasının bir manası olduğunu söyleyen Yerli, bu konuda da şöyle dedi: “Ama Kars’ı seçmesinin başka bir anlamı var. Kars hiçbir zaman siyasal anlamda İslamcıların eline geçmemiştir. Çarşaf bulunmamıştır. Çarşaflı kadınlara kendi de rastlamamıştır. Ama Orhan Pamuk’un Kars’ı seçmesindeki asıl amaç Ermenilerin gözünün yüzyıllardır Kars’ta olduğu bildiğinden onlara mesaj gönderiyor. Kitabında kendi ülkesinde mutluluğu bulamadığını, mutluluğun Batıda olduğunu söylüyor. Batıcı bir yaklaşım var. Atatürk’ü burada diktatör olarak gösteriyor. Atatürk’ün diktatörlüğünün 1950 yılından sonra kırıldığı söyleniliyor. 1950’ye kadar olan süreyi Atatürk’ün diktatörlük yılları olarak değerlendiriyor. Bu nedenlerle Orhan Pamuk’u ve kitabını piyasaya süren yayınevini protesto ediyoruz.”
“Muharrem Yerli, kitabı özellikle kara çarşaf içinde postalamalarının amacının ise, Orhan Pamuk’un kitabında sıkça bahsettiği kara çarşaflıların Kars’ta bulunmadığını, çarşafa konulacak tek şeyin ise “Kar” romanı olduğunu göstermek istediklerini vurguladı.”
http://www.habervitrini.com/isci-partisi-orhan-pamukun-kar-adli-romanini-protesto-etti/11799
Orhan Pamuk’a göre hedef tahtasına konulmasının sebebi, ‘herkes tarafından bilinen bir sırrı’ kitabında dillendirmesiydi:
“Önce, eskiden Maocu iken aşırı milliyetçiliğe geçen küçük bir siyasi partinin taraftarları, kitap yayımlanır yayımlanmaz Kars’ta bir basın toplantısı düzenleyip, romanı kara bir torbaya koyup bana geri yolladılar. Bu, kitaplarımın yakılmasına, davalar açılmasına yol açacak kampanyaların ilk habercisiydi. Suçum, bir zamanlar Kars’ta Ermenilerin de yaşadığından, bu milli sırdan söz etmiş olmamdı. Karslıların hepsi bu milli sırrı bildikleri için endişe yaratan şey, Kars dışında yaşayanların da bu sırdan haberdar olmasıydı.”
Pamuk, bu protestolar sonucunda kitabının ve kendisinin yanlış anlaşıldığını, kendisine gelen eleştiriler içerisinde en yaralayıcı olanın ise Karslılar tarafından yapılanlar olduğunu söylüyordu:
“Kar’ın karşılaştığı çeşit çeşit anlayışsızlıklar içinde kalbimi en çok kıranlar Kars’tan gelen tepkiler oldu. Gide gele tanıdığım ve içten bir sevgi duyduğum Kars halkına –kitabı okumayanlara, hiç kitap okumayanlara– beni ve romanı yanlış tanıttılar. Türkiye’de ya da demokrasisi kısıtlı Batı-dışı ülkelerin çoğunda, hoşa gitmeyen sözleri bastırmanın, yazarları susturmanın, şevkini kırmanın en yaygın yolları da bu çeşit yalan kampanyalarıdır. Herkes, çoğu zaman dostlarımız, tanıdıklarımız bile, şaşırtıcı bir şekilde bu kampanyalarda söylenenlere, sırf gazetelerde, radyolarda tekrarlandığı için bir süre inanır.”
“Romanı hiç okumamış, zaten hiç roman okumamış Karslıların kitap hakkındaki, benim hakkımdaki olumlu, olumsuz sözlerini yıllar boyunca her işittiğimde, tıpkı onlar gibi ben de, ‘Ama bu ben değilim’ demek istedim, ama rüyalarda olduğu gibi, sesim çıksa bile, bunun çok da bir şeyi değiştirmeyeceğini de hissettim. Bu duygu, kimliğimizin, kişiliğimizin elimizden çıkıp başka bir şeye dönüşmesi, yalnız benim değil, arkadaşım Ka’nın Kars sokaklarında gezinirken hissettiklerine de çok benziyor.“
Orhan Pamuk, kendisine Kars’ın demografik yapısını yanlış yansıtmakla ilgili gelen eleştirilere tek bir cümle ile cevap veriyordu:
“Ama ben de Kars’ı Türkiye’nin küçük siyasi bir minyatürü olarak hayal etmek istiyordum…”
Bu cümle, bir kurgu olarak yazılan romanını açıklamak zorunda bırakılan bir romancı üzerinden, Türkiye hakkında çok şey söylüyordu.
‘Eski Türkiye’ böyle bir yerdi. Romancıya romanındaki kurgunun bir kurgu olduğunu hatırlatmak zorunda bırakırdı.
2002’de AK Parti’nin başa gelmesi, AB reformlarının yapılması, demokrasi ve özgürlükler yolunda adımlar atılması ile ‘Yeni Türkiye’ye geçildi. Ama ‘Yeni Türkiye’, eskisinden ne kadar daha özgürlükçü, ne kadar daha demokratik, ne kadar daha serbest olabildi?
19 yıl sonra geldiğimiz noktada, bir romancının -artık Nobel Edebiyat Ödülü de sahibi olan dünyaca tanınan bir romancının- romanının kurgu olduğunu açıklamak zorunda bırakılması noktasında hiçbir ilerleme kaydedilemediğini görüyoruz.
Orhan Pamuk, 5 yıl üzerine çalıştığını söylediği Veba Geceleri’ni, tam da koronavirüs salgınının tüm dünyayı etkisi altına aldığı bir tarihte, 23 Mart 2021’de yayınladı.
Kitaba gelen ilk eleştiriler, tıpkı Kar romanından sonra olduğu gibi, ‘beklentinin altında sattığı’ türünden magazinsel iddialardı.
Fakat tıpkı Kar’ın yayınlanmasından sonra olduğu gibi, Orhan Pamuk, romanının ardından kendisi ile röportaj yapan gazetecilerin sorduğu sorulara bir aydın sorumluluğu ile net cevaplar vermekten kaçınmadı.
“Romancı Ahmet Altan, Osman Kavala, Selahattin Demirtaş gibi simge isimler var. Türkiye’nin hapiste yatan cesur insanları… Bu açık sözlü muhalifler, diğer bütün muhalif gazeteciler hapisten salıverilmedikçe, hapishaneleri dolduran sayısız siyasi mahkûm serbest bırakılmadıkça toplumun normalleşmesine, kendimizi iyi hissetmemize imkân yok.”
Sonrasında beklenildiği gibi kitapla ilgili tartışmaların fitilini Oda TV ateşledi.
Türkiye’de adını pek kimsenin tanımadığı, Sevda Kaynar isimli bir roman yazarı, konuk yazar olarak kaleme aldığı “Orhan Pamuk Atatürk ile dalga mı geçiyor” başlıklı yazısında, Orhan Pamuk’un Veba Geceleri kitabındaki ana karakterlerinden biri olan Kolağası Kamil’in Atatürk ile benzerliğini ‘deşifre’ etti.
Yazıda bu iddiaya kanıt olarak, Kolağası Kamil’in kitapta çocukluğunda evinin bahçesindeki kargaları kovaladığı gibi, okuyucularının aklıyla dalga geçen tezler sundu Kaynar:
“Kolağası Kâmil! (Kapak resminin sağ alt köşesinde belirtilen, tek madalyalı, dikkat edilmezse görülmeyen bir figür.)
“Yunan savaşından başka savaş görmemiş, tek madalyası olan, askeri okulu derece ile bitirmiş, annesinin ikinci evliliğinden dolayı ona kırgın, ince bıyıklarını yukarı doğru tarayan yakışıklı genç subay. Romanda onun için şu satırlar da var: ’Genç subayın o anda tarihin kendisine vereceği büyük rolü o sırada aklından geçirmediği…’
“Kolağası Kamil’in evinin bahçesinde çocuk iken kargaları kovaladığı da araya sıkıştırılmıştır. Hala anlamayanlar için. Vebanın korkunç boyutlara geldiği bir gün Kolağası Kâmil postaneyi basar, bütün telgraf sistemine el koyar. Ve daha sonra bir Rum bir eczacının amblemini taşıyan komik bir bayrağı sallayarak Komutan Kâmil olur, daha sonra da Cumhurbaşkanıdır artık.”
Oda TV’nin ardından, konuyu Hürriyet gazetesinin el değiştirdikten sonra performansıyla takdir toplayarak tepesine kondurulan Ahmet Hakan köşesine taşıdı:
“(…) Bütün bu tanımlamalara bakıp da… ‘Aaaa! Atatürk’ü anlatıyor’ demeyecek biri çıkar mı acaba? Tabii ki çıkmaz.
“Şimdi esas soruyu soralım: Orhan Pamuk’un Atatürk’le uğraşmasının amacı ne acaba? Ne yapmak istiyor?
“Çarşıyı mı karıştırmak istiyor? Kitabına ilgiyi mi arttırmak istiyor? Bir tür tersten pi-ar mı yapmak istiyor? Yurtdışına bir mesaj mı vermek istiyor? Atatürk sevgisinin yükselişe geçtiği şu süreçte bir nefret objesi haline mi gelmek istiyor? İç pazardan tamamen çıkmak mı istiyor? İkinci bir Nobel mi almak istiyor?
“Yoksa… Yoksa… Yoksa… Alacağı tepkileri öngörüp… Batı’ya ‘Burası işte böyle hoşgörüsüz bir ülke’ mesajı vermek için tuzak mı kuruyor?
“’Küçükken kargaları kovalardı’ detayına bile yer vererek Atatürk’le alay ettiğini tartışmasız hale getiren Orhan Pamuk’un niyeti ve amacı nedir?
“Genelde her şeyi çok hesaplı kitaplı olan Orhan Pamuk, neden Atatürk’e bulaşmayı tercih etti? Hangi hesap kitapla hareket etti?
