Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIKemalizm mi daha ‘iyi’, (Yeni) İttihatçılık mı?

Kemalizm mi daha ‘iyi’, (Yeni) İttihatçılık mı?

Yazarımız Etyen Mahçupyan’ın 23-24-25 Ekim 2025’te yayınlanan ‘Kemalizm mi daha ‘iyi’, (Yeni) İttihatçılık mı?’ yazılarını tek bir yazı haline getirip yeniden yayınlıyoruz.

Yeni İttihatçılık konusunda son beş yılda çok sayıda yazı yazdım. 2016 Temmuz sonrası oluşan ve halen adım adım inşa edilen yeni rejimin sadece cumhurbaşkanlık sistemiyle sınırlı olmadığını, İttihatçı perspektifi günümüz koşullarında yeniden gündeme taşıyan ve dolayısıyla Cumhuriyet’i yeniden kurmayı hedefleyen bir iradeyi yansıttığını ileri sürdüm. Çeşitli vesilelerle Kemalizm’in söz konusu yeni rejime gerçekçi bir alternatif oluşturmadığını vurgulamak istedim, ancak görüyorum ki (siyasi partileri ve toplumsal tabanıyla) muhalefetin böyle bir idraki olmadığı gibi (reel) Kemalizm’e tutunma çabası da devam ediyor. Dolayısıyla bir kez daha toparlama ve hatırlatma amacıyla 3 yazı kaleme alıyorum. İlki İttihatçılığın avantajlarına işaret ederek yaşananların kavranmasına yardımcı olmak, ikincisi (yarın) Kemalizm ile İttihatçılık arasında zihniyet karşılaştırması yapmak, üçüncüsü (öbür gün) şu an iktidarda olan rejimi ‘yenmek’ için nasıl bir zihniyet ve ideoloji zeminine ihtiyaç olduğuna ve ne tür bir strateji takip edilmesi gerektiğine değinmek üzere.

Yeni İttihatçılık kavramını ilk ortaya attığımda birçok kişi yüz yıldan fazla geçmişte kalmış ve ‘kaybetmiş’ bir ideolojinin bugünü anlama ve açıklama gücünü kuşkuyla karşılamıştı. Çünkü tarihsel olana öylesine bağlı bir anlamlandırma geleneğimiz var ki, ideolojiyi siyasal yaşanmışlıktan ayırt etmekte zorlanıyoruz. Oysa ideolojiler uygun koşulları bulduklarında yeniden ve tabii ki zamana uyum gösteren bazı değişikliklerle birlikte tarih sahnesine çıkabilirler. 

Nitekim bugün Kemalizm’e büyük bir tutkuyla sarılanlar da yüz yıla yakın bir geçmişi olan ve ‘tükenmiş’ bir ideolojinin bugüne uygun olduğunu düşünüyorlar. Hemen ekleyelim ki, kuramsal açıdan bakıldığında İttihatçılığın ‘yenileşmesi’ ne derece mümkünse Kemalizm’in ‘yenileşmesi’ de o derece mümkün. Mesele pratiğe, yani günün koşullarına gelindiğinde hangisinin yenileşmeye daha açık olduğu, ya da her iki cenahtaki entelektüel esneklik ve yeteneğin böyle bir yenileşmeye ne derece yatkın olduğu. 

Dolayısıyla başlıktaki ‘iyi’ kavramı mutlak bir iyiliği ya da üstünlüğü ima etmiyor. Bir ideolojinin ‘yenileşerek’ işlevsel olabilmesi çevre koşullarına adapte olabilmesine bağlı. Eğer toplumsal duygu ve arayışlara tercüman oluyor ve dünya koşullarına gerçekçi bir yanıt getirebiliyorsa, söz konusu ideolojinin başarılı olma ihtimali artacaktır. Aksine toplumsal kültürün ürettiği ruh haline yabancı kalan ve dünyada yaşanmakta olan değişimi ıskalayan bir ideoloji ise muhtemelen takipçilerinin hüsranını daha da derinleştirecektir. 

Bu tespitten hareketle 5 yıldır savunduğum tezi şöyle formüle edebilirim: Dünyadaki yeni siyasi ve toplumsal eğilimler ve Türkiye’deki toplumsal psikoloji veri alındığında, İttihatçılığın adaptasyon yeteneği Kemalizm’e nazaran çok daha fazla ve dolayısıyla İttihatçılık yeni bir rejim, sistem, giderek devlet ve vatandaşlık oluşturmaya aday.

Açıkçası bunun artık ilave kanıt gerektirmeyen, apaçık bir gerçeklik olduğunu düşünüyorum. 2016’dan bugüne 9 yılda iktidarın tüm tasarrufları söz konusu tezi doğruladı ve iktidar bu tasarrufları yaparken herhangi bir çekinme, gocunma yaşamadığı gibi, aksine her fırsatta (liderlerin ağzından) yaptıklarını savundular, niye yaptıklarını söylediler ve gelecekteki adımlara da önceden işaret ettiler.

Bu nedenle hala söz konusu ‘yeniden devletleşme’ halini kavramayan ve kendisini 2000 öncesinde sanan muhalefet türünün giderek bir psikolojik maraz oluşturduğunu düşünüyorum. Çünkü bu bakış sonuç getirebilecek bir siyasi muhalefetin, muhalif bir sosyalleşmenin ve ideolojik özgürleşmenin önünü kesiyor. 

Öte yandan yeni bir iktidar yapılanması konusunda ‘başarılı’ olduğunu gözlemlesek de Yeni İttihatçılığın bunu nasıl başarabildiğini de irdelemek gerekiyor. Daha önce söylediğim üzere adaptasyonun ‘dış’ ve ‘iç’ diye özetlenebilecek iki ayağı var.

