Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIKulağa stereo fısıldayan şeytan

Kulağa stereo fısıldayan şeytan

70’lerde Amerika’da taşınabilir emsallerine gümbür gümbür fark atan cüsseli teypler, stilini, “akım” payesini omuza alındığında kazanıyor. Siyah, Hispanik öncüleriyle “Ghetto Blaster” akımı, dışlandıkları düzene karşı müzikle silahlanma: “Teyp omza!” Geçen ay yine iştigali belirsiz biri çıkıp “İnsan şarkıcıları, türkücüleri dinlediği zaman şeytan omuzlarının üzerine, sağya bir şeytan, sola bir şeytan (stereo yani) çıkar, vurmaya başlar” diye ortalığa üfledi ya… O takımı, sonrasındaki “Walkman”leri filan getirsen, notasız zihniyete her açıdan elverişli numune sağlayacak.

Teyp her şeyiyle bir dönemin simgesi. Kaseti başa sardığın an müzik tarihi bir hoş oluyor, kendini kaybediyor. İstimini nostaljiden alan o kafayla cümbür cemaat tarihinden, sosyolojisinden dem vurmak, hatta o gazla teori üretmek işten değil.

Mesela bana tüm yakın tarihimizi, toplumu, arızalı bireyselleşmeyi, keyfin, eğlencenin kişiselleştirilmesini filan teyplerle, artık her kula nasip olan “kayıt etme”yle, türlü “kaset”lerle de izah edebilirmişim gibi geliyor.

Yazı dizimde geçen pazar (11 Eylül) değindiğim kasete çektiğin/çektirdiğin müziğinin portatif ya da araba teypleriyle evden dışarı çıkmasından sonra birbirini takip eden ve “akım”, “devrim” gibi payeleri hak eden iki önemli dönem var: Müzikte anarşinin, ötekilerin, “her önüne gelenin” teyp vasıtasıyla sokağa dökülmesini de kapsayan anlamıyla “sokağa çıkması”, ardından bir devrimle “üzerinde taşınması”, ilave bir uzuvla parçan olması.

Müzikte silahlanma: Teyp omza!

İlki 70’lerde Amerika’da taşınabilir emsallerine bas destekli amfisiyle, entegre hoparlörleriyle, ekolayzırıyla, nihayetinde gümbür gümbür sesiyle fark atan iri, ağır teyplerin sokakta âleme meydan okumasıyla başlıyor. O hantal ama becerikli teybin öncüsü Amsterdam merkezli Philips. Stilini omuza alındığında kazanan cüsseli stereo teyp, ABD’de siyah, Hispanik taşıyıcılarıyla “Ghetto Blaster” akımını ortaya çıkarıyor.

 İlk getto patlayıcıları, “Boombox”lar… Çok yakan teyplerin pilleri, Volume’u sonuna kadar açarak müzik yani çiçeği-öfkesi burnunda breakdance, hip hop, rap savaşları için savunma harcaması bir anlamda. Kendilerini, kültürlerini dışlayan düzene karşı müzikle silahlanıyorlar: “Teyp omza!”

Geçen ay yine işi gücü, iştigali belirsiz biri çıkıp “İnsan şarkıcıları, türkücüleri dinlediği zaman şeytan omuzlarının üzerine, sağya bir şeytan, sola bir şeytan (stereo yani) çıkar, ayaklarıyla vurmaya başlar” diye ortalığa üfledi ya… O ekibi tam takım getirsen, omuzlarındaki gümbür gümbür baslarıyla, iki yanındaki hoparlörleriyle o notasız zihniyete her açıdan elverişli numune sağlayacak.

“Kavak Yelleri”nin ideolojisi

Müziğin tarih boyunca hükümdarlar, devletler, hükümetlerle, dinlerle, her türden otoriteyle ilişkisi zaten çetrefilli. Müzik bir şeyleri yerinden oynatıyor zira. Kimini kalkıp oynatıyor, çılgınca zıplatıyor, kiminin küfür etmeden, saldırmadan önce yapılan o istemsiz hareketteki gibi dudaklarını, dilini, sinirlerini oynatıyor.

Yaşam tarzlarına karşı alerjide, farklı yaşamların, zihniyetlerin ifadesi olan müzik türlerinin, şarkıların her yere sızan polenleri de elverişli bahane. Şarkılara hevesli bir “Ah…” nidasıyla yerleşen, insanın başında esen “Kavak Yelleri” ideolojik bir metafor, bence kavakları ondan, o alerjiyle de kesiyorlar.

“Bu şarkı şu tanrıya gelsin…”

Duruma, tarzına, mesajına göre yüklendiği pozitif-negatif elektriğiyle “müzik ve din” meselesi de öyle. Maneviyatın, inancı dile getirmenin en saf biçimi olarak ibadette yer almasını destekleyen de var, tersine onu, şarkıları hayattan kazımaya, yasaklamaya çalışanlar da…

Antik Yunan’da, Roma’da müzik tanrıların sesi, tanrılara ithaf edilen melodiler olarak anılıyor mesela. Zaten şiirlerdeki, şarkılardaki her duyguyu, temayı karşılayan mitolojik tanrıları fazlasıyla mevcut. Sadece müzik ve dansın tanrılarını, tanrıçalarını, perilerini, çoluk çombalağını, müzisyen çobanlarını filan hesaba kattığında tarihin en kalabalık, ulvî filarmonisi.

Antik Yunan’ın şiirli, müzikli, şaraplı “Şölen”lerindeki “Bu şarkı şu tanrıya gelsin” ritüelini de Platon’dan etraflıca öğreniyoruz. (Serbestiyet’te 13 Mart-3 Nisan 2022 arasında dört bölümde yayınlanan yazı dizimde, bugünün “şeytanî” nitelendirilmelerine -geriye doğru- çağ atlatacak o “Şölen”lere değinmiştim.)

Ruhunu şeytana satan virtüöz

Ama bazen de müzik şeytanın alanı, onun kakofonisi, çağıran sesi, hatta ahlaksızlığın zirvesi. Genişçe bir parantez açarak… Sanatın, müziğin ve şeytanın bağnazlığa, o zihniyete fevkalâde yatkın işbirliği, iki yüzyıl önce efsanevi keman virtüözü Nicolo Paganni’yle, “Şeytanın Kemancısı”yla zirveye çıkıyor mesela. Şeytanla anlaşma yaptığı, ruhunu şeytana sattığı, hatta şeytanın oğlu olduğu söyleniyor her çevrede.

Nedeni, çıkış noktası basit belki de: “Bir insan böyle çal(a)maz.” Çalmamalı da… Altında “İnsan, ‘kul’ bunu bile beceriyorsa kimbilir daha nelere muktedirdir” istifhamının yayılması kaygısı da var. Zira insanın kudreti, yapabilecekleri bir yere kadar. Her anlamda “düzen”, insanın tüm duygularına, düşünsel reflekslerine hâkim olan o bilinç dışı alan öyle, o cümleden kuruluyor.

Etiketi ölünce de çıkmıyor

Paganini’nin şeytanî silüeti o dönemdeki resimlerine, illüstrasyonlarına, karikatürlerine de yansıtılıyor. Hovarda, kumarbaz, içkici hayatı da söylentiler için bire bir. O şeytanî etiket ölünce de üzerinden çıkmıyor. Nice’de 1840’ta 57 yaşındayken öldüğünde başında bir rahip yok. Kilise Paganini’nin doğduğu yerde, Cenova’da cenaze törenini reddediyor.

Ondan sonra bedeninin oradan oraya taşınması süreci başlıyor. Cenova’ya taşınmasına izin verilmesi bile dört yıl sürüyor ama defnedilemiyor. 1876’da önce Parma’daki bir belediye mezarlığına, 20 yıl sonra da nihayet Parma’daki bugün yattığı mezarına gömülüyor.

Paganini’nin çağdaşı Franz Liszt de o etiketten kurtulamıyor. Virtüözlüğü bir yana “Şeytanın Kemancısı”nın bestelerinden piyano için zorlu Paganini Etüdleri yazması, bir de “Mephisto Valsleri”ni , Faust Senfonisi’ni filan bestelemesi, o dönemde öyle anılması için fazlasıyla yeterli.

“Tanrının dans ettiği müzik”

19. Yüzyıl’ın sonlarında ortaya çıkan ve “düzensiz” ya da geleneksel, bildik “düzen”i bir anda bozan ritimleriyle “Ragtime” da “Ne olacak bu dünyanın hâli” muhabbetlerinde şeytan işi. Müzikhollerde, kulüplerde, restoranlarda zamana uygun danslarını usulünce, efendi efendi döndüren kalabalık, sıra mikrofona çıkan birinin “Ragtime!” anonsluyla duyurduğu “kara müzik”e gelince zıplamaya başlıyor.

Elbette endişe verici… Sakıncalı, tehlikeli, “vahşi”, başıbozuk ritimlerinden öte teni, akor(t)u da siyah. “Şeytanî müzik” yaftasına en veciz, dikbaşlı karşılık ise Alessandro Baricco’nun Türkiye’de “Bin dokuz yüz. Okyanus Piyanisti Efsanesi” başlığıyla basılan “Novecento” kitabıyla geliyor:

“Bu müzik onları çılgına çevirecek. Günde üç-dört defa çalıyorduk. Önce lüks mevkideki zenginlere ve sonra ikinci mevki yolcularına ve bazen de o zavallı göçmenlerin yanına gidiyor ve çalıyorduk, ama üniformasız, tıpkı gündelik kıyafetle dolaştığımız gibi ve kimi zaman onlar da çalıyordu, bizimle birlikte. Dans etsinler diye çalıyorduk. Çünkü dans edersen ölmezsin. Ve Tanrı seni duyar. Ve ragtime çalıyorduk. Kimse görmediği zaman Tanrı da bu müzikle dans ettiği için…

Orta direk müzik sistemi  

Rock’n roll’un 50’lerden başlayarak şeytanın müziği olarak nitelendirilmesiyle, “zenci müziği” olarak dışlanması da kol kola… Zira alışılmamış, yırtıcı ritimleriyle de, neden olduğu danslarıyla da, ahlak, düzen dışı söylemiyle de insanı baştan çıkaran  “şeytanî bir güç”.

Teoride şeytanın sesini de kaydetme muzırlığına haiz teybe dönersek… Amerika’da bir akıma dönüşen, omuzda taşınan o cüsseli stereo teypler bir süre sonra iyice hafifliyor, değişiyor. Evde çıkarılabilir, kablosuyla odaya yayılabilir stereo hoparlörleriyle de bir bakıma “orta direk müzik sistemi”. Aynı zamanda hepsi sapıyla birlikte anteni de katlanan radyo-teyp…

Ankara’da, özellikle Ulus’taki o “hafif” teyplere özgü dükkânlarda neredeyse her fiyata, yakıştırma, orijinalinden bir iki harfiyle ayrılan markalarıyla epey şaibeli çeşitlerini bulmak çok kolay. Ama iş görüyor kendi çapında. Çift kasetlisi, müziği elden ele çoğaltmaya uygun modelleri de ibadullah.

Şahsıma bir Walkman üretin

“Ghetto Blaster” akımı, sokakta bangır bangır müzik dinlemek, hâkim kültürde hoş karşılanan bir durum değil elbette. “Müziğini özgürce dinle ama çevreyi rahatsız, toplumsal kuralları ihlâl etme” fikri Japonya’da ete kemiğe bürünüyor ve teypte ikinci dönem Walkman devrimiyle başlıyor.

Bireyselleşmenin basamakları önceki yazımda değindim keyfine göre karışık teyp kasetlerinden, kişiselleştirdiğin kasetini evde üretmekten geçiyor ama bu konuda asıl devrim -epey uzun yoldan geldiğim- Walkman. Birçok kaynakta ilk Walkman tasarımının Sony yönetim kurulu üyelerinden (ya da kurucu ortaklarından) birisinin şahsi talimatıyla yapıldığı yer alıyor.

Seyahatlerinde yanında götürebileceği bir teyp ve kulaklıkla kimseyi rahatsız etmeden, kimsenin karışmasına fırsat vermeden opera dinlemek istiyor. Yani ilk üretimindeki asıl ivme rahatça taşınabilmesinden daha çok bireysel özerklik.  Bireyselleşmenin müzikal adımı… Bireyin ortamla ilgili kontrol sahibi olması, istediğinde dışındaki “dünya”ya kepengini kapatması olanağı, özgürlüğü.

Japon üretimindeki “gizli niyet”

Sony’nin tarihi zaten portatifliğin, hayatı kaplamanın, istediğinde kendini dışa kapamanın, bireyselleşmenin kronolojisi bir bakıma! 1955’de taşınabilir transistorlu radyonun, 1957’de ilk transistorlu cep radyosunun ardından 1959’da taşınabilir minyatür televizyon, 1979’da Walkman, 1984’de Discman,1990’larda PlayStation.

Toplumsal, ekonomik değişmede, Amerika, Avrupa ezberiyle “gizli niyet” aramaktan bıkanlara duyurulur. Meseleyi bir zamanlar bizde her çocuğun rüyası olan, hâlâ bazı adreslerde varlığını koruyan “Japon Oyuncak Pazarı”na kadar götürmek de mümkün. Neydi o robotlar!

Ancak o günlerde Walkman’le ortalıkta kulaklıkla, insandan-dünyadan yalıtılmış, kimseyi duymadan dolaşmanın birçok ülke gibi -bilhassa- Japonya’da da tuhaf, hatta ayıp, saygısızca bir durum olarak nitelendirilmesi tehlikesi var. Bunu biraz önlemek için Walkman’e sesi anında kapatan bir düğme ekleniyor. Böylece gerektiğinde kulaklığı çıkarmadan konuşabiliyorsun.

Fonda’nın “Aerobik”iyle Walkman

“Biz Walkman’le insanı yalnızlaştırmıyoruz” iddialı reklâmlar da sarıyor ortalığı. Birlikte bisiklete binenler, kay kay, bilhassa aerobik yapanlar reklâmlarda çok mutlu, özgür, ötesi ayrıcalıklı. Walkman’in tanıtımının “Atları da Vururlar” filminde ölümüne dans eden Jane Fonda’nın guruluğunda dünyayı saran “Aerobik”le aynı döneme denk gelmesi de “Walkman’le her spor, her iş eğlenceli” sloganını milyonlara taşıyor. Kalın, uzun konçlu çorap, taytla üniformasını kazanan Aerobik, şıklığını, teçhizatını onuna tamamlıyor. 

 Aynı reklâmlar insana “İki işi aynı anda yapabilirsiniz” bilgisini, gazını da veriyor, özgüvenini güçlendiriyor tabii. ABD versiyonunda “Walkman’le yürürken sakız da çiğneyebilirsiniz” teması var mı bilemiyorum ama… Yaşını almış Japon judo, karate ustasını, mayolu, gencecik Amerikalı bir dansçıyla Walkman aracılığıyla buluşturan ilk reklâmları, Doğu-Batı sentezinde cesur bir adım.

“Tanrı’nın sesine yeni rakip”

Walkman meseleyi “şeytan ve müzik” üzerinden devam ettirmek isteyenler için de şeytanın kulağa fısıldayan modeli. Ki din tarihçisi Mark Noll, Christian Today’deki makalesinde Walkman’in “Tanrı’nın sesine yeni bir rakip” olduğunu savunuyor. Ancak böyle çıkışlar Walkman’in dini müzik, vaaz, dua dinlemede de kullanılmasını engellemiyor tabii.

Ama başlangıçta sosyal bir yadırgamayı, hoşnutsuzluğu en azından yüz ifadeleriyle dışa vuran yaygın bir tepki söz konusu. Sosyal ortamlarda kulaklıkla dolaşmanın hoşnutsuzluk, muhatabında bazen tedirginlik yarattığı, hemen herkesin “Bi bakış attığı” araştırmalarla da kayda geçiyor.

Zira toplumsal alanda tanımlanmış, alışılmış işleyişe konuşma, yürüme, seyahat etme, iş yapma gibi birçok başlıkta meydan okuyor. Bireysel özerkliğin saçla başla, tarzla kıyafetle, bir sembolle, giderek bir araçla dışavurulması çevrede “Biz neciyiz burada!” psikolojisini de kaşıyan bir mesele. Bireyselliğin bu kadarı, insanlığın gidişatı için de endişe verici.

“Walkman Etkisi” kavramı

Nitekim 1984 yılında Japon Profesör Shuhei Hosokawa’nın “Walkman Etkisi” kavramını ortaya attığı makalesi bugün bile “kulaklıklı hayat” için başvuru kaynağı. Otobüste, metrodaki, kamusal alanlardaki sesli hayat kendi sosyal iletişiminde, ritminde, tek düzeliğinde, alışılmışlığında seyrederken, kulaklıkla, kişiselleştirdiği müziğine, seçtiği “ses”e kapanan insanlar “hayat”ı bozuyor. 

Onlar hayatın dublajını gönlünce yaparak, hayalini, anlam örgüsünü, “drama”sını bir tür yapı-sökümle sanal dünyasında kuruyor.  O an dinlediği müzik, seçtiği filmin seçtiği müziği bir bakıma. Gerçeklikle teması azalıyor, hatta yitiriliyor. Neyse gerçeklik…

Hayattan koparan ilk sanal alan

Eleştirenler iletişimin bireyin kontrolünden, filtresinden geçmesinin, giderek “göz teması”nı bile kaldıran bir kapanmayı beslediğini savunuyor. “Kullanıcıları”nı izole, narsizmi, kaba davranışları teşvik ediyor ve bireyler arası geleneksel teması, etkileşimi azaltarak sosyal mesafeyi arttırıyor, toplumsal hayattan çekilmeyi, yalnızlığın kutsanmasını tetikliyor.

Bu yönüyle Walkman insanın dünyadan koptuğu ilk sanal alan belki. Seni ortamdan, o hayattan uzaklaştırıp başka yerlere götürüyor. Ancak istenmeyen seslere karşı kulak tıkama özgürlüğünün, “freestyle” takılmanın avantajı, hayatına katkısı da çok.

Andy Warhol çıkar çıkmaz bayılıyor mesela, “Araba kornaları yerine Pavorotti’yi dinlemek harika…” Canın istediğinde dışarıdaki sesi, seslenişi duymamamın ötesinde, duysan bile duymamış gibi yapmak konforu. İncitmeden…

Kulaklıkla yürüyen insanın evrimi

Bütün bu tartışmaların henüz filizlenmediği bizim kuşak için Walkman en esaslı devrimlerden. Can! Bir aklıevvel çıkıp “Yahu Walkman’e bayılıyorsunuz ama insanlık namına…” diye mevzuya girse, hemen yere yatırıp kulağına zorla kulaklığı takarak onu böyle bir zevkten mahrum etmeme şefkatini tüm mahalle gösterecek.

Bir anda sokaklarda boynu bükük yürüyen insanlar, “Yürü be, kim tutar seni” nidasıyla canlanıyor. O artık başka türlü yürüyen insan. Bugün iPod’la, cep telefonuyla zirve yapan, kulaklığı ilave insan uzvuna dönüştüren evriminin 14 ayar “Homo Erectus” karatındaki ilk hâli. Ortamdan, mekândan, dış seslerden kendini soyutlamak istediğinde, kapanıyorsun kendi dünyana, müziğine… Yürüyorsun Selamsız Bandonla.

Baş başa müziğin ana damarı

Tescilli markası Sony’yi, önce Sanyo, Sankyu’yla daha ucuzlatan, giderek neredeyse her adla piyasayı, merdiven altlarını saran Walkman sokaktan deniz kıyılarına, toplu taşımdan uzun yolculuklara “kendin çal, kendin dinle” olanağı. Öyle her yerdeki bir süre sonra duş için suya dayanıklı Walkman bile üretiliyor.

Ama kulaklığı bölüşerek mono da olsa baş başa dinlemek de mümkün. Sevgilinin bir kulağından giren Esmeray’ın “Büyümsün sen büyüm”ü, senin kulağından çıkıyor. Ötesi çift çıkışla, iki ayrı kulaklıkla “çiftlere has stereo dinleme” olanağı tanıyan modelleri de üretiliyor. Artık kafa ikizisin.

Kaliteli donanım, kayıt ve kasetiyle stereoyu beyninde yankılanan, dolaşan keyfiyle dinleme olanağı. Lâkin pil meselesi dert maalesef. Hele kaseti ileri geri sardın mı, su gibi tüketiyor. Onun da çaresini gençler kaseti tükenmez kalemle ileriye-geriye sararak buluyor.

“Meloman”ların gizli kulaklıkları

Bu konuda hızla gelişen, koşturan CD’li Sony “discman”den “mp3 player”a, iPod’dan cep telefonuna teknolojisi “Yürüyen İnsan”ı, her anlamıyla “Koşan İnsan”a çeviriyor. Koşan insanın kulaklığı yoksa raconu topal, ritmi aksak kalıyor günümüzde.

İnsanlar müzikle, onun eşliğinde her şey yapabiliyor. İnteraktif radyo programlarına katılan dinleyicilerin “Arabadayım”, “Yemek pişiriyorum”, “İşteyim”i bir yana, mutfaktan banyoya, spordan sanata, okumaktan yazmaya, dinlenmeden coşmaya, aşka meşke her yere, ortama eşlik edebiliyor. Öyle ki… “En çok nerede, ne yaparken müzik dinlemeyi seversiniz” anketlerine “Bu soruya yanıt vermek istemiyorum” şıkkı da konulmalı bence.

Bu durum müzik delisi “meloman”lar, “melomaniac”larla sınırlarını zorluyor. Müzik dinlemedikleri nadir anları tahmin ya da hayal etmek bile başlı başına bir mesele. Sohbet ederken biraz donuk bakıyorsa, emin olun kulak çukurunda gizli, “wireless kulak içi kulaklık”ığından şarkı, yerli yersiz gülüyorsa Cem Yılmaz dinliyordur.  

İçerken dinlenen müzikler

Bir de içerken dinlenen müzikler var ki ayrı bir uzmanlık dalı. Teyp otomatik öbür yüze geçen modelleriyle bir dönem onun da tek çaresi. Muhabbet boyunca ilk kesintisiz, ortama özel müzik yayını. 120 dakikalık demirbaş bir kasetle gece boyu döne döne dinle.

Seçilen/sevilen müzik türüne, ortama göre yelpazesi açılan bir mesele olsa da Türkiye’de “Rakı Müzikleri”, “Rakıya Meze Şarkılar”, “Meyhane Müzikleri” listeleri hâlâ güncel. Spotfy’ı, YouTube’u açınca “Rakı Balık”, “Rakı Sofrası, Masası” vb. listeleri, göz atarken bile çakırkeyif ediyor insanı.

Ruhi Su’nun kasetleriyle geceyi elde kadeh sabaha erdireni de var miladında, Blues tanrılarının gücüyle arabesk hüzünlerin sınırlarını dolaşanlar da… “Ortaya karışık” da çok tabii bu mevzuda. Yazımın finalini de alkolle müziğin -ruh- kardeşliğini arşa erdiren, tahayyülüyle bile insanı sarhoş, küfelik eden buluşuyla Boris Vian’ın dünyasına getirmek istiyorum.

Cazın içilmesini sağlayan piyano

Vian’ı dünyalı saysak da, dünyasını hakkıyla tasavvur etmek kolay değil. “Günlerin Köpüğü” romanındaki ana kahramanları, “bakışlarına daha gizemli bir hava vermek” için tırnak makasıyla “gözkapaklarının uçlarını yanlamasına kesen” Colin, akciğerinde bir nilüfer büyüdüğü için hastalanan Chloe mesela.

Vian’ın girişini “Aslolan iki şey vardır: güzel kızlarla aşk ve New Orleans’ın ya da Duke Ellington’ın mü­ziği, ikisi de aynı şey. Geri kalan her şey yok olmalı, çünkü geri kalan çirkindir” cümleleriyle yaptığı romanı da her köşesindeki göndermelerle caza ve Vian için “onun tanrılarından” Ellington’a adanmış. İçinden “en iyisinden pikap”lar, “plak dolapları” geçiyor, “çalan plak dursa da asi bir hoparlörden gelen müzik” devam ediyor.

Vian’ın buluşuna gelirsek, kısaca cazın içilmesini sağlayan bir piyano… Bir bakıma cazın alkolle bütünleşen simya laboratuvarı. Piyanonun gövdesi, kuyruğu çalınan parçanın, basılan tuşların, notaların kombinasyonuna göre alkollü içecekleri de karıştıran bir hazne. 

Sertten hafife piyano kokteylleri

Her tuