‘Yüzyıllık Apartheid’** kitabının hacmi nispeten küçük olmakla beraber,son yüzyıldır Türkiye’de yaşanan ayrımcılık ve vatandaş eşitsizliği hakkında ileri sürülen görüşler, olgular ve olaylar, yasa ve kararnameler ve nihayet süreklilik kazanmış uygulamalar itibariyle, Cumhuriyet’in tarihini, niteliğini ve aktörlerini kapsamlı bir tartışmanın konusu haline getiren, oldukça iddialı tezlerin yer aldığı önemli bir kitap.
Kitapta Cumhuriyet’in temel karakterinin ‘Apartheid rejimi’ olduğu ileri sürülüyor. Daha Kurtuluş Savaşı’nın ilk döneminden (1918’den) başlayıp, günümüze değin ele aldığı yasalar, kurumlar, kurallar, kararnameler ve uygulamalar yoluyla böyle bir rejimin inşa edildiği belirtiliyor.
Osmanlı’da yüzyıllar boyu hüküm süren Millet Sistemi”nin bu ayrımcı rejimin inşasında hem elverişli bir zemin yarattığı, hem de söz konusu rejimi tercih eden, başta Mustafa Kemal olmak üzere, dönemin asker ve sivil liderlerinin işini kolaylaştırdığı vurgulanıyor. Bu bakımdan da sistemler arasında bir tür “devamlılık” yaşandığına dikkat çekiyor.
Kitabın gösterdiği resmi ve ciddi kaynaklar ve tanıklıklar, iddianın tekil ve tesadüfü olmayan güçlü gerekçelere dayandığına işaret ediyor ve bu bakımdan tarihçi Taner Akçam’ın ortaya attığı bu konunun ciddiyetle üzerinde durulmasını gerektiriyor.
Nitekim Akçam da, siyaset dünyasına ve akademiye seslenip, hem yüzyıllık tarihin farklı şekilde yazılabileceği söylüyor ve hem de tartışma çağrısında bulunuyor.
Kitabın önsözünde kastettiğinin ” klişe haline gelmiş ‘tarihten dersler çıkarmak’ olmadığını özellikle vurguluyor.” Aksine bir anlamda tarihin yarattığı engellerden kurtularak özgürleşmek şansının düşünsel imkanlarını aramak, zorlamaktır. Geleceğe ait farklı seçeneklere ancak tarih üzerine konuşma tarzımızı değiştirirsek sahip olabiliriz. Bu çalışmanın muradı bunun yollarından birini gösterebilmektir” diyor.
Kitapta dikkat çeken dört tez var.
İlki Türkiye’de bir “Apartheid rejimi” bulunduğu ve bunun temellerinin Kurtuluş Savaşı’yla birlikte atıldığıdır. Başta Mustafa Kemal olmak üzere Cumhuriyet kurucularının Osmanlı’nın dağılmasını takiben, bu tür bir rejim inşa etme yönünde tercihte bulunduklarını ileri sürüyor.
İkinci tezi, 1. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan ve parçalanan Osmanlı’dan geriye kalan topraklar üzerinde kimin hakkı olduğu ve kimin egemenlik kuracağı hakkında, daha o yıllarda siyasi ve akademik çevrelerde süren tartışmalara dairdir. Akçam, Apartheid rejiminin bilince çıkmamasını Cumhuriyet’in kuruluşunun “Kurtuluş Savaşı” ve “Bağımsızlık Savaşı” olarak hikaye edilmesine bağlıyor. Kendisi konuya “iç savaş” anlayışıyla değerlendirmekle beraber, ister “Kurtuluş Savaşı/Bağımsızlık Savaşı” ister “İç savaş” olsun, her iki durumunda ortak noktalarının “egemenlik hakkı” olduğuna dikkat çekiyor. Bu hakkın önemine karşın,bu yaklaşımın ‘Apartheid rejimini’nin oluşum sürecine nüfuz etmek ve onu anlamaktan uzak düşürdüğüne bilhassa dikkat çekiyor. Bu nedenle de 1918-1923 dönemi için “Apartheid rejimini merkeze alan bir paradigma değişimi ve yeni bir anlatı öneriyor.
Yazar üçüncü tezinde, kuruluşu takiben 1938’e kadar devam eden dönemin tarihinin de “vatandaş eşitliği” bakışıyla, yeniden yazılmasını gerekli görüyor. Kurtuluş Savaşı’nın esas olarak yabancı işgalci güçlere karşı verilen anti-emperyalist bir savaş mı, yoksa hangi topraklar üzerinde hangi ulusun egemenlik kuracağına yönelik olarak Türk, Kürt, Ermeni ve Rumlar arasında yaşanan bir iç savaş mıydı, şeklindeki soruların ötesinde bakıyor olaya. Bugüne değin söz konusu dönemin farklı etnik-dini grupların kendi kolektif hikayesi, daha çok da ”…egemen Türk topluluğu ve/veya Türk devleti ile olan sorunları ekseninde ele alınıp yazılmış olmasına” itiraz ediyor. Diğer grup ve aktörlerin neredeyse yok sayıldığını belirtiyor. Bunun da “kompartmanlara ayrılmış bir tarih yazımı”na yol açtığını, halbuki her kesimi kucaklayan, entegre bir yazımın hem ihtiyaç, hem de şart olduğunu vurguluyor.
Dördüncü tezine gelince Akçam, egemen siyasi kültürün yarattığı yaygın özdeşleşmeden hareketle, 1918-1938 Apartheid rejiminin kurucularıyla araya mesafe konulması teklif ediyor. Ayrımcı rejimin köklerinin anlaşılmasının ve değiştirilmesinin yolunu burada görüyor. Din, dil, etnik köken farkından bağımsız bütün vatandaşların “eşit ve eşdeğer” olduğu, demokrasinin kurum ve kurallarıyla işlediği bir Türkiye isteniyorsa, bunun gerekli olduğuna işaret ediyor. “Bu bağlamda 1918-1938 arasındaki dönemin vatandaşların eşitlik-özgürlük arayışlarının tarihi olarak yeniden düşünülmesini teklif ediyor. Eşit vatandaşlık ekseninde bir gelecek tahayyülü söz konusuysa, geçmişi böyle okumaya davet ediyor. Onlarla özdeşleşme halinin demokrasinin ve vatandaş eşitliğinin önünde engel oluşturduğunu ileri sürüyor.
Türkiye’deki resmi tarihin toplum hayatımızdaki konumu ve siyasal etkisine, üstesinden gelinemeyen yorgun tarihsel sorunlarımıza bakınca, Akçam’ın “Yüzyıllık Apartheid” kitabında gündeme getirdiği konuların önyargısız bir şekilde tartışılmasına ihtiyacımız olduğu açıktır.
Örneğin, Akçam Türkiye’de halen yürürlükte olduğunu belirttiği Apartheid rejiminde hiyerarşik olarak üç kesim bulunduğunu söylüyor. Hiyerarşinin en üstünde “Sünni Müslüman Türk vatandaşların bulunduğunu ileri sürüyor ve buna dair bir hayli resmi konuşma, olay ve kaynak gösteriyor. İkinci ve orta kesimde Aleviler ve Türk olmayan diğer Müslümanlar yer alıyor (Kürtler, Çerkesler, vb.). Son ve en alt tabakaya gelince, bu bölüm Hıristiyan ve Yahudilerden oluşuyor. Akçam, bu hiyerarşiyi Hindistan’dan mülhem Türk usulü “kast sistemi” olarak tanımlıyor.
Özellikle, Kurtuluş Savaşı döneminde ve Cumhuriyet’in kuruluşunu takip eden yıllarda yaşanan isyanları, ileri sürdüğü kast sisteminin anlaşılması bakımından irdeliyor ve son derece önemli ve tartışmasız resmi belgelere atıfta bulunuyor.
Asimilasyon uygulamalarına, ırkçı ve milliyetçi doktrinlere, iktidar odaklarının ayrımcı politikalarını haklı çıkarmak uğruna yaptıkları enteresan savunulara, değişik dönemlerde yaşanan isyanların, özellikle Kürt isyanlarının şaşırtıcı bileşimlerine, idam listelerinde gözden kaçırılanlara dikkat çekip, konuyu irdeliyor. Hatta konuyu günümüze taşıyıp, yıllar sonra bir Ermeni gencin kaymakam atanmasının yarattığı şaşkınlığa dikkat çekiyor.
Akçam, bu kitabın kendisine, Türkiye’nin kuruluşuna ilişkin, önceki çalışmalarında yer alan Ermeni Soykırımı eksenli anlatıyı, Kürtler ve Aleviler ile diğer Hıristiyan azınlıklara doğru genişletme imkanı verdiğini vurguluyor.
Sonuç olarak, Akçam’ın bu kitabında ortaya koyduğu düşüncelerin, alışıldık görüşleri bir hayli zorladığı ortada. Ama Türkiye’nin yüzyıldır çözemediği ve bugünümüzü de karartan sorunlarımız olduğu da ortada. Dini ve etnik ayrımcılığın bu ülkenin kanayan yarası olduğu herkesin bildiği bir sır. Bunlara dair geleneksel inkar çizgisinin çözüm olmadığı döne döne yaşadığımız bir gerçek. Ülkenin etnik, dini, ve mezhebi çeşitliliği üzerinde vatandaş eşitliği ve özgürlüğünü garanti altına almış, çoğulcu bir demokrasi inşa etmeden, ortak bir gelecek tahayyül etmenin boş bir çaba olduğunu …
*” Taner Akçam, Yüzyıllık Apartheid, 1918-1923 Türkiyesi: Bağımsızlık ve Apartheid Rejiminin İnşası”, ARAS Yayınları, Temmuz 2023, İstanbul, 151 s.
**Taner Akçam, Ermeni Soykırımı alanında yaptığı çalışmalar, yayınladığı makaleler ve kitaplarla tanınıyor. Bu çalışmalarını uzun yıllar Hannover Üniversitesi ve takiben ABD Clark Üniversitesi Tarih Bölümü Holokost ve Soykırım Çalışmaları Merkezi’ndeki Kaloosdian/Mugar kürsüsünde sürdürdü. Halen, ABD’de UCLA bünyesinde Promise Enstitüsü’nde Ermeni Soykırımı Araştırma Programı direktörlüğünü yapıyor.