Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIKim öldürecek: “katil çocuklar” mı “çocuk katiller” mi?

Kim öldürecek: “katil çocuklar” mı “çocuk katiller” mi?

Dünyanın aşağı yukarı tamamında 14 yaş altı çocuklar için hiçbir ceza öngörülmüyor. “Bu bir skandal! Olmaz böyle ülke, gitmek lazım bu ülkeden” diyenlerin derdine tek çare ise İran ve Suudi Arabistan. Otoriter bir rejime muhalefet ederken hukuku esnetilebilecek, zaman zaman egolarının tatmini için kullanılabilecek bir sex-toy zannedenler, beraat etmiş 15 yaşında çocuklar için Talibanvari kırbaçlı, satırlı, kısaslı infaz isteriz diye çığırabiliyor.

Türkçe euphemism’in bulduğu bir söz: suça sürüklenmiş çocuk (SSÇ). Kötülük zaten içimizde mi, yoksa çevre mi bizi sürükler? Bu uzun uzadıya roman olacak mevzu, bu tartışmadan kaçalım. Pedagojik açıdan suçlu çocuk tabirinin, hiç değilse küçük suçlar için kullanılmamasında fayda var; fakat katil çocuk demekte de bence bir beis yok, insan öldüren için bu kadar ihtimama gerek de yok.

’Politically correct denen şey hayatın bütün tadını kaçırdı’ demişti Roman Polanski; her ne kadar daha çok kendi sansasyonel geçmişine yönelik linçe içerlemiş gibi görünse de, hak vermemek elde değil.

Juvenile offender (çocuk suçlu) ya da délinquant mineur (suç işleyen küçük) Fransızcasıyla, medeni dünyanın mahkemelerinde hâlâ kullanılıyor. BM ve diğer enternasyonal kuruluşlarda ise a child in conflict with the law, yani hukukla çatışma hâlinde olan çocuk terimi var. Bu terimi ilk kanunlarına koyan da bir Batı ülkesi değil, 2000 yılında Hindistan oldu. Türkiye bu yumuşatılmış tavrı Hindistan’dan 5 yıl sonra, 2005 yılında göstermiş ve kanımca hukukla çatışma hâlinde olan çocuk tabirine nazaran daha yaratıcı ve müşfik bir terim icat edilmiş.

Once upon a time in America’dan.

Elveda çocukluk

Çocukluğunun bittiği anı hatırlayan var mıdır? Al Capone’un Tanrı’dan bisiklet ümidini kesip çalmaya başlayıp Tanrı’dan bunun affını istemesi tam öyle bir an mıdır?

New York City’de, Manhattan köprüsünün kadraja girdiği ikonik açıda, çocuk çetelerinin en ünlüsü Noodles ve arkadaşları var. Düşman çetenin üyesine denk geldikten hemen sonra küçük Dominic’in vurulmasından hemen önceki anın görüntüsü bu. 

Dominic seke seke neşeyle ilerlerken, can havliyle dönüp kaçar, Sergio Leone kendi özgün tarzında slow motion’la anı uzatır ve Ennio Morricone’nin melodisiyle drama yükselir, küçük gangster Dominic bize, yani kameraya doğru koşarken yere yığılır ,duygu söner, yüreğimiz burkulur; Noodles’ın (De Niro’nun filmdeki ergenliği) yüzüne bir gölge çöker ve sadece Dominic can vermez, Noodles’ın çocukluğu da orada sona erer ve soğuk yetişkinlik başlar; artık Bugsy’i öldürmesi gerekecektir. 

O sokak sahnesi için yüreğimiz burkulur da gerçek hayatta bu çocuk çeteleri için neredeyse Auschwitz hayalleri kurulur; hatta bunlardan bazıları hayata da geçirilir (Salvador’u yöneten psikopat ve icraatları gibi) ve Türkiye dâhil dünyanın pek çok yerindeki ırkçı çevrelerden alkış da alır; oysa yaptığı, inim inleyen hastaların gürültüsünden rahatsız olan bir şehri iyi hissettirmek için hastaların ağzını bantlamaya benzer. 

Amerikan yanlıları ve Amerikan karşıtlarının müşterek beceriksizliğinde sefalete mahkûm olan Güney Amerika ülkeleri şu an Birleşik Devletler’deki neredeyse bütün çetelerin insan kaynağı hâline geldi. Bir zamanlar New York ve Chicago’da bu çeteler, İtalyan, İrlandalı —uçuk gelecek ama biraz da Yahudilerden— müteşekkildi. Sergio Leone ve Scorsese’nin filmleri, bugünün parıltılı Amerika’sının cilasını hafifçe kazırsanız The Gilded Age’in vahşiliğinden başka bir şey bulamayacağımız mesajlarıyla doludur.

Amerika’ya göç hiç durmadı; önce İngilizler, İskoçlar, sonra İrlandalılar, sonra 19. yy sonu ve başlarında gelen İtalyanlar; Çarlık Rusyası’ndan III. Alexandre’a suikastın günah keçisi Yahudiler ve bu günlerde bütün bir Güney Amerika… 

Gangsterlik, çetecilik de bu göç sırasıyla aynı şekilde paralel oldu; önce İngilizler, sonra İrlandalılar ve İtalyanlar; hatta uçuk gelse de  bir zamanlar Yahudiler bile gangsterlik ettiler,  eşitlik gelip herkes insan öldürme hakkına sahip olunca six-shooter’ların kavisli kabzalarının hazzını almak  için sıra  Afro Amerikalılardaydı; onlar da yorulunca engin çölleri alıp da gelmiş, bir hayli  kuruyup sertleşmiş Meksikalılar bu işi erbabına bırakın dediler. Bu devir daim, bu suçlu kuşaklar arasındaki bir görev değişiminden çok yalın bir sosyolojik hakikat çıkıyor; yeni gelenler galiba suça karışıyor.

Hayat, sanatı; sanatın hayatı taklit etmesinden daha fazla taklit eder/ Oscar Wilde.

Semtlerin yenileri ezilenler, itilip kakılanlar birbirine tutunur ve saldırganlaşır; dünyanın kaidesi bu. Spartacus ve çevresi de kendi döneminin gangsteri, sokak çetesiydiler. Şimdilerde Türkiye’de en popüler mevzu ırkçılık sosuyla bu çocuk çeteler. Kökü derin mafyaları bile racon, adap bilmezlikleri ile ürperten bu kör şiddetin tetikçileri kim?

İsimlerini daha çok franco-belgian comics’ lerinden almışlarsa da etnik olarak bakıldığında neredeyse tamamı Kürt ailelerin çocukları ve büyükşehirlerin gettolarında yetişmeler. Yeraltı dizisi Adana Sıfır Bir ile ölçülemese de belki bir miktar motivasyon bulan bu çeteler bu diziler çekildiği için var olmadılar; onlar oradaydılar ama Oscar Wilde’ın haklı olduğu yerler de yok değil. Adana ve Mersin kentlerinde nüfusun üçte biri Kürt, bu şehirler doksanlarda köyleri yakılanlar, JİTEM’den Hizbullah’tan kaçan Kürtlerin en çok yuvalandığı yerler oldu. Sadece bu iki ilde yaşayan Diyarbakırlıların sayısı, Diyarbakır doğumlular ve onların çocuklarıyla beraber 400 bin civarında. Neredeyse tamamı jargonuyla “polis giremez” denen mahallelerde yaşıyorlar ve bu kentlere İstanbul’un ve İzmir’in de gettoları da eklenince kriminalin haritası iyice beliriyor. Bu suçlar muhakkak ki ilelebet Kürtlerin tekelinde kalmayacak birkaç nesil sonra başka etnik gruplar devralacak, şimdilik sıra Kürtlerde; yarının gangsterleri belki de itilip kakılıp “Esad bum bum” denilen  Suriyeliler olacak.

Velhasıl her suç işlendiğinde fellik fellik suçlunun ideolojisinin, etnik kökeninin peşine düşen ezik Gestapoların işini kolaylaştıralım ve onlara diyelim ki: bu yukarıda gördüğünüz harita zahmetlerinize son verebilir; bu haritada gördüğünüz şey zanlıların oy tercihidir. 

Gördüğünüz üzere suçlular Kürt olmakla kalmayıp kahir ekseriyetle yeşil-sarı-kırmızı renklere sempati besliyor görünüyorlar. Eflatun rengi şehirlerde bulunan hapishanelerin tamamında HDP birinci çıktı. (Buna henüz hükümlüler dâhil değil.)

Yıllar evvel Karadeniz’den bir çocuk gelip İstanbul’da Hrant’ı Dink’i arkasından vurarak kalleşçe katletti. Katil genç Trabzonluydu; dönerken yakalanmış, Samsun’da jandarmalar tarafından popstarın tekine trafik uygulamasında denk gelinmiş gibi muamele görmüş, jandarmalar katille fotoğraf çekinmişler; katil o gün o beyaz bere takmış diye o hafta oynanan maçta Trabzonsporlu taraftarlar da  beyaz bere giymiş, devlet millet el ele sadizmde hızlarını alamamışlar; Hrant Dink anmasına gelen polislerden bazıları bile beyaz bereyle boy göstermişlerdi. 

Bu arada cinayetin diğer bütün organizatörleri de Trabzonluydu; karakollara götürülürken ülkenin o zaman ilk ve tek Nobel’li adamına akıllı olmakla ilgili tavsiye veriyorlardı.

Ogün Samast, 17 gibi durmasa da yapılan kemik testiyle sahiden 17 yaşında olduğu anlaşılmıştı. Ogün Samast şu an aramızda ve hayatın tadını çıkarıyor; elbette Hrant Dink toprak altındayken bu adil değil, fakat hukuki ve hukuki olan geçerli, geçerli olmalı.

Rahip Santoro boşaltılmış bir Süryani köyünde 

Rahip Santoro Doğu Hristiyanlığına kavuşmak için Vatikan’dan tam 20 yıl izin beklemişti; en sonunda Kardinal Ruini o izni verdi.  Rahip geldi, Türkiye ve Kürdistan’daki eski Hristiyanlığın harabe köylerini karış karış gezdi, her yerde iz bırakmış kendi itikadının hakiki bir müminiydi. Bir gün ibadet ederken arkasından vurularak katledildi, Vatikan ona şehit unvanını layık gördü.

Katin Oğuz Akdin Rahip Santoro’yu tasalayarak katlettiği için sadece 10 yıl kaldığı cezaevinde ne kadar çok ıslah edilebildiğini Agos gazetesinin kendisini manşete çektiğinde  kendi sosyal medya hesabında Agos’a karşı yazdığı: “Onlar konuşur, bizim işimiz icraatler.” cümlesindeki icraat kelimesinde açıkça gösterdi. Nedamet getirmek bir yana savunmasız bir din insanını arkasından ateş edip vurmak hikâyesinden bir de kendine yiğitlik payesi çıkarmıştı. Bu cinayetin de rengi billur şekilde bordo-maviydi.

(Rahip Santoro’nun katili Oğuz Akdin hakkında bilinen son şey: ağabeyiyle birlikte Bodrum’da silahla vurularak ağır yaralandığı yönünde, başka bir malumat yok)

Bugünlerde gündemde olan cinayette ise maktul anne tarafından Trabzonlu ama katiller Kürtlerden; bu  haliyle “haklı” bir infiale sebep oldu.

Elbette evladını kaybeden bir anneyi mafya avukatıyla omuz omuza bir pozisyona düştüğü çelişkilerden vurmaya çalışmak uyanıklık değil, merhametsizlik olur. Her matemli kadından hayatın en trajik imtihanında bile asaletinden, vakarından taviz vermeden Türkiye’yi bir bebekten katil çıkaran karanlığı sorgulamaya davet eden Rakel Dink dirayeti göstermesini bekleyemeyiz. 

Evladını kaybetmiş bir annenin, hiç değilse ilk birkaç yıl her şeye hakkı olduğu gibi — bir kanun yoksa da biz öyle varsayalım. Ama ve lakin bu acılı kadının arkasına saklanıp, “Kızlar keko-kriminal-Kürt-piç seviyor.” diye birbirini gaza getiren ırkçı incel’ler; evinin karşısındaki parka yürüyüşe gidecek mecali yokken pencereden bakacak cesaretten noksanken, devlet aygıtıyla kitlelere tehcir ve katliam fantezileriyle kendinden geçen bu asosyal loserları mideniz alıyorsa, sıçanı kuyruğundan yakalar gibi tutup şöyle bir sallayıp teşhir etmek kesinlikle müstahaktır ve bu kesinlikle yaslı bir anneye hürmetsizlikle de alakasız bir iş olacaktır. (İsterseniz son bu cümleyi dönüp Milliyetçi Partinin lideri Devlet Bahçeli Bey’in sesiyle de tekrar okuyabilirsiniz, yaptırım gücü artıyor.)

Maktulün babası da Rahip Santoro gibi bir İtalyan, “karar bize hakaretti” derken; aynı hadise İtalya’da cereyan etse çocukların alacakları ceza belliyken maalesef o da kendisini istismar eden bu fırsatçı medyanın kuşatmasına teslim etmiş görünüyor. 

Bu olayla hiç ilgisi olmayan, maktule hiç dokunmamış ama çocuk katillerle arkadaşlık ettikleri için öldürülmeleri istenen diğer iki çocuk var ki ülkedeki zıvanadan çıkmışlığı iyice su yüzüne çıkardılar; evet, yetişkin bile değil, henüz çocuk olan iki sanık beraat ediyorlar, mahkeme kararıyla beraat ediyorlar! Ama görüldükleri yerde infazları talep ediliyor ve milyonlarca bu kabul görüyor; hatta ülkenin en çok satan yazarı bu çocukların salınmasını skandal olduğunu ima eden postlar paylaşabiliyor. 

Dünyanın aşağı yukarı tamamında 14 yaş altı çocuklar için hiçbir ceza öngörülmüyor. “Bu bir skandal! Olmaz böyle ülke, gitmek lazım bu ülkeden” diyenlerin derdine tek çare ise İran ve Suudi Arabistan; zira bu ülkelerde buluğa ermiş çocukları bazı suçlarda yetişkin sayarlar. 

Otoriter bir rejime muhalifliğin hiç kimseye otomatikman bir nitelik, ahlaki bir üstünlük getiremeyeceğinin en açık örneği sanırım Türkiye; hem Erdoğan’dan şikâyet edip Avrupa’ya öykünürler, hem hukukun esnetilebilecek, zaman zaman katma değeri düşük egolarının tatmini için kullanılabilecek bir sex-toy zannederler; hem Avrupalı siyasetçilerin bisikletine övgüler dizerler, hem de beraat etmiş 15 yaşında çocuklar için Talibanvari kırbaçlı, satırlı, kısaslı infaz isteriz diye çığırırlar. 

Bu denli çelişkiler içindeki bir memlekette kişi başına düşen millî gelirin hâlâ 10 bin dolar civarında olabilmesi, çoğu Afrika ülkesi için büyük haksızlık.

Cidade de Deus’tan bir poster.

Eğer benim gibi suçlunun varlığından şikâyetçi olmayan, suçluların sıfırlandığı bir dünyanın hayalini hiç kurmayan, hayat biraz da böyle risklerle yaşanmalı diyen biri değilseniz; fakat sizi ırkçı hezeyanlara savuracak kadar körleştirici olmasa da Türkiye’de suçu azaltmak gayesi olan nispeten makul zannedilen biriyseniz, sizi temin ederim ki bu dünyanın her yanı suç ve cinayet dolu, bu dünya vukuat dolu. 

İsrail, Gazze’de insan öldürüyor diye meydana çıkan Güney Afrika’da resmî olarak 150, gayri resmî 700 civarında insan her gün cinayete kurban gidiyor; orada her yıl bir Gazze tekerrür ediyor. Popülist politikacıların insafına kalmış bu ülkeyi Mandela sonrası cennet zannedip Johannesburg’a seyahatinizde bir Zimbabweli göçmen tarafından gırtlağınızın kesilmesi piyango olasılığı değil. Mesela semaları şirketten eve, evden şirkete helikopterle gitmek mecburiyetinde zengin züppeler dolu São Paulo’dasınız; “bu kadar helikopter de nesi?” diye aval aval havalara bakınırken Cidade de Deus’un çekildiği faveladan tüymüş bir veledin tuttuğu silahın soğuk namlusunu kuyruk sokumunuzda hissedip rutubetten nemlenip yumuşamış tüm Reallerinizi kaptırabilir, bol kalçalı, plajlı, pervaneli tatilinizin sonuna gelebilirsiniz. 

Ya da Paris’te Gare du Nord’da cüzdanı banliyö tilkilerinden birine kaptırdığınızda La Hainedolup taşabilirsiniz; yahut Milano’da bir Çingeneler Zamanı’ndan kalma bir Boşnak Roman size bıçağı dayayıp varınız yoğunuzu alabilir; hatta işe yarar sanıp Türk pasaportunuzu bile alıp sizi Milano’nun kurşuni gökyüzünün altında Tayyip Erdoğan’ın polislerine bile hasret çektirebilir. Türkiye’de suç filan patlamış değil; nüfusa oranlandığında artan bir şey de yok; hatta Türkiye gereğinden çok daha fazla güvenli bir yer; sıkıcı derecede güvenli, Big Brother sizi izliyor ayarında bir müteyakkız memleket. 

Mesela Topkapı Sarayı’ndan Topkapı’dan Kaşıkçı Elması’nı alıp Sultan Mehmet’in de kavuğunu Hasbahçe’de düşürüp İstanbul’da kameraların açısından çıkıp sırra kadem basmanız olasılık dışıdır; bu Şehr-i İstanbul’da kameraların açısından çıkmanız için Konya Ovası’na varmanız gerekir. 

Oysa Napolyon tacının bile emniyette olmadığı yerlerde bu güvenlik talebi çılgınlığı yok; Fransızlar: “Neden hırsızları birkaç sokak sonra izleyebileceğimiz mobeselerimiz yok?” diye isyanda değiller; sadece Louvre’un kendi güvenlik sistemi tartışma konusu. Kimse dijital gözlerle kuşatılmaya, dikizlenmeye meraklı değil; daha fazla polis ve bekçi talebi de yok; “sokaklar yaşanmaz hale geldi” deyip 200-300 bin daha bekçi alımıyla daha fazla polis devleti haline gelmekten şikâyetçi olmak çelişkisi de yok haliyle. 

Bu ülkenin en ciddi meselesi korkaklığıdır; maalesef bu korkuları daha da derinleşiyor gibi; çünkü girişleri çıkışlarıyla, yüksek duvarları tel örgüleriyle Guantanamo üslerini andıran sitelerde büyüyen bu yeni kuşakları emniyette olduklarına inandırmak her geçen gün daha güçleşiyor; paranoyak ve ürkek bir nesil istikbalde pırıl pırıl parlıyor. İşte bu da benim korkumdur. 

- Advertisment -