Dünyadaki değişimler İttihatçılığın kolay adapte olabileceği bir yeni denge ve dinamik üretti. Tek kutupluluk sona erdi, iki kutupluluk evresi (ABD ve Rusya) hızla geçildi ve bugün Çin’in de ‘tepeye’ oturduğu ama Hindistan’ın, her şeye rağmen Avrupa’nın, giderek Müslüman toplumların göz ardı edilemeyeceği karmaşık bir yapıya geldik. Bu durum bölgesel aktörlerin önemini artırdı, onlara esneklik ve hareket alanı kazandırdı, coğrafyanın ve kimliksel temsilin bahşettiği işlevler bütünleşerek siyasi pazarlık gücü yarattı.

Türkiye güçlenen bölgesel aktörlerin başında yer alıyor. Bir yandan NATO üyesi ve AB ile organik ilişki içinde, öte yandan Rusya ve Çin’le iyi geçinen, bütün büyük aktörlerin yanında görmek isteyeceği bir ülke… Aynı zamanda dünya Müslümanlarının ve Türkik toplumların muhtemelen en gerçekçi sözcüsü olmaya aday.

Dünya ilkesel yaklaşımların zayıfladığı, ‘gerçekçi’ diye addedilen pratik, soğuk ve pazarlıkçı ilişkilerin hakim olduğu bir noktaya kaydı. Hiçbir ülkenin diğerinin iç işleriyle gerçekte ilgilenmediği, dış politikanın öne çıktığı bir evredeyiz. Ve bu atmosfer doğal olarak ‘savunma’ konseptinin yerine ‘müdahale’ konseptini getirdi. ABD’den başlayarak silah sanayi yeniden lider sektör olarak tanımlanmaya başladı.

Yeni İttihatçılık bu değişimi heyecanla kucaklamış gözüküyor. Bu ideolojinin perspektifiyle önümüzde bir ‘kızıl elma’ değil, sanki ‘kızıl elmalarla’ dolu ağaçlar var… ‘Türkiye Yüzyılı’ (ki aynı zamanda ‘Türk’ün Yüzyılı’ demek) bu kucaklamanın heyecanını ve hayallerini sergiliyor. ‘Yüzyıl’ kelimesinin kullanımı birçoğumuza abartılı gelebilir, ancak şu beklentiyi ima ediyor: Dünyadaki değişim geçici değil…

İşin ilginç yanı böyle bir öngörüyü ‘gerçekçi’ kılan daha büyük bir değişimin de içindeyiz. 2000 sonrası giderek görünür olduğu üzere modernlik hızla yıpranıyor, sorun çözemiyor, aksine sorun üretiyor.  Modernliğin sahip çıktığı özgürlük, eşitlik, adalet gibi kriterler küresel çapta birer ‘boş laf’ haline geldi. Buna paralel olarak uluslarüstü kurumlar işlevsizleşti, sembolik önemini bile neredeyse yitirmekte olan siyasi korkuluklara dönüştüler.

Dolayısıyla Yeni İttihatçılığın özgüveni yüksek ve giderek de güçleniyor. İktidar, tarihin yeni bir ‘sıfır noktasına’ geldiğini, Türkiye’nin ‘ihtişamlı’ geçmişini yeniden ayağa kaldıracak atılımı yapabileceğini, küresel şartların buna elverdiğini, hatta teşvik ettiğini düşünüyor.  Nitekim yerleştirilen rejim, ülkenin ‘yekvücut’ bir millileşme hareketi içinde söz konusu ‘yükselişi’ yakalaması için dizayn ediliyor.

(Bu noktada modernliğin sorununu bir nebze daha açabiliriz: Modernlik otoriter zihniyetten desteklenmekle birlikte esas olarak relativist zihniyet etrafında şekillendi. Böylece batılı ulus devletlerin içinde relativist zihniyetin yerleşmesine, ancak sömürgeleşmiş veya yarı-sömürge halinden çıkamamış ülkelerde otoriter zihniyetin hakim olmasına yol açtı. Türkiye’de de Cumhuriyet relativist zihniyeti yüzeysel kalıplarla gündelik hayata sokmaya çalışırken, otoriter zihniyetin benimsenmesini modernlik sandı. Bu ikili yapı 20. Yüzyıl sonuna dek bütün dünyada bir biçimde devam etti. Ne var ki bu arada zihniyet ve kültür küreselleşmenin de etkisiyle çeşitleniyordu. İçinde bulunduğumuz yüzyılın ilk çeyreğinde gelişmiş ulus devletlerin içe kapanmasına, dışa ve ‘yabancıya’ karşı otoriterliğe kaymasına, ‘az gelişmiş’ toplumların ise – işlemeyen modernliği gördükçe-  ataerkil zihniyete geri dönmesine tanık olduk. Söz konusu zihniyet kayması Yeni İttihatçılığı daha da rahatlattı. Çünkü bu iktidar ve kurduğu yeni rejim esas olarak otoriter değil, ataerkil zihniyette ve bu da muhalefetin idrak edemediği nüanslardan biri.)

Yeni İttihatçılık salt dünyadaki değişime adapte olabilme yeteneği sayesinde iktidara tutunabilmiş değil. Türkiye’deki değişim de aynı yönde bir ivme yarattı. Kemalizm 28 Şubat süreci içinde fikriyat ve prestij olarak tükendi. AK Parti’nin ilk on yılında ise hükümete yönelik darbe arayışları, hukuksal zorlamalar ve sokaktan medet uman eylemler sonrası toplumun önemli kesimi için kadük, giderek anlamsız, (belki de) ‘zarar verici’ hale geldi.  Sonrasındaki 5 yıllık ‘fetret’ döneminin ardından, 2015 yazı itibariyle bürokrasi merkezli yeni bir arayış başladı. Bir yıl içinde AK Parti’nin CHP ile koalisyon çabası kadük kalırken, parti içi ‘şeffaflaşma ve yenilenme’ adımları engellendi ve parti içindeki ‘demokratik’ unsurlar tasfiye edildi. Diğer taraftan 2016 Temmuz’u Gülen hareketinin sonunu getirdi. Böylece hem iktidar partisinin, hem de bürokrasinin içi ‘temizlenmiş’ oldu. 2016 sonbaharına gelindiğinde başta ordu olmak üzere devlet içi yeniden yapılanma hayata geçmiş, yeni rejim ve sistem kurulmuştu.

Seçilmiş bir siyasetçi (‘kral’) etrafında kalıcı bir bürokratik karar mekanizmasının oluşmasını hedefleyen, cumhurbaşkanı dışındaki seçilmişlerin siyasi yetkisini kadük eden, yargıyı bürokrasinin uzantısı olarak gören, böylece kuvvetler birliğini hedefleyen bir rejimdi bu… İttihatçı ideolojiyi ve onun ardında ataerkil zihniyeti temel alıyordu.

Kemalizm’in aynen modernlik gibi ve onunla neredeyse aynı zaman aralığında tükenmesi toplumsal ruh halini de dönüştürmüştü. Batı’ya mesafeli, onunla ‘aşık atan’, dik durabilen, saygı arayan ve gören ‘Güçlü Türkiye’nin cazibesi insanların gönlünü okşamaya başladı. Kendi teknolojisini, silah sanayiini geliştiren, kimseye muhtaç olmayan (son milli maçtaki pankartta yazdığı üzere daima ‘önde’ ve ‘ileri’) bir ülkenin vatandaşı olma, bu ülkenin tarihsel nedenlerle tatmin olmamış toplumsal benliğine uygun düştü.

Nitekim iktidar uzun zamandan bu yana esas olarak vatandaşa bu hayali ‘satıyor’. Ama alıcısı çok ve tek bir kimlikten gelmiyorlar. Tam da bu nedenle ‘Türk’ kimliği altında dindarları ve Kürtleri de kapsama girişimi var. Etnik açıdan salt Kürtlerden bahsetmek Türklüğü ‘yaralayabileceği’ için denkleme Araplar da ekleniyor… (Böylece aynı anda dışa yönelik büyük hayaller de beslenmiş oluyor.) 

Diğer deyişle Yeni İttihatçılık modernliğin ve Kemalizm’in yıpranmasından güç almakla yetinmiyor, yeni dünyanın kendisine alan açtığını görüp onu kullanırken, vatandaşa (Türk’e) hem yeni bir benlik hem de o benliği ‘çeşitlendirme’ adına (ataerkil zihniyete oturan şekilde) çoğul bir alt kimlik yelpazesi sunmaya çalışıyor. 

Ancak bunun bir bedeli var ve iktidar sözcüleri bu konuda da pozisyonlarını açıkça ortaya koyuyorlar. Devletin temsil ve taşıyıcılığında geçmişten geleceğe uzanan bir ‘milliliğin’ siyasete ve topluma damga vurmasını istiyorlar. Bu da millilik üzerinde kurgulanmış ve devlet etrafında örgütlenmiş bir baskı rejiminin normalleşmesi demek.

Söz konusu anlayış ve gidişata karşı gerçekçi bir alternatifin geliştirilmesine ihtiyaç var… Ama bu, durumu idrak eden, ciddiye alan ve gereğini yapma kapasitesine sahip bir muhalefetle olabilir ancak.

Kemalizm mi daha ‘iyi’, (Yeni) İttihatçılık mı? (2)

Bugün İttihatçılık hem Kemalizm’in yıpranmasından hem de değişen konjonktürden güç alarak ‘partnerinin’ yükünden kurtuluyor. Böyle bir adım kendini farklılaştırmayı, ‘ötekinden’ farklı yönlerini vurgulamayı gerektirir. Yeni İttihatçılık da bunu yapıyor. Kemalizm’in otoriter zihniyetinin karşısına kendi ataerkil anlayışını koyuyor.

İmparatorlukların çöküşü yaklaştığında Türk kimliği üzerinden üretilen bir milliyetçilik de haliyle doğdu, ancak bu ‘geç’ bir milliyetçilikti… Sadece gayrı müslim unsurlar değil, Arnavutlar ve Araplar gibi Müslümanlar da daha öncesinde milliyetçiliğe adım attı. Belki de bu gecikmişlik duygusuyla İttihatçılık hiçbir zaman ‘sınırlandırılmış’ bir ulus devlet hedefiyle tatmin olmadı. Hep daha geniş coğrafyaların, genişleyen bir nüfuzun, Türklüğü kimlikler hiyerarşisinin tepesine oturtan bir mefkurenin hayaliyle beslendi.

Ama bu 20. Yüzyıl başında gerçekçi bir proje değildi ve koşullar izin vermedi. Aksine sınırlara sahip çıkan, esas olarak korunmacı ve savunmacı bir tutumla ülkenin ayakta kalması sağlandı. Ülkenin idamesi dünya tarafından saygın bir üye olarak kabul edilmesini gerektirdi, bu da Batılı ve modern bir hayat tarzının benimsenmesini ima etti.

Kemalizm’e geçiş bu ideolojinin İttihatçılığa mutlak galebesi anlamına gelmiyordu. Kemalizm’in o dünya konjonktüründe ve toplumsal koşullarda, İttihatçılığa nazaran daha güçlü bir adaptasyon yeteneği olduğuna işaret ediyordu. Ama bu bir kopuş değildi… Kemalizm İttihatçılığın insan gücünü, bürokratik yapılanmasını, fikir ve hayallerini Cumhuriyet’e taşıdı. Fırsat çıktığında (geçmişte Hatay, yakın dönemde Kıbrıs) sınırları genişletme arzusu hiçbir zaman dinmedi. İttihatçı suçlulara yıllarca emekli maaşı bağlandı, ev ve arazi bahşedildi. Rejime razı gelen birçok İttihatçı büyük şirketlerin yönetim kurullarında yer aldı. İtfaiye, PTT gibi kamu kurumları İttihatçılığın alt personelini taşıdı.

Dolayısıyla İttihatçılığın bir nüve olarak Kemalizm’in ‘içinde’ yaşadığı da öne sürülebilir. Öte yandan söz konusu iki ideoloji tarihsel olarak fazlasıyla iç içe olsa da bu bir bütünleşme değil, eklemleşmeydi. Siyasetin iç dengelerinde, nüfuz ve rant paylaşımında omuz omuza gidebilen, ama ideolojik tutum ve vizyon açısından birbirine hiç benzemeyen iki ideoloji…

Nitekim bugün İttihatçılık hem Kemalizm’in yıpranmasından hem de değişen konjonktürden güç alarak ‘partnerinin’ yükünden kurtuluyor. Böyle bir adım kendini farklılaştırmayı, ‘ötekinden’ farklı yönlerini vurgulamayı gerektirir. Yeni İttihatçılık da bunu yapıyor. Kemalizm’in otoriter zihniyetinin karşısına kendi ataerkil anlayışını koyuyor.

Bu farklılaşmayı anlamak için otoriter ve ataerkil zihniyetleri karşılaştırmak, diğer deyişle Kemalizm ve Yeni İttihatçılığı zihniyet bağlamında irdelemek gerek. Böylece Yeni İttihatçılığın bugünün koşullarında niçin daha cazip ve işlevsel olabildiğini kavramaya bir nebze daha yaklaşabiliriz.

(Aşağıdaki dökümde Kemalizm’i otoriter zihniyet, Yeni İttihatçılığı ataerkil zihniyet olarak da okuyabilirsiniz. Bu mukayeseyi yaparken haliyle detayları, nüansları bir yana bırakıyorum. Her iki ideolojik pozisyonun ‘omurgasını’ betimlemeye çalışıyorum.)

1… Kemalizm de (Yeni) İttihatçılık da gerçeklik algısı açısından yansımacı bir epistemolojiye dayanıyor. Yani gerçekliğin bilgisi zihnimize dışarıdan yansıyor. Bize düşen o bilgiyi benimsemek ve ona uygun yaşamak. Ne var ki bilginin kaynağı konusunda bu iki ideoloji tamamen zıt konumdalar. Kemalizm’e göre bilginin kaynağı doğanın kanunları. Bunlar değişmez gerçeklikler ve insan toplumlarının macerasını da belirliyorlar. Dolayısıyla bilimselci ve pozitivist bir yaklaşım sergileniyor. Türkiye’nin ‘ilerlemesi’, ‘çağdaşlaşması’ bu bağlamda anlam kazanıyor ve hayat tarzının, inançların da aynı bilimsel çerçeveye oturması öngörülüyor.

Buna karşılık (Yeni) İttihatçılığa göre bilginin kaynağı doğayı aşan bir zihinsel olgu (ille dinsel olması gerekmiyor) ve herkesin zihnine değişik oranlarda yansıyor. Dolayısıyla bazı insanlar söz konusu ‘bilim-üstü’ cevherden daha fazla nasipleniyorlar. Teknik ve teknolojik açıdan kullanışlı olsa da, bilim bunun ötesinde daha derinlikli bir anlama sahip değil. Doğa kanunları pragmatik işleviyle anlamlı, ancak gerçek ‘anlam’ bütünü (varoluşu) kavrayarak idrak edilebiliyor. Dolayısıyla inançlar ve hayat tarzları (varoluşun doğası gereği) zapturapt altına alınmaya müsait değil.

2… Bilimselci, pozitivist, ilerlemeci yönelimi Kemalizm’in toplumu (ideal olarak) değişmeyecek, değiştirilmesi gerekmeyecek (giderek değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek) kanunlarla yönetmeye teşvik etti. Çünkü ‘rasyonel’ tutum (doğrular belli olduğuna göre) o doğruların taviz vermeden uygulanmasıydı. Böylece kuralcı ve emre dayalı bir yönetim anlayışı doğallaştı. Doğrunun tek ve ilerlemenin ‘doğrusal’ olduğu bir dünyada, zor kullanma gerekse de ‘geri’ olanın ilerlemesi sağlanmalıydı. 

Oysa (Yeni) İttihatçılık değişmez kanunları yadırgayan, hatta bizatihi ‘irrasyonel’ bulan bir ideoloji. Konjonktürel olanın belirleyiciliğine yaslanan, her konjonktürde ‘zamanın ruhunu’ anlayan zihinlerin peşinden giden bir bakış. Bu nedenle ‘fıtrat’ son derece önemli bir etken. Çünkü bazı zihinlerin fıtratı o anki gerçekliği anlamlandırmada daha yetenekli. Toplumun gelişmesi, hak ettiği seviyeyi yakalaması, söz konusu fıtrat sahiplerinin tasavvurlarının (vizyonlarının) takipçisi olmayı, o kişi veya kişilerin ‘rehber’ edinilmesini gerektiriyor. Böyle bakıldığında ‘rasyonalite’ doğru zamanlarda doğru kişilerin rehberliğini kabullenme anlamına geliyor.

