Dünya derin bir adaletsizlik döneminden geçiyor. Ekonomik kriz, iklim değişikliği, savaşlar ve kitlesel göçler… Tüm bu büyük meselelerin bedeli, yine en savunmasız gruplara kesiliyor: Mültecilere ve göçmenlere. Enflasyonun, işsizliğin, artan konut fiyatlarının yükü altında ezilen toplumlar, öfkenin yönünü artık sistemin merkezindekilere değil; yanından sessizce geçenlere çeviriyor. Göçmen karşıtlığı, radikal uçların ötesine geçip ana akımın gündemine yerleşiyor. Bu durum yalnızca söylemlerde değil, meydanlarda da karşılık buluyor.
Özellikle iki ülke bu değişimi farklı biçimlerde yaşıyor: Türkiye ve Avustralya. Biri savaşın kıyısında, diğeri ekonomik refahın merkezinde. Ama her ikisi de göç karşısında aynı soruyla yüzleşiyor: Bir ülke ne kadar taşıyabilir? Ve taşıması gereken yalnızca rakamlar mı, yoksa insanlık onuru mu?
Türkiye, 2011’de başlayan Suriye iç savaşının ardından milyonlarca mülteciye kapılarını açtı. Bu insani adım, zamanla hazırlıksız bir entegrasyon süreci ve ekonomik krizle birleşince derin bir toplumsal gerilime dönüştü. Bu tablo, gönüllü değil, mecburi bir ev sahipliğinin sonucu olarak okunabilir.
Avustralya’nınki ise farklı. Uzun süredir kontrollü göç politikalarıyla büyüyen bir ülke olan Avustralya, göçmen emeğini ekonomik bir modelin parçası hâline getirdi. Ancak, 31 Ağustos 2025’te Melbourne sokaklarında yankılanan “Geri gönderin” sloganları, bu ülkenin kendi kökleriyle ne ölçüde temas hâlinde olduğunu sorgulatıyor.

Avustralya’nın Göçle Kurulan Kimliği
Avustralya, göçmenlerle kurulmuş bir ülke. Ancak bu tarihsel gerçek, her zaman eşitlik ve kapsayıcılık anlamına gelmedi.
1901’de yürürlüğe giren Beyaz Avustralya Politikası, bu dışlayıcı anlayışın simgesiydi. Asya kökenlilerin “kültürel tehdit” olarak görülmesiyle şekillenen bu politika, 1973’e kadar yürürlükte kaldı. Her ne kadar yasal olarak sona erse de, “Kim Avustralyalı sayılır?” sorusu, toplumsal bellekte yaşamaya devam etti.
1970’lerden itibaren Avustralya göç politikalarında stratejik bir dönüşüm yaşandı. Göç, yalnızca demografik değil; ekonomik bir araç olarak kurgulanmaya başlandı. Nitelikli bireylerin tercih edildiği puan sistemi, iş gücünü desteklemeyi hedefliyordu. Bu sistem, dil, yaş, eğitim ve meslek gibi kriterlere göre seçiciliği artırdı.
2023 itibarıyla her üç Avustralyalıdan biri yurtdışında doğmuştu. Melbourne, Sydney ve Brisbane gibi kentler dünya çapında göçmen merkezleri hâline gelirken, uluslararası öğrencilerden elde edilen gelir 40 milyar doları aştı. Göçmenler, hem istihdam piyasasını dengeleyen hem de sosyal hizmetlerin sürdürülebilirliğini destekleyen bir nüfus gücüne dönüştü. Avustralya’nın nüfus artışı, büyük ölçüde göçle sağlandı.
Tüm bu veriler, göçün Avustralya için bir “yük” değil, aksine bir “yatırım” olduğunu gösteriyor. Ancak mesele yalnızca rakamlarla açıklanamaz. Çünkü her sistem, sonunda bir kültür üretir. Ve Avustralya’nın modern kültürü, çokkültürlülük üzerine inşa edildi. Hint festivalleri, Çin yeni yılı kutlamaları, Orta Doğu mutfağının yaygınlaşması, çok dilli devlet hizmetleri, çok dinli okul programları… Tüm bunlar, “birlikte yaşama” idealinin kamusal alanda nasıl şekillendiğini gösterir.
Ancak tam da bu birlikte yaşama ideali, şu anda bir sınavdan geçiyor. Bugün sokaklarda yürüyen bazı gruplar, “ülkemizi geri alın” derken aslında neyi geri almak istediklerini açıkça ifade ediyorlar: Beyaz Avustralya dönemini.
Göçmen Karşıtlığının Yükselişi: Nefretin Yeni Maskesi
Avustralya’nın göçle kurduğu yapısal kimlik, son yıllarda derinleşen ekonomik eşitsizliklerle birlikte sarsılmaya başladı. Konut krizinin derinleşmesi, sağlık sisteminin yetersizliği ve iş güvencesizliği gibi yapısal sorunlar halkın huzursuzluğunu artırırken, çözüm arayışları yerine öfke yeniden göçmenlere yöneldi.
Özellikle pandemi sonrası dönemde, yaşam maliyetlerinin keskin biçimde artmasıyla birlikte birçok insan kendi zorluklarının nedenini dışsal bir gruba yüklemeye başladı. Göçmenler ise bu dışsallığın hem sembolü hem de günah keçisi hâline geldi. Bu öfke yalnızca ekonomik değil; aynı zamanda kültürel bir anlam da taşıyor. “Kim Avustralyalı sayılır?” sorusu, bir kez daha etnik ve ırksal sınırlar üzerinden şekilleniyor.
Bu kültürel kaymanın en belirgin göstergesi, 31 Ağustos 2025’te ülke genelinde düzenlenen “Avustralya için Yürüyüş” protestolarıydı. Sydney, Melbourne, Brisbane ve Perth gibi büyük şehirlerde on binlerce kişi sokaklara döküldü. Eylemlerde en çok hedef alınan gruplar, Hindistan, Pakistan ve Orta Doğu kökenli göçmenlerdi. Protesto dövizleri ve sloganları ise yalnızca göç politikasına değil, çokkültürlülüğe karşı da güçlü bir ideolojik tepkiyi yansıtıyordu. “Hemen geri gönderin”, “Beyaz Avustralya harekete geçmeli” ve “Kendi ülkemizde azınlık oluyoruz” gibi ifadeler, yalnızca göç karşıtı bir tutumu değil; ırksal üstünlük fikrini ve kültürel homojenlik arzusunu besleyen sistematik bir dönüşümü işaret ediyordu. En dikkat çekici sloganlardan biri ise “Tek bayrak. Tek halk. Tek kültür.” çağrısıydı. Ve evet, bunu bir yerden hatirliyorsunuz. Avustralya meydanlarında yankılanan bu sözler, sadece evrensel milliyetçilik söylemlerine değil; aynı zamanda Türkiye’deki yakın tarihli politik dile de tuhaf bir benzerlik taşıyor.

Gösterileri organize eden bazı isimlerin daha önce antisemitik, İslamofobik ya da Hitler yanlısı söylemlerle öne çıkmış olması, bu hareketin tesadüfi bir halk tepkisinden ziyade, örgütlü bir nefret dalgasına dayandığını ortaya koyuyor. Polisin gösterilere yaklaşımı ise dikkat çekici bir çifte standardı açığa çıkardı. Aynı gün düzenlenen barışçıl bir Filistin yanlısı eyleme katılan bir kadın gözaltına alınırken, sahnede açıkça nefret çağrıları yapan gruplara müdahale edilmedi.
Bugün Avustralya’da yükselen göçmen karşıtlığı, yalnızca ekonomik krizle açıklanamayacak kadar derin, politik destekle beslenen kadar örgütlü ve kültürel kodlarla şekillenen kadar sistematik.
Ve en tehlikelisi de şu: Bu nefret artık kenarda köşede değil. Maske takmıyor.
Siyasal Sahnedeki Çatlaklar: Popülizm mi, Sorumluluk mu?
31 Ağustos 2025’te gerçekleşen “Avustralya için Yürüyüş” yalnızca sokaklarda değil, Avustralya siyasetinde de net bir kırılma yarattı. Protestolara bazı siyasetçilerin verdiği destek, ülkede göçmen karşıtlığının sadece marjinal çevrelerle sınırlı olmadığını; belli siyasi damarlar içinde de karşılık bulduğunu gösterdi.
En dikkat çeken destekçilerden biri bağımsız milletvekili Bob Katter oldu. Sosyal medya hesabından yayımladığı videoda, eylemi “ülkenin işgale uğramasını önleme mücadelesi” olarak tanımladı. NSW Libertarian milletvekili John Ruddick ise eyleme katılarak “beş yıllık göçmenlik durdurması” çağrısı yaptı. Onu dinleyen kalabalığın “Onları geri gönderin!”sloganlarıyla verdiği coşkulu tepki, söylemin ne kadar geniş bir karşılık bulduğunu ortaya koydu.
Protestoların Canberra ayağında yer alan Pauline Hanson ve partisi One Nation da, uzun yıllardır göçmen karşıtı tutumlarını bu kez meydanlarda tekrar etti. Siyasi arenada bu söylemlere alan açılması, ırkçı ideolojilerin daha da normalleşmesine yol açma riski taşıyor.
Ancak bu tabloyu dengeleyen çok net bir karşı duruş da vardı. İçişleri Bakanı Tony Burke, yürüyüşleri “Avustralya’yı bölmek isteyenlerin eylemi” olarak tanımladı. Çokkültürlülük Bakanı Anne Aly, çokkültürlülüğün Avustralya’nın temel kimliği olduğunu vurgularken, Victoria Eyalet Başbakanı Jacinta Allan açık bir çizgi çizdi:
“Nazilerle yürüyen hiç kimse, bu ülkenin değerlerini temsil edemez.”
Bu açıklamalar, federal düzeyde yöneticilerin toplumsal kutuplaşmaya karşı net ve ilkeli bir pozisyon aldığını gösterdi. Ancak diğer yandan, siyasi popülizmin nefret söylemiyle flört etmesi, göç tartışmasını tehlikeli bir zemine taşıyor. Bu zeminde artık yalnızca göçmenler değil, Avustralya demokrasisi de sınanıyor.
Toplumsal Direniş ve Vicdan: Avustralya Kimin Ülkesi?
31 Ağustos’taki “Avustralya için Yürüyüş” eylemleri, yalnızca ırkçı bir ideolojinin sokağa dökülmesiyle değil, aynı zamanda güçlü bir toplumsal direnişle de tarihe geçti. Melbourne, Sydney ve Brisbane gibi şehirlerde aynı anda organize edilen karşı-protestolar, Avustralya toplumunun önemli bir kesiminin bu nefret dilini reddettiğini açıkça gösterdi. Melbourne’de toplanan anti-faşist gruplar, aynı saatlerde yürüyen göçmen karşıtı kalabalıkla polis barikatlarıyla ayrıldı. Ancak sözlü sataşmaların ve alkol kutularının havada uçuştuğu anların ardından, özellikle karşı protestoculara yönelik sert polis müdahaleleri yaşandı. Tüm bu tablo, yalnızca yürüyenlerin değil, karşı çıkanların da susturulmak istendiği bir atmosferi ortaya koydu.
Sydney’de benzer bir sahne yaşandı. Filistin yanlısı yürüyüşüyle denk gelen saatlerde yüzlerce insan, göçmen karşıtlığına karşı pankartlar taşıdı: “Nefrete yer yok”, “Çokkültürlülük gücümüzdür”, “Naziler defolsun.” Bazı bölgelerde bu protestolar yalnızca göçmenler tarafından değil, Avustralyalı yerli halktan, sendika üyelerinden, öğrencilerden ve LGBTİ+ topluluklarından da destek gördü. Yani çokkültürlülük fikri yalnızca bir etnik politika değil, ortak yaşamın temel taşı olarak savunuldu.

Medya da bu direnişte önemli bir rol oynadı. ABC, The Guardian ve SBS gibi ana akım medya kurumları, eylemlerin arkasındaki isimleri ifşa eden kapsamlı haberler yayımladı. “Beyaz miras” ve “geri gönderme” gibi sloganların hangi ideolojik zeminlerden beslendiği kamuoyuna net biçimde aktarıldı. Akademisyenler, bu tür yürüyüşlerin normalleşmesinin tehlikelerine dikkat çekti: “Bugün Hintliler, yarın sen.”
Ancak 31 Ağustos’ta Avustralya’nın sokaklarında atılan sloganlar, yalnızca göçmenleri hedef almıyordu. Aslında o sloganlar, Avustralya’nın ne olduğuna ve ne olacağına dair verilen bir mücadelenin sesiydi. “Ülkemizi geri alın” diyenlerin hayal ettiği şey; çeşitliliğin yerini homojenliğin, eşitliğin yerini üstünlüğün, birlikte yaşamanın yerini dışlamanın aldığı bir düzen. Fakat Avustralya’nın tarihi ve bugünü bu söylemin çok ötesinde duruyor.

Evet, bu ülke bir zamanlar “Beyaz Avustralya”Politikası ile beyaz üstünlüğünü sistemleştirmişti. Fakat aynı ülke, bu politik mirastan uzaklaşmayı da başardı. 1970’lerden itibaren çokkültürlülük, yalnızca bir göçmenlik tercihi değil; sosyal uyumun ve ortak yaşamın yapı taşı olarak kabul edildi. Bugün kamu hizmetlerinden okul sistemine, medyadan kültürel etkinliklere kadar pek çok alanda farklı dillerin, kimliklerin ve kültürel geçmişlerin izleri bir arada yer alıyor. Bu çeşitlilik, sadece birlikte yaşamayı mümkün kılmıyor; aynı zamanda Avustralya’nın küresel kimliğini de şekillendiriyor.
Ben de bu ülkeye başka bir yerden gelen, geçmişi Türkiye’ye uzanan bir göçmenim. Avustralya’ya yalnızca fiziksel olarak değil, düşünsel olarak da yerleşmiş hissediyorum. Burada yaşamak, yalnızca bir vatandaşlık statüsünden ibaret değil; aynı zamanda birlikte yaşama fikrine bir katkı sunma süreci. Bu yüzden, göçmen karşıtı söylemler yükseldiğinde ya da ırkçı gruplar meşruiyet aradığında, sessiz kalmak mümkün olmuyor. Çünkü mesele sadece göçmenleri ilgilendirmiyor; ortak yaşamı önemseyen herkesi kapsıyor.
Göçle büyüyen bir ülkenin, bu katkıyı unutarak hareket etmesi kolay değil. Ancak ekonomik kriz dönemlerinde ya da toplumsal güvensizlik anlarında, tarihsel olarak benzer örneklerde olduğu gibi, kolay hedefler bulunabiliyor. Bugün bu hedef, göçmenler gibi görünüyor. Ama yarın, kim olacağı belirsiz.
Bu yüzden, “Avustralya kimin ülkesi?” sorusu yerine, belki de “Bu ülkede kimlerle birlikte yaşamak istiyoruz?” sorusunu sormak daha anlamlı olabilir. Cevap, bir manifestoda ya da siyasal programda değil; sokakta yanından geçenin güvenliğinden, okulda çocuğunun arkadaşından, markette sıra beklerken omuz omuza durduğun insanlardan geçiyor.