Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIKomünizm: Nasıl geldi, nasıl gitti?

Komünizm: Nasıl geldi, nasıl gitti?

Rafımda duran kitaplardan biri Sovyet ve Rus tarihi uzmanı Britanyalı akademisyen Archie Brown’un 2010 tarihli “The Rise and Fall of Communism” adlı eseriydi. Ne yazık ki Türkçe’ye tercüme edildiğine rastlamadım. Yayınlandığında satın almış ve fakat unutmuşum. Brown Rusya’daki devrimin esasında kaçınılmaz bir şey olmadığını, Birinci Dünya Savaşı gerçekleşmemiş olsaydı Rusya’nın Batı Avrupa ülkeleri gibi piyasa ekonomisi çerçevesinde kalkınmasının pekala mümkün olabileceğine inanıyor. Hatırlatmaya gerek yok. İkinci Dünya Savaşı öncesindeki dönemde komünist partiler Macaristan’daki kısa bir dönem hariç hiçbir yerde başa geçemediler. Zaten Leninizmin temelinde demokrasi yoluyla başa gelmekten ziyade devrim vardı. Devrim de Sovyetler Birliği dışında Avrupa’da hiçbir ülkede gerçekleşmedi.

Hem Dışişleri görevlerinde hem de çalıştığım iki ayrı uluslararası örgütte yurt dışında geçirdiğim uzun yıllar sırasında vakit buldukça kitapçı dolaşır, dikkatimi çeken kitapları satın alır, ancak nispeten yoğun geçen çalışma hayatımda bunları istediğim süratte okumaya vakit bulamazdım.  Birkaç yıl önce Ankara’dan İstanbul’a taşındığımızda okumadığım kitapları ayrı bir rafa yerleştirip stokları eritmeye başladım.  Gerçi mevcutları bir taraftan okurken, fırsat buldukça yenileri de eklendiği için stoklar erimeye fırsat bulamadan tazeleniyor.

Kimisi edebiyata meraklıdır.  Benim merakım ise tarih kitaplarıdır.  Biraz çekinerek itiraf etmem gerekir ki Osmanlı ve Türk tarihini dahi yabancı kitaplardan okurum çünkü ülkemizde her şey gibi tarih de kutuplaşmanın neticesinde tamamen siyasileştirildi. Bu satırları bitirmeden kısa bir süre önce gittiğim tanınmış bir kitapçı zincirinin mağazasında Osmanlı/Türk ve dünya tarihi ile ilgili kitapların nerede ise tamamının tercüme olduklarını yine gördüm. İki yıl önce Zülfü Livaneli’nin tarih kitabından ziyade tarihi roman olarak kaleme aldığı Abdülhamit konulu “Kaplanın Sırtında” adlı kitabın yarattığı anlamsız ve ilkel polemik sanırım görüşümü teyit ediyor.  Çok beğendiğim kitabın ABD’de yayınlandığını öğrenmekten ayrıca memnuniyet duydum. Devamını da kaleme alacağını ümit ediyorum.

Yakın tarihimiz ile ilgili eserler hakkında  görüşümü soran yabancılara Atatürk için Lord Kinross ve Andrew Mango’nun kitaplarını, Abdülhamit için ise François Georgeon’un kitabını tavsiye ederim.  İşin ilginci vatandaşlarımız arasında da objektif kaynak arayışı onları yabancı yazarlara yöneltmiş olacak ki her üç kitap da Türkçe’ye tercüme edildi.

Rafımda duran kitaplardan biri Sovyet ve Rus tarihi uzmanı Britanyalı akademisyen Archie Brown’un 2010 tarihli “The Rise and Fall of Communism” adlı eseridir.  Ne yazık ki Türkçeye tercüme edildiğine rastlamadım.  Yayınlandığında satın almış ve fakat unutmuşum.  Geçenlerde raftan indirdiğimde okumaya başladım ve müthiş bir tarih derinliğine sahip, aynı zamanda da anlaşılır bir dilde roman gibi okunan, çok uzun bir dönemi ve geniş coğrafyayı kapsayan 600 sayfalık kitapta maddi hataya rastlamadım. Tabii profesyonel tarihçiler farklı bir bakış açısından bakabilirler.

Brown kitabına komünizmin Marx ve Engels tarafından geliştirilen teorisini izah etmekle başlıyor.  Onlara göre komünizmin gerçekleşmesi tarihin doğal akışının ve proleterlerin devrimci hüviyetinin kaçınılmaz bir neticesiydi.  Köylü sınıfının tabiatı itibarıyla tutucu olduğuna inandıkları için komünizmin ancak Almanya ve Büyük Britanya gibi gelişmiş sanayi toplumlarında gerçekleşebileceğine düşünüyorlardı.  Her ikisi de komünist olduğunu iddia eden devrimlerin tersine tarım ağırlıklı topraklarda gerçekleştiğini tabii görmediler.

Komünizmi teoriden pratiğe çıkaran Lenin olmuştur tabii. Haliyle bu yazıda ideolojik tartışmalara girmeyeceğim.  Ne bilgi birikim ne de okuyucularımın sabır hazinesi buna imkân vermez.  Çok özetle, Lenin, Marx ve Engels’ten farklı olarak komünizmin tarihin doğal akışıyla değil, devrimle gerçekleşebileceğine inanıyordu. Lenin’den sonra Archie Brown’a göre bir komünist devletin sahip olması gereken nitelikler şunlardır:

  1. Partinin rolü: bir komünist devlette parti liderlik rolüne sahip olmalı, toplumun bütün katmanlarına egemen olmalı (leading role of the party);
  2. Parti içinde kararlar demokratik merkeziyetçilik adı altında yönetimin belirlediği şekilde alınmalı (democratic centralism);
  3. Ekonomi partinin belirlediği hedefler çerçevesinde yönetilmeli ve üretimin her türlüsü devletin elinde olmalı (command economy);

Bu temel ilkelerin gerçekten uygulandığı durumlar pek az olmuştur.  Gerek Sovyetler Birliğinde, gerek Çin’de parti yönetimi kuruluş dönemlerinde diktatörlerin eline geçmiş, ekonominin bütün araçlarının da devletin eline geçmesi özellikle Sovyetlerin son döneminde sürdürülemez bir durgunluğa yol açtığı için kalıcı olmamıştır.

Brown Rusya’daki devrimin esasında kaçınılmaz bir şey olmadığını, Birinci Dünya Savaşı gerçekleşmemiş olsaydı Rusya’nın Batı Avrupa ülkeleri gibi piyasa ekonomisi çerçevesinde kalkınmasının pekala mümkün olabileceğine inanıyor.  Hatta 1917-1921 yılları arasında cereyan eden iç savaşta Beyaz kuvvetlerin liderleri nüfusun büyük çoğunluğunu teşkil eden ve devrim başladıktan sonra ele geçirdikleri büyük toprak sahiplerinin arazilerinin kendilerinden geri alınmayacağına çiftçi sınıfını ikna edebilmiş olsalardı savaşın sonucunun farklı da olabileceğine dikkat çekiyor.

Netice malum. Sovyetler Birliği kuruldu. Ekonominin savaşlardan uğradığı muazzam tahribatı telafi etmek için ilk önce karma ekonomi denendi ancak Stalin kontrolü ele geçirdikten sonra ekonomik hayat devletin ve dolayısıyla partinin eline geçti.  Stalin’e göre komünizm elektrik ve çelik üretiminden ibaretti.  O dönemlerde yapılan özellikle tarım arazilerinin zorla kollektif yapıya dönüştürülmesi sonucunda 10 milyonlarca çiftçi ailesi soykırım boyutlarında katliama, milyonlarca insan da açlığa mahkûm edildi.  Bugün Ukrayna halkının Ruslara karşı duyduğu husumetin temelinde Stalin’in o devirde sorumlu olduğu şiddet yatıyor.

Hatırlatmaya gerek yok. İkinci Dünya Savaşı öncesindeki dönemde komünist partiler Macaristan’daki kısa bir dönem hariç hiçbir yerde başa geçemediler.  Zaten Leninizmin temelinde demokrasi yoluyla başa gelmekten ziyade devrim vardı. Devrim de Sovyetler Birliği dışında Avrupa’da hiçbir ülkede gerçekleşmedi.

İkinci Dünya Savaşındaki müttefik zaferinde Sovyetler Birliğinin kilit rolü, Şubat 1945 Yalta Konferansında Avrupa’nın halklarına danışılmadan Batılı müttefikler ile Stalin arasında ahlaksızca etki bölgelerine ayrılması, savaş öncesi Sovyetlerin tüm Doğu Avrupa ülkelerini ele geçirecek komünist liderler hazırlamış olmaları bu ülkeleri kısa zamanda ele geçirmesini sağladı. Hepsinde Stalin modeli üzerine kurulmuş rejimler iktidara geçti.  Sovyet yardımı olmadan Avrupa’da sadece Yugoslavya ile Arnavutluk’ta komünist rejimler kurulabilmişti.  Bu durum her ikisinin de kısa zaman sonra Sovyetlerle ilişkilerinin gerginleşmesine yol açmıştır.

Sonrası yine malum.  Batı Doğu Avrupa’da Sovyet egemenliğini kabul etti, Polonya, Macaristan ve Çekoslovakya’da çeşitli tarihlerde meydana gelen halk ayaklanmalarına destek vermedi. Hatta 1968 Çekoslovakya başarısız reform ve ayaklanma girişiminden sonra ilan edilen ve zamanın Sovyet lideri Leonid Brejnev’in ilan ettiği, Doğu Avrupa’da olabilecek komünizm karşıtı ayaklanmaların Sovyet askeri kuvvetleri tarafından bastırılmasını öngören ve Brejnev’in adını taşıyan doktrin de zımnen Batı tarafından kabul edildi.

Sonraki yıllar Sovyetler için durgunluk ve yaşlılar tarafından yönetilme dönemi oldu. Gittikçe yaşlanan Brejnev her türlü değişime karşı durmuş, ekonomi hız kaybetmiş, Sovyetler ve onunla birlikte tüm Doğu Avrupa sürekli zemin kaybetmişti.  Brejnev nihayet 1982 yılında ölünce yerine kendisi kadar yaşlı ve hastalıklı Yuri Andropov gelince ve o da bir yıl sonra ölünce yine aynı nesilden Konstantin Çernenko gelmişti.  Andropov’un cenaze törenine katılan zamanın Birleşik Krallık Başbakanı Thatcher, ABD Başkanı Reagan’a “cenaze töreni çok görkemliydi.  Keşke sen de gelseydin.  Ben gelecek yıl muhakkak yeniden geleceğim” demişti alaylı bir şekilde.

Nitekim üçüncü denemede Sovyet Komünist Partisi liderliğe Mihail Gorbaçev’i getirdi ve bu da birkaç yıl içinde Sovyetler Birliğinin sonuna yol açtı.  O gün bugün Gorbaçev’in kapsamlı değişime gidecek yola neden girdiği tartışılır durur.  Archie Brown’a göre Gorbaçev’in parti yönetimi içinde tarımdan sorumluyken Kanada’ya yaptığı bir seyahatte bu ülkedeki tarımın kendi ülkesinden ne kadar daha ileride olduğunu görünce gözleri açılmış.  Nitekim o seyahatte tanıştığı Kanada’daki Sovyet Büyükelçisi Yakovlev’i sonra yanına almış ve reformlarında en önemli yardımcılarından biri konumuna oturtmuştur.

Ancak değişime uğrayan bütün dikta rejimlerinin analistlerinin de çok iyi bildiği gibi otoriter rejimler için açılmak kolay değil.  Vidalar gevşetilmeye başlayınca birikmiş basınç patlama noktasına geliyor ve sistemi götürüyor.  Gorbaçev’in ekonomiyi piyasa güçlerine açmayı, buna karşılık siyasi yapıyı ve özellikle partinin toplum içindeki liderlik rolünü en azından ilk başta muhafaza etmek istediği açık.  Ancak eğitimli Rus toplumunda yaratılan beklentilerin parti tarafından karşılanamaması Gorbaçev’in gayretlerini boşa çıkarmış ve sistem sonunda çökmüştür.

İşin ilginç tarafı sistemin çökmesine yol açan ve Baltık ülkelerinde başlayan halk ayaklanmaları, devrim, karşı devrim vs gibi hareketler, Kırgızistan hariç Sovyetlerin Asya’daki Cumhuriyetlerine yansımamış, onlar parti diktatörlüğü yerine kendilerini milli lider ilan eden Komünist Partisinin yerel yöneticilerinin kişisel diktatörlüğü ile başbaşa kalmışlardır.  Çoğunda bu hala devam etmekte, hatta ölen diktatörlerin yerine oğulları geçmek suretiyle yeni hanedanlar kurulabilmektedir.  Sovyetler Birliğinin çökmesi AB ve NATO’ya giren Baltık ülkeleri dışında başta Rusya olmak üzere eski Sovyet Cumhuriyetlerinde kalıcı bir demokrasiye yol açmamıştır.  Ukrayna bile uzun bir süre oligarklar tarafından yönetilmiş olup yakın geleceği için tahminde bulunmak pek olası değil.  Rusya’ya gelince Putin çarlık döneminden çok farklı olmayan bir rejim kurdu.  Ancak tahtlarını çocuklarına bırakabilen Çarlardan farklı olarak Putin halefiyet sorunuyla karşı karşıya.  Tarih bu tür tek adam rejimlerinin liderin sahneden çekilmesiyle ayakta durmakta büyük zorluklarla karşılaştığını gösteren örneklerle doludur.

Tabii Sovyetler Birliğinin çökmesiyle, hatta daha önce, Doğu Avrupa komünizmi de kayboldu. Hem de büyük bir süratle.  Bugünkü dünyada başta Çin olmak üzere sadece Küba, Nepal, Vietnam, Laos ve Kuzey Kore’de ayakta kalmaktadır.  Az çok demokratik bir şekilde devam ettiği tek ülke Nepal sayılabilir.

Archie Brown kitabında Çin’i da haliyle ayrıntılı bir şekilde incelemekte, Mao’nun yaptığı, Stalin’inkilerine benzeyen ve aynı korkunç can kaybına yol açan hatalarından sonra 1980’den itibaren meydana gelen emsalsiz ekonomik kalkınmaya dikkat çekmekte, bunun neticesinde komünizmin ana ilkelerinden olan devlet kontrollü planlı ekonominin nasıl terkedildiğini anlatmaktadır.  Vietnam’ın tecrübesi daha küçük çapta olmakla birlikte buna benziyor.

Kitap Xi Jinping döneminden önce bittiği için son yıllarda piyasa ekonomisinden bir ölçüde geri gidildiği, devletin ve partinin öncü rolünün yeniden ön plana itildiğini tabii izah etmiyor.  Ancak Archie Brown özellikle Mao döneminden sonra Çin halkının eğitim düzeyinin çok büyük süratle yükseldiğini rakamlar vererek anlatıyor.  Eğitim düzeyi yüksek toplumlarda dikta rejimlerinin kolay kolay uzun süre ayakta kalamayacağı, özellikle ekonomik kalkınmanın yavaşladığı ve refah artışının duraklamaya başladığı ülkelerde halk hareketlerinin kendilerini hissettirdiğine ilişkin örnekler tarih kitaplarını doldurmaktadır.  Çin’in bu yoldan gidip gitmeyeceğini zaman gösterecektir.  Ancak pandemi sınamasını iyi yönetemeyen, ayrıca başta inşaat sektörü olmak üzere ekonomik performansı bozulan Çin’de memnuniyetsizlik ve halkın tepkisi son zamanlarda medyanın dikkatini çekecek ölçüde artmaya başladı.  Bunlar rejim için hayra alamet şeyler değildir tabii.  

- Advertisment -