Ve tıpkı Kar romanından sonra olduğu gibi, Orhan Pamuk kitabı hakkında bir açıklama yapmak zorunda kaldı.
Orhan Pamuk’un imzasıyla kaleme alınan kısa metin, kitabın yayıncısı YKY’nin sosyal medya hesabından paylaşıldı:
“Üzerinde beş yıldır çalıştığım Veba Geceleri’nde imparatorlukların küllerinden kurulan milli devletlerin kahraman kurucularına ve Atatürk’e hiçbir saygısızlık yoktur. Tam tersi, roman bu özgürlükçü ve kahraman önderlere saygı ve hayranlıkla yazılmıştır. Kitabı okuyanların göreceği gibi Kolağası Kâmil halkın sevdiği, her şeyiyle olumlu bir kahramandır.”
Elbette ki olay sadece ‘eleştiri’ boyutunda kalmadı. İzmir Barosu’na kayıtlı Tarcan Ülük isimli bir avukatın ‘Orhan Pamuk, Veba Geceleri’nde Atatürk’e hakaret ediyor’ iddiasıyla suç duyurusunda bulunması üzerine, İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Pamuk’a yeni kitabı hakkında bir soruşturma başlatıldı.
Bu noktada, Pamuk hakkında suç duyurusunda bulunan Avukat Tarcan Ülük’ün kim olduğuna biraz daha yakından bakmakta fayda var.
Ülük, 1989 yılında ANAP’lı olan, 2004’te DYP’nin İl Başkanı adayı, 2007’de MHP’den vekil adayı olan, 2009’da Ergenekon Partisi’ni kuran, 2011’de bağımsız vekil adayı olan, 2015’te MHP’den Aydın vekil aday adayı olan, 2018’de İyi Parti’den İzmir vekil adayı olan, 2018’de AK Parti’ye belediye başkan adayı olmak için başvuran ama reddedilen, 2019’da ise DP’den İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı adayı olan bir profil.
Ulusalcı gömleği ile siyasetteki oportünizmini birleştiren, her denemesinde başarısız olan ve istediği üne asla ulaşamayan bir ‘loser’ ile karşı karşıyayız.
Ülük’ün ismi daha önce kamuoyunda İzmir Mizah Festivali ve İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer hakkında açtığı davalar ile de gündeme gelmiş.
Ülük ayrıca şu anda -tahmin edilmesi zor olmasa gerek- Zafer Partisi’nin bir destekçisi.
Orhan Pamuk’un kitaplarını basan YKY’nin İstanbul’da bulunması sebebiyle İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderilen soruşturma kapsamında ifadeye çağrılan Pamuk, şu savunmayı yaptı:
“Ben kitabımda kesinlikle Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü ima eden yazılar yazmadım. Öncelikle kitabın karakteri Kolağası Kamil’in küçükken kargaları kovaladığına dair bir ifade yoktur. Kuşlara özel merakımdan dolayı kitaplarımda kargayı ele alıyorum. Çünkü ben küçükken zayıf olmam ve sürekli olarak ailem tarafından kargaolarak çağrılmamdan dolayı böyle bir ilgim vardır. Türk Bayrağının da Rum eczanenin amblemiyle alakası yoktur. Suçlamaları kabul etmiyorum.”
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, dünyanın her yerinde hukuk derslerinde komedi olarak anlatılacak bu olaya dair yaptığı soruşturma sonunda, kitap içerisinde Atatürk’e yönelik doğrudan bir hakaretin söz konusu olmadığını, karakterin halkı tarafından sevilen birisi olarak anlatıldığını belirtip, ‘Kovuşturmaya Yer Olmadığına’ kararını vererek dosyayı takipsizlikle sonuçlandırdı.
Fakat şikayetçi avukat Tarcan Tülük’ün hırstan gözü dönmüş olmalıydı ki, işin peşini bırakmamakta kararlıydı. Tülük, savcılığın takipsizlik kararına itiraz etti.
İtirazı inceleyen nöbetçi Sulh Ceza Hakimliği dosya üzerinde yaptığı incelemede kitap içerisinde bulunan bazı kısımlarda hakaret içeriği taşıyabilecek ibarelerin yer aldığını, dosya kapsamında Orhan Pamuk’un bu haliyle yargılanması gerektiğini ifade etti.
Toplanan delilleri göz önünde bulunduran hakimlik söz konusu delillerin savcılık tarafından tekrar incelenerek iddianame düzenlemesi gerektiğini ifade ederek şikayetçinin itirazını kabul etti.
Şimdi savcılar yeniden Orhan Pamuk’un 540 sayfalık ‘Veba Geceleri’ kitabında ‘suç’ aramakla mesai harcıyor.
Aradan 19 yıl geçse de, Türkiye ‘eski’ de ‘yeni’ de olsa bir romancısına romanının kurgu olduğunu açıklatmaya devam ediyor…
Yani zaman geçse de Türkiye’de bazı şeyler hiç değişmiyor…