Sokak köpekleri tartışmasına başlanması ve üzerinden hemen atlanmaması gereken esas soru şu:
Sokaklarda neden köpekler var?
Çok basit bir soru gibi geliyor ama değil.
İşin hem tarihi hem ahlaki özü bu sorunun cevabında saklı.
Önce tarihi cevaptan başlayalım
Meselenin mama lobisiyle ya da insan sevmeyen histerik hayvansever tiplemesiyle bir ilgisi yok.
Aslında cevabı basit.
Köpekler hep oradaydı.
Kimseler yokken köpekler vardı.
Hatta alameti farikamız sokaklardaki kediler ve köpeklerdi.
Irwin Cemil Schick, “Müslüman Türkler ve Köpek” makalesinde bunun tarihini çok iyi anlatır.
Bugün bütün kütüphanelere denemeleri giren Montaigne, daha 1580’li yıllarda yazdığı “Zulüm Üzerine” adlı denemesinde Batılı okurlarına doğaya karşı sorumluluklarımızı hatırlatırken “Türkler’in hayvanlar için hayır kurumları ve hastaneleri vardır” diye yazmıştı.
Bir yüzyıl sonra 1660’larda Türkiye’den geçerek Hindistan’a giden Fransız gezgin Jean de Thévenot de seyahatnamesinin Türkiye bölümünde “bize saçma gelecek ama” diyerek yine sokaklardaki köpekler, kedilerle ahalinin ilişkisini anlatmıştı:
“Merhametleri hayvanlara ve kuşlara bile uzanmaktadır. Pazar kurulduğu günlerde birçoğu gidip kuş satın alıp, sonra da onları serbest bırakırlar; kuşların ruhlarının, Kıyamet Günü’nde gelip, Tanrı’nın huzurunda onlardan gördükleri şefkate tanıklık edeceklerini söylerler. Gerçekten de acı çeken bir hayvan görmeye hiç dayanamazlar. … Ve bazıları öldüklerinde şu kadar köpeğin ve yahut kedinin haftada şu kadar defa doyurulması için külliyetli miktarda para vakfederler; bu parayı fırıncılara yahut kasaplara verirler ve onlar da aksatmadan ve vaktinde görevlerini yaparlar. Her gün et yüklenmiş adamların gidip vakfın köpekleriyle kedilerini çağırdıklarını, etrafını çevirdiklerinde etleri aralarında paylaştırdıklarını görmek çok keyiflidir. Burada Türkler’in hayvanlara gösterdikleri merhametin yüz değişik örneğini verebilirim. Bize çok saçma gelebilecek olan bu tür hareketlerine sık sık tanık olmuşumdur. İyi giyimli birkaç adamın sokakta yürürken yeni doğurmuş olan bir köpeğin yanında durduğunu, hep birden gidip taş toplayıp çevresine küçük bir duvar örerek geçen dikkatsiz birinin yanlışlıkla üzerine basmasını önlediklerini gördüm.”
1700’lerde yolu buralardan geçen seyyah Antoine Laurent Castellan’ın dikkatini hala bu çekmişti:
“İhtiyarlığa ve çocukluğa saygı gösterirler ve iyiliklerini hayvanlara kadar vardırırlar. Leyleklerle kırlangıçlar, kovulmak tehlikesi olmaksızın yuvalarını evlerin damlarında yapabilirler. Hattâ bu, evi her türlü felâkete karşı koruyacak olan bir Tanrı lûtfu addedilir. Köpekler sürü halinde sokaklarda gezinirler, onlara kötü davrananın vay haline! Merhametli bir Türk böyle hayırlı bir işin masraflarını üstlendiği takdirde, et yüklenmiş adamlar bu hayvanlarla ve kedilerle çevrili halde dolaşırlar, onlara yiyecek dağıtırlar.”
19.Yüzyılda Osmanlı ordusunun modernizasyonunda görev almış Alman komutan Helmut von Moltke de Türkiye mektuplarında hayvanlarla bu kurulan ilişkiden bahseder:
“Evlerde asla köpek bulunmaz, fakat sokaklarda bu sahipsiz hayvanlardan binlercesi fırıncıların, kasapların sadakalarıyla ve aynı zamanda kendi emekleriyle yaşarlar; çünkü köpekler burada temizlik memurlarının görevini hemen hemen tamamıyla üzerlerine almışlardır…”
Bu sadece Batılı oryantalist seyyahların abartılı bir egzotik Doğu anlatımı da değildi.