3… Kemalizm’in kanun-kural-emir perspektifi, toplumun da (ideal olarak) ‘itaat ve disiplin kültürünün’ cisimleşmesi olarak tasavvur edilmesine neden oldu. Bu bakış ve ima ettiği uygulamalar toplum üzerinde bir ‘baskı’ olarak değil, onun ilerlemesine, çağdaşlaşmasına destek olarak görüldü. Devlet doğruyu biliyor çünkü bilimsel bir zemin üzerinde karar alıyordu. Vatandaş ise haliyle bilimsellikten uzaktı… Dolayısıyla (içine sinmese bile) devlete itaat etmesi, vatandaşa ilişkin beklentiye uyum sağlaması kendi çıkarınaydı. (Burada mesafeli, sert, soğuk, ‘makinemsi’ bir devlet var…)

(Yeni) İttihatçılığın fıtrat-tasavvur-rehber perspektifi ise, toplumun (yine ideal olarak) ‘rıza ve fedakarlık kültürünün’ cisimleşmesi olarak tasavvur edilmesine yol açıyor. Fıtrat sahibinin rehberliğini sorgulayabilecek kimsenin olmadığı (bunun ‘irrasyonel’ olduğu) bir dünyada, vatandaşa düşen işlev rehberin işaret ettiği varoluş haline razı olmak ve gerektiğinde kendisine düşen fedakarlığı yerine getirmekten gocunmamak. Söz konusu fıtrat sahibinin ille bir ‘şahıs’ olması da gerekmiyor. Şahıs nitelikleri kazanmış (böyle nitelikler atfedilen) bir kurum da aynı rehberliği yüklenebiliyor ve nitekim devlet böylesi bir kurum. (Burada ilişki kurulabilen, esnek, sıcak ‘insanımsı’ bir devlet var…)  

4…  Kemalizm homojen bir toplum tasavvuruna dayandı. Vatandaşın aynı ‘çağdaş’ hayat biçimine doğru ilerlemesi ve bunun gerektirdiği bilgilenme ve fikriyata sahip olması önemsendi. Kritik meselelerde (Kürtler ve gayrımüslimlere ilişkin, ya da soykırım konusunda) vatandaşın nasıl düşünmesi ve konuşması gerektiği devlet tarafından empoze edildi. Dolayısıyla yönetenlerle vatandaş arasında kalıcı, aşılması zor, ‘ideolojik’ nitelikte bir hiyerarşi yaratıldı. Bilenle bilmeyen eşit olamazdı ve bilmeyen her zaman bilene muhtaçtı, çünkü bilenin gücü sahip olduğu ideolojiden, onun ima ettiği bilimsellikten kaynaklanıyordu.

(Yeni) İttihatçılık ise heterojen bir toplum tasavvuruna dayanıyor. Heterojenlik bir veri, kaçınılamaz bir durum. Yönetim birçok zaman bundan memnun olmasa bile, gerçekliğin doğası bu… Yönetimin söz konusu gerçekliği ‘göğüsleyerek’ bütünlüğü (milliliği) sağlaması gerekiyor. Bu nedenle Müslüman ve Kürt kimliğini Türklüğün ‘içine’ yedirme gayreti içinde. Toplum fıtratı gereği (değiştirilemez şekilde) çoğul olarak görüldüğünde, devletin de bir miktar ‘çoğulcu’ olması gerekiyor. Söz konusu çoğulluk tüm gerçekliğin vasfı. Yani yönetimin içinde de tahammül edilmek zorunda. Bu nedenle vatandaşla yönetim arasında, ama yönetimin içine de nüfuz eden bir ‘ontolojik’ hiyerarşi var. Kimse kimseye eşit değil, herkesin değeri farklı ve toplumun en alt kesimindeki bir vatandaştan en tepedeki fıtrat sahibine kadar tek bir büyük (varoluşsal ve doğal) hiyerarşinin içindeyiz.  

5…  Kemalizm pozitivizme yaslanmasına paralel olarak batıcı ve modernist bir tahayyülün takipçisi oldu. Doğruların (bizim dışımızda) zaten belli olduğu bir dünyada, bize düşen o doğruları vakit kaybetmeden, gereksiz yalpalamalara maruz kalmadan, toplumsal bir bilinçle gerçekleştirmekti. Yani ‘medeniyetçi’ bir bakış… İnsanlığın bir bütün olarak aynı sosyal ve tarihsel kanunlara tabi olmasından hareketle, tüm toplumların ortak bir medeniyet hedefine doğru ilerlediğine inanıldı.  

Buna karşılık (Yeni) İttihatçılık gerçekliğin doğasının konjonktürel ve geçici ‘durumlar’ yaratmasından hareketle sezgisel bakışı önemsemekte. Olayların ‘ardındaki’ dinamiğe nüfuz edebilme önemli bir haslet olarak ortaya çıkıyor. Bu ise ‘özgüncü’ bir arayışa destek veriyor. ‘Bizim’ biricik, benzersiz olduğumuz, kendimize ait doğrulara sahip çıkmamız gerektiği, dünyaya gösterecek özgün bir duruşumuzun olduğu, bu ideolojiye ‘ruh’ veren önermeler. Dolayısıyla ‘kültürcü’ bir bakış… (Belki de 1700-1750 aralığında gelişen Fransız medeniyetçiliğine karşı Alman kültürcülüğünün bir benzeri).

6…Bilimsel kanunlara ve onun uzantısı toplumsal kurallara güven, Kemalizm’in hukuka özel önem atfetmesine neden oldu. Hukukun meşruiyet temeli çağdaşlaşmaydı ve bu kriter o denli önemliydi ki tüm hukuk sistemini kendi içinde rasyonalize ediyor ve (teorik olarak) keyfi savrulmalara karşı koruyordu. Toplumsal hedeflerin belli olmasından hareketle yargı bir öncü güç olarak işlevselleşti. Hukukun sabitliği, yargı mekanizmasının iç tutarlılığı bir medeniyet göstergesiydi. Böylece yargı ‘taraflı ve bağımsız’ bir öğretmen gibi tasavvur edilebildi. Siyaset sürekli gözlemlenmesi gereken, sınırları aşmaması için denetlenen bir alan, siyasetçi ise ıslaha muhtaç bir zümreydi.

(Yeni) İttihatçılık açısından ise toplumların yöneldiği gelecek hem belirsiz hem de toplumdan topluma değişebilecek şekilde ‘benzersiz’. Önümüzde ‘bize özgü’ bir geleceğin olduğu ve bunun (kişisel ya da kurumsal) rehberin tahayyülünde olgunlaşmakta olduğu varsayımı güçlü. Dolayısıyla hukukun meşruiyeti söz konusu geleceği tanımlayan mefkureden, büyük hayalden kaynaklanıyor. Bu da yargının esnek olmak ve rehberliğe uyum sağlamak zorunluluğunu gündeme getiriyor. Bu ideolojiye göre hukukun esnekliği yöneten iradenin gücünü ve (esas olarak dış düşmanlardan) bağımsızlığını gösteriyor.  Söz konusu esneklik kültürel benlik, giderek tarihsel hak arayışının aracı olarak meşruiyet kazanıyor.   

Toparlarsak Kemalizm ile (Yeni) İttihatçılık gerçeklik, geçmiş ve gelecek algısından devlet-vatandaş ilişkisine, oradan ideal toplumsal yapının nasıl olduğuna uzanan bir yelpazede tamamen farklı öncüllere sahipler ve söz konusu öncüller iki ideolojinin farklı zihniyet temellerine gönderme yapıyor. Serinkanlı bir bakış, (Yeni) İttihatçılığın günümüz dünya koşulları ve toplumun ruh hali veri alındığında daha gerçekçi ve ‘sürükleyici’ bir ideoloji olduğuna işaret etmekte. Bu mutlak anlamda bir üstünlüğü, ya da rakipsiz olma halini ima etmiyor. Ancak Kemalizm’in (hele geçmişi tümüyle kutsayan bir Kemalizm’in) şu dönemde Yeni İttihatçılığa kalıcı bir rakip oluşturmadığı ve muhtemelen (en azından) yakın gelecekte de oluşturamayacağı herhalde açık olmalı…   

Kemalizm mi daha ‘iyi’, (Yeni) İttihatçılık mı? (3)

Üç günlük bu kısa yazı dizisi, iktidar ile muhalefet arasındaki büyük asimetriyi ortaya koymuş olmalı. Sadece zihniyet ve ideoloji açısından değil, hedeflerin ve stratejilerin berraklığı, siyasi tasarrufların ardına konmuş olan irade, büyük resmin değerlendirilmesi, gerçekçi yol haritaları açısından iktidar çok önde. İktidarın vasatlığı ve ‘yanlışlarına’ bakarak kaybedeceğini ummak, bununla yetinmek, herhalde makbul bir siyaset olamaz.

Uygun dünya koşulları ve toplumsal bir ruh hali yakalamış gözüken Yeni İttihatçılık, devleti (milleti ve ülkesiyle birlikte) sahiplenmiş durumda ve onun meşru taşıyıcısı olarak hareket ediyor. Gelecek tasavvurları ve hayata geçen tasarruflar, söz konusu ideolojinin artık iktidarı hiç bırakmayacağı beklentisini yansıtıyor. Bu ‘cesur’ ve epeyce müdanasız tutumun ardında iktidarın kendisine atfettiği tarihsel misyonun haklılığına olan derin inanç var. Öyle ki Türkiye için iktidarınkinden farklı bir hayali seslendirenler kendiliğinden ‘münafık’, ‘bozguncu’, hatta ‘hain’ ilan edilebiliyor.

İlginç olan söz konusu ‘derin inancın’ Müslümanlığı içeren bir Türklük üzerinden tanımlanması. Dolayısıyla karşımızda dini veya ırki bir devlet tahayyülü yok. Bu ikisini birleştirerek ‘zenginleşen’ bir amalgam var. Bu nedenle Yeni İttihatçılık dindar ve laik kesimlerin bir bölümüne aynı anda hitap edebiliyor. Kürtlere yönelik barış hamlesiyle bu amalgamın daha da çoğullaşması ve böylece meşruiyetinin tescili hedefleniyor. 

Bu noktada tekrar edelim: Yeni İttihatçılığın tahayyül, program ve stratejisi ‘nehrin akıntısına ters’ değil. Yani onu besleyen, bu vizyonu ‘gerçekçi’ kılan iç ve dış koşullar var. Dolayısıyla ‘gerçekçi’ bir muhalefetin söz konusu iç ve dış koşulları dikkate alarak pozisyon üretmesi lazım. Muhalefet iktidarın tespitlerinin ‘yanlış’ (anti-demokratik) olduğunu tekrarlamaktansa, bu tespitler karşısında daha ‘doğru’ alternatiflerin (ideolojik yaklaşımların) niteliklerini ortaya koyabilmeli.  

Önümüzdeki kısa sürede en büyük tuzak iktidarın vasatlığına bel bağlamak olacaktır. Bu vasatlık 19 Mart 2025’de İmamoğlu’na karşı tertiplenen ‘çökme’ hareketinde, ya da öncesinde yıllarca ısrar edilen ‘faiz sebep enflasyon sonuç’ safsatasında açıkça görüldü. Bunlar ve başka birçok olayda, bazen müdanasızlıktan, bazen cehaletten, bazen kibirden kaynaklanan vasatlıklara şahit olduk. Ama iktidar bu ‘yanlışlara’ rağmen gücünü korudu, üst perdeden yönlendirici, baskıcı, zaman zaman tehdit edici söylemini sürdürdü. Çünkü karşısına yüzleşmek zorunda kaldığı farklı ‘doğrular’ çıkmadı.

Diğer deyişle siyasetin dizginleri iktidarın elinde. Ne kadar ‘yanlış’ yapsa da bu değişmiyor… Şöyle bir duruma herkes razı gibi: İktidar ‘yanlışları’ artırırsa nasıl olsa seçimi kaybedecek, ama ‘yanlışlardan’ vaz geçerse de muhtemelen seçimi kazanacak. Sanki iktidarın ‘yanlışlarını’ topluma şikayet etmenin ötesinde muhalefetin üretebileceği bir siyaset yok…

Muhalefetin iktidar tarafından sıkıştırılmasına, muhalefet bizzat kendisini dar bir siyaset alanına sıkıştırarak eşlik ediyor. Öyle ki muhalefet sürekli olarak yaşananların ‘anormalliğine’ işaret ederken, giderek o ‘anormalliğe’ bağımlı hale gelmiş durumda. Çünkü tüm muhalif siyaset iktidarın gündem olduğu bir sıkışık alanda cereyan ediyor. Oysa iktidar bu arada kendince dünya sahnesinde cirit atıyor, hiçbir kurala ve toplumsal meşruiyete tabi olmayan uzun vadeli kararlar alıyor, ülkeyi ‘bir yere’ götürüyor.

Muhalefetin buna verebildiği doyurucu bir yanıt yok. İktidara gerçekçi bir itirazda bulunabilmeniz için önce sizin ülkeyi ‘nereye’ götürmek istediğinizi anlatabilmeniz gerek. Muhalefet ‘anormalliğin normalleşmesini’ seçim kazanmayı sağlayacak bir avantaj sanıyor olabilir. Halkın sırf bu iktidara karşı olduğu için muhalefeti tercih edeceğine güvenebilir. Ama bu bir tuzak… Çünkü dizginler iktidarın elinde ve bir anda normalleşmeye dönüş yapabilirler. Muhalefetin bir bölümü iktidarın böyle bir esnekliğe sahip olmadığına inanıyor olabilir. İktidarı kategorik bir ‘geriliğin’ temsilcisi olarak görebilir. (Aynen laik kesimin bir bölümünün dindarlara bakışı gibi…) Ne var ki bu yaklaşım insanlara tükenmiş bir Kemalizm’in bildik tadını hatırlatacaktır. Dolayısıyla muhalefet ‘anormalliğin normalleşmesinin’ kendi hareket alanını daralttığını, iktidarın hareket alanını genişlettiğini görmek zorunda.

Muhalefet şu soruyu sormalı: İktidar her şeyi kendince doğru yapsaydı, ben ne yapardım? Eğer ‘hiçbir şey yapmazdım’ diyecekse siyasetin ‘garnitürü’ konumuna düşmüş demektir. Eğer ‘bilmiyorum’ diyecekse siyasi parti olma vasfını kaybetmiş demektir. Diğer taraftan eğer ‘ne yapardım biliyorum’ diyorsa, bunu niye yapmadığını, niye kolaya kaçtığını sorgulamak zorundadır.

Ancak bu da yeterli değil… Muhalefetin ülke ve toplum için gelecek tahayyülünün tutarlı ve gerçekçi bir zeminde geliştirilmesi, ‘doğru’ insanlar tarafından sahiplenilerek taşınması gerekiyor. Bu çabanın iki ayağı var: ideoloji ve kadro.

İdeolojik açıdan, öncelikle Kemalizm’in bir alternatif oluşturamayacağının idrak edilmesi lazım. İkinci olarak modernliğin yıprandığı (relativist zihniyetin yönetme kabiliyetini yitirdiği) bir vasatta, alternatif siyasetin bir biçimde demokrat zihniyete yaslanması gerek.

İktidarın anti-demokratlığı muhalefeti kendiliğinden demokrat yapmıyor. Muhalefetin önünde uzun bir ‘demokratlık’ listesi var: Toplumların kendi ‘öznel’ doğrularını ürettiğini, toplum değiştikçe bu doğruların da değişeceğini, (dolayısıyla örneğin Anayasa’da ‘değiştirilemez’ madde olamayacağını), bu değişimin ülkenin ‘sahibini’ de sürekli olarak yeniden tanımlayacağını, bunun çoğulcu, eşitlikçi ve özgürlükçü bir kimlik ve kamusal alan ima ettiğini (dolayısıyla örneğin Anayasa’da ‘Türk’ün hem üst hem alt kimlik olamayacağını), farklılıklar arasında konsensüs aramayı, her alanda katılım ve ikna mekanizmalarını kurumsallaştırmayı, karar mekanizmalarını yatay ve şeffaf kılmayı, devlet sırrı kavramını olabildiğince daraltmayı, devletin bizatihi prestij ve dokunulmazlığını sorgulamayı, yereli güçlendiren bir yönetim sistemini, tüm ideolojilerden özgürleşmiş bir eğitim anlayışını içselleştirmesi lazım.

Bu farklı toplumsal talep, tercih ve beklentilere cevap verebilen, kendi içinde tutarlı bir yeni Anayasa tasavvuru demek. Muhtemelen hukuk sisteminin Anayasa Mahkemesi’nin yaklaşımından hareketle, yukardan aşağı ‘evrensel’ ilkeler temelinde yeniden tasarlanması, yargının devletten özgürleşmesi, üzerindeki nüfuz baskısını deşifre edecek şekilde korunması demek. 

Kısacası muhalefetin bugünün dünyasında, hızla değişen toplumun da desteğiyle ülkeyi ‘nereye’ götürmek istediğinin açık seçik görülmesi demek. Çünkü rakibiniz, yani iktidar bunu yaptı ve siyasi/ideolojik pozisyonunu her geçen gün hem teorik olarak geliştiriyor hem de hayata geçiriyor.   

İktidara kalıcı bir alternatif olmanın ve gerçekten farklı bir yönetim anlayışına geçebilmenin koşulları bu… Kolay değil, çünkü muhalefetin alışageldiği rahatlığı bozuyor: Siyasetin, halkın nabzını tutmakla yetinen ve onu esnekliği olmayan ideolojilere mahkum eden bir popülizm olmadığının altını çiziyor. Bugün etrafta Trump ve benzerlerinin olması bizi yanıltmasın. Onlar geçmiş çöktüğü için yükseldiler ve tarihsel açıdan ömürleri muhalefetlerin ne yapacağına bağlı.  

Siyaset tüm dünyada yeni bir entelektüel döneme geçiyor. Çünkü modernliğin sıkıştığı yerde artık yeni bir tasavvura ihtiyaç var. Mantıksal analiz ve Batı’ya ilişkin gözlemler söz konusu tasavvurun giderek demokrat zihniyetten nasipleneceğini gösteriyor. Tabii bu bir ‘kader’ değil… Demokratlık bırakın küresel düzlemi, ülkelerin çoğunluğunda daha çok uzun süre egemen bir zihniyet olmayacak. Her ülke kendi ‘kaderini’ çizecek ve ilginç şekilde bunu muhalefetin entelektüel derinliği ve cesareti belirleyecek.

Dolayısıyla eğer muhalefet bu ‘tarihsel misyonu’ ıskalarsa, Türkiye gibi ülkelerin çok uzun bir dönem için ataerkil zihniyetten beslenen ideolojiler tarafından dizayn edilmesi muhtemel. Eğer muhalefet bir silkinme yaşamaz ise, Yeni İttihatçılık gerçekten de bu ülkenin önümüzdeki ‘Yüzyılı’ olabilir.

Soru, böylesi bir değişimin Türkiye’deki muhalefet veri alındığında ne denli gerçekçi olduğu… İlk bakışta gerçekçi gözükmediğini teslim etmek lazım. Muhalefet ne ideoloji ne siyasi kültür ne entelektüel vasıf ne insan tipolojisi açısından, böyle bir çabanın altından kalkabilir izlenimi vermiyor.

Ama ‘liderlik’ tam da bu gibi durumlarda anlamlı bir ihtiyaç. Liderler kendi duruşları ve söylemleriyle yeni bir dönemin habercisi olabilir ve topluma bu noktadan geri adım atmayacağının sözünü verebilir. İkinci adım söz konusu değişimin salt liderle gerçekleşmeyeceğinin bilincinde olmaktır. Muhalefetin yeni bir kadrolaşmaya ihtiyacı var ve bu ‘yeni’ insanlar demokrat zihniyetin ‘doğal’ taşıyıcıları olmalı. Yani kendisini ‘demokrat’ addeden değil, her olayda (mesela gazeteci soru sorduğunda) refleks olarak demokrat tutum alan insanlar.

Muhalefetin bu kadroları öne çıkarması, görünür kılması, onlara hareket alanı vermesi, liderlerin de bu yönde teşkilatları ikna etmesi gerekiyor. Dolayısıyla mesele tepede yalnızlaşmış, ana bloktan kopuk bir dizi ‘aydın’ üretmek değil, tepeden aşağı doğru kılcal damarlara işleyen yeni bir ‘siyaset’ ve ‘siyasetçi’ türü yaratmak. Böylece il ve ilçe teşkilatlarına siyaset hevesi, enerjisi aşılamak ve onların yaratıcılığını harekete geçirmek.

Açıktır ki liderlerin en ufak yalpalaması, yeni kadroları oluştururken eski hesaplara takılıp kalması olayı sulandıracak ve toplum bunu görecektir. Öte yandan bu süreçte birçok kişi bu stratejiyle seçim kazanılamayacağını tekrarlayıp duracaktır… Ama ülke için yararlı olacak kalıcı bir dönüşüm, bu seçimin gerektirdiği popülizme mahkum olmamayı gerektiriyor. Çünkü popülizmle seçim kazandığınızda devleti ve devlet-vatandaş ilişkisini dönüştüremezsiniz. İktidarda yozlaşan bir başka hükümet olursunuz.

Bence ülkenin ihtiyacı şöyle diyebilen bir muhalefet: ‘Seçim kazanacak olsam da olmasam da benim ‘doğru’ siyasetim bu ve bu siyasetle seçimi kazanacağıma, kazanamazsam bile ülkeyi dönüştüreceğime inanıyorum.’

Üç günlük bu kısa yazı dizisi, iktidar ile muhalefet arasındaki büyük asimetriyi ortaya koymuş olmalı. Sadece zihniyet ve ideoloji açısından değil, hedeflerin ve stratejilerin berraklığı, siyasi tasarrufların ardına konmuş olan irade, büyük resmin değerlendirilmesi, gerçekçi yol haritaları açısından iktidar çok önde. İktidarın vasatlığı ve ‘yanlışlarına’ bakarak kaybedeceğini ummak, bununla yetinmek, herhalde makbul bir siyaset olamaz.

Muhalefetin toplum nezdinde ‘alternatif’ olabilecek, tutarlı ve gerçekçi bir ülke ve gelecek tasavvuru üretmesi lazım. Bu da Kemalizm’i ‘unutmayı’, tarihsel ve ideolojik ayak bağlarından sıyrılmayı, demokratlığı temel alan, belki onu toplumun sosyal ve zihni dokusuna göre az çok ‘melezleştiren’ bir yeni güzergahı (önce sindirerek) topluma sunmayı gerektiriyor.

Siyaset temelde bir ‘davettir’… İktidarın bizi nereye davet ettiğini biliyoruz. Muhalefetinkini de bilsek iyi olur.  

- Advertisment -