Yine Schick’in makalesine koyduğu, İstanbul şehir hayatını 50’lerden itibaren Türk Folklor Dergisi’ne yazmış Münnever Alp, İstanbul günlük hayatında ve kültüründeki sokak köpeklerini şöyle anlatır:
“İstanbul halkı, kadın erkek, başlarına gelen bir hastalık veya dertten kurtulmak için köpeklere ekmek adardı. “İnşallah şu dertten kurtulayım, köpeklere üç okka borcum olsun…” derlerdi. Dertten kurtulsa da, kurtulmasa da adağını yerine getirirdi. Bir işi yapmamağa, bir şeyi içmemeye, bir eve gitmemeye tövbe ve yemin edip de bir zaman sonra yeminini bozmak zorunda kalan kimseler de yemin kefareti olarak oruç tutmak, sadaka vermek yerine üç akşam, beş akşam köpeklere ekmek vermekle yemin kefaretini vermiş olurlardı. … Hali vakti yerinde olan birçok meraklı aileler fırınların ucuza sattığı bayat ekmekten köpeklere tayın bağlardı. Bütün sokak halkı köpekleri el birliği ile beslerdi. Günde üç öğün sofra artıklarını çöp küfesine atmazlar; bir lokma ekmeği, bir küçük kemiği bile ziyan etmek istemezler; hemen sokak kapılarının hizasına, duvar dibine, ayak basmaz yere dökerlerdi.”
Yani sokak kedileri ve köpekleriyle kurulan ilişki; arkaik, geri kalmış, egzotik, köylü ya da kırsal adetler değildi, tam tersine şehirli kültürün bir parçasıydı ve bu kültürün taşıyıcısı da İslam’dı.
İnançları yüzünden 307 yıl saklanan Ashab-ı Keyf’in yoldaşı Kıtmir adlı bir köpeğin, çölde kalmış bir köpeğe ayakkabısıyla kuyudan su alıp veren bir hayat kadınının cennete gittiğini söyleyen bir hadisin, köpekler, kedilerle ilişki üzerine onlarca hikmetli sözün, kıssanın, nasihatın, atasözünün olduğu bir medeniyette başka bir kültürün oluşması da mümkün değildi.
Ama aynı zamanda köpekler (hatta bir miktar kediler) evlere de alınması dinen ve kültürel olarak da caiz olmayan hayvanlardı.
Köpek hem necisti hem de aç bırakılmaması gereken bir can.
Bu iki birbiriyle çelişkili kültürel ve bize özgü kod birleşince ortaya sokaklarda yaşayan ama herkesin çok hassas olduğu ve iyi baktığı kedi ve köpek popülasyonu ortaya çıktı.
Yani bu kedileri ve köpekleri yüzlerce yıldır sokaklarımızda biz baktık, büyüttük ve koruduk.
Sonra bazı zamanlar geldi sayıları çok arttı, çözüm yolları arandı, tıpkı bugünlerde savunulduğu gibi Avrupalı şehirler gibi olma arzularıyla sokaklardan hayvanları yok etmeyi savunanlar çıktı.
Bu fikri ilk savunan kişinin Osmanlı’nın ilk modernleşmeci despotu 2. Mahmut olması herhalde sürpriz değil.
Köpekleri toplatıp bir otun dahi yetişmediği kayalık Sivriada’ya götürülmesi talimatını ilk veren 2. Mahmut’tu.
Ama bu modernleşmeci fikir, hiç beklenmedik bir geleneksel direnişle karşılaştı.
Kültürel kodlar devreye girdi, “köpeklere zulm etmeyelim başımıza bir hal gelir” homurtuları yükseldi.
Öyle bir tepki olmuştu ki, köpekler bir süre sonra geri getirilmişti.
Kısa bir süre sonra bu hurafeyi doğrulayan felaketle birlikte.
Mısır’dan Mehmet Ali Paşa’nın ordusu İstanbul’un üzerine yürümüş, Kütahya’ya kadar gelip ancak dış baskıyla, anlaşmalarla geri dönmüştü.
Sonra ikinci büyük modernleşmeci otoriter hamle olan 1908 sonrası yine Avrupa’daki şehirler gibi olmak arzusuyla, İttihatçı vali Suphi Bey tarafından 1910’da köpekler ikinci kez sokaklardan toplatılıp bir kere daha Sivriada’ya götürüldü.
Pierre Loti’den okuyalım:
‘‘…Bu ülkeye İkinci Mehmed’in ordularının ardından gelen köpekler …Terakki’yi ve hükümet işlerine levantenlerin girişini unutmuşlardı. Dört-beş asırlık sadakatten sonra ve kimseyi hiçbir zaman ısırmamış olmalarına rağmen, katliamların en iğrencine mahkûm edildiklerini gördüler. Hiçbir Türk, Hilâl’e uğursuzluk getireceği söylenen bu onur kırıcı görevi üstlenmek istemedi. Bu yüzden serseriler, işsiz güçsüzler ve haydutlar görevlendirildi. Bunlar işlerini demir kıskaçlarla yapıyorlar, zavallı kurbanlarını boyunlarından, ayaklarından ya da kuyruklarından yakalıyorlar ve onları rastgele kan-revan içinde Hayırsızada’ya götürecek olan mavnalara atıyorlardı.
… İstanbul’un diğer bütün köpeklerinden yüzlercesinin yeraldığı Hayırsızada, Marmara’nın ortasında çöle benzeyen bir kayaydı. İçecek bir damla su yoktu, köpekler orada açlıktan ve susuzluktan öldüler ve bu arada bilinçlerini yitirdiklerinden birbirlerini yediler. Adanın yakınlarından bir kayık geçerken hepsi kıyıya geliyorlardı ve yürekleri parçalayan iniltileri duyuluyordu. Bu, iki ay sürdü. Kayıkları ve insanları ne kadar uzakta olursa olsun gördüklerinde, bütün saflıklarıyla yardıma çağırıyorlardı. …Ve ben de bu köyün insanları gibiydim… Bütün bunların Türkiye’ye uğursuzluk getirmesinden korkuyorum’’
1912-1914 yılları arasında İstanbul Valisi olan Cemil Paşa (Topuzlu), sokaklardaki köpekleri nasıl ima ettirdiğini anılarında anlattı:
‘Meşrutiyetin ilânından sonra, İstanbul’daki köpeklerin büyük bir kısmı toplatılarak Marmara’daki Hayırsız Ada’ya gönderilmişti. Bununla beraber belediye başkanlığına tâyinim sırasında 30 bine yakın köpek buldum. Bunları yavaş yavaş imha ettirdim. …Süprüntüleri sabahları kapılarının önüne bir çöp kabı içinde koymayıp sokağa atanların çöplerini tekrar evlerinin içine döktürdüm’’
(Kaynak: Murat Bardakçı- Tarihimizde İki Köpek Soykırımı- Hürriyet)
Korkulan o uğursuzluk da geldi.
Önce deprem oldu, sonra savaş koptu ve imparatorluk yıkıldı.
İnsanlar bu ikisi arasında öylesine bir bağ kurdular ki Sivriada, Hayırsızada olarak anıldı.
Herhalde daha sonra uğursuzluk gelmesin diye kimse böyle radikal yöntemlere başvurmadı. İttihatçıların kötü şöhreti de bu yöntemlerle birleştirilmiş olabilir.
Cumhuriyet arşivlerine göre 1925 yılında bir sokak köpeği tarafından ısırılan Atatürk, en radikal Batılalaşmacı ve modernleşmeci olmasına rağmen sokakları hayvanlardan temizlemeye girişmedi.
Köpekleri oldu, hatta onlardan biri Anıtkabir’de sergileniyor.
Yani sokaklardaki köpekler de nüfusları arttığında onlarla ne yapacağımız meselesi de yüzlerce yıllık bir mesele.
Şehirlerde yüzlerce yıl yerleşik bir birlikte yaşama dengesi kurulmuştu.
Bunu bozan göçler ve şehirlerin büyümesi oldu.
Bu iki baskı yarattı.
Şehirler büyüdükçe köpekler şehrin tam içinde kaldı. Onların yaşadığı izbe yerler şehir oldu. Şimdilerde sorunun en sert yaşandığı yerlerin şehir dışındaki siteler ve çevresi olması bir rastlantı değil. Yani köpekler şehrin içine girmedi, biz köpeklerin yaşadığı yerlere şehirler kurduk.
Kırsaldan şehirlere artan göç de sorunun görünür olmasının nedenlerinden biri oldu.
Şehirliler gibi köpeklerle ve kedilerle yüzlerce yıllık bir ortak yaşam kültürü olmayan köylüler için hayvanlar ikiye ayrılır; faydalı hayvanlar ve zararlı hayvanlar. Köpek bu ikisi arasında kalmış bir hayvandı ve birlikte yaşamın önünde yine necis olmak gibi kültürel ve dini engeller vardı.
O yüzden şehirlerdeki köpekler en çok göçlerle yeni gelenlere tuhaf ve korkutucu geldi. Köpekler dışlandıkça aç kaldı, nüfusları çoğaldı, karşılıklı düşmanca hisler arttı.
Bu arada modernleşmeyle evde köpek beslemek diye bir adet yaygınlaştı. Ama köpekler ev sahibini ısırmak ya da bakımının zahmetli olması gibi sebeplerle kendileri kapının dışında buldular. Bu Avrupai geçici heves de sokaklardaki köpek sayısını artırdı.
Ama bütün bunları köpekler değil, insanlar yaptı.
Evet Avrupa’daki şehirlerde sokaklarda kediler ve köpekler yok. Ama zaten yüzlerce yıldır pek yoktu. Çünkü bu onların değil bizim kültürümüz.
Ama onların şehirlerinde sokaklarda hayvan olmadığı, çok güvenli oldukları da ayrı bir propaganda.
Google’a Amsterdam, Londra, New York ile birlikte fare ve sıçan yazınca karşınıza çıkanları sadece okumak bile dehşete kapılmak için yeterli:
“ABD’nin en büyük kentlerinden New York’un ardından İskoçya’nın Glasgow kentini de fareler bastı.”
“İngiltere’de yayınlanan Observer gazetesi, ülkedeki fare nüfusunun geçen yıldan bu yana 3 milyona yakın artış göstererek, 60 milyonun üzerine çıktığını bildirdi.”
“Amsterdam’da fare ve sıçanlar nedeniyle bu yıl on işletmeyi geçici olarak kapatmak zorunda kaldı.”
“İngilltere’de tuvaletlerden dışarı fırlayan fare şikâyetleri arttı.”
Kültürel olarak köpeklerle yüzlerce yıllık birlikte yaşama tecrübemiz de sonra sayıları artınca onlardan sıkılmamız da onlara az ötemizde ama yanıbaşımızda izbe yaşam alanları bırakmayıp her yere siteler, apartmanlar yapmamız da, televizyon filmlerinden heves edip eve alıp sonra sokaklara bırakmamız da hepsi bizim suçumuz.
Şimdi bunların hepsinin faturasını topyekün bütün köpeklere ve hayvanseverlere yıkmak büyük bir haksızlık.
Çözüm olarak Devlet Bahçeli’nin bile anlayamadığı uyutmanın konuşulması da…
Tabii ki saldırgan köpekler için böyle çözümler de olabilir. Köpeklerin de karakterleri, huyları var. Suçlu, kriminal köpekler var.
Ama yüzyıllardır kıtmirlerle birlikte yaşamış bir kültürde bütün köpekleri sokaklardan toplayıp uyutmak gibi toplu katliamın bir çözüm olarak savunulmasına, bu modern türcü temizliğe en fazla bu kültürün muhafazakarlarının karşı çıkması gerekir.
Yüzlerce yıllık bir kültürü bir yasayla ortadan kaldıramazsınız.
Kıtmir 300 yıl uyumuştu.
Hikayenin gerisi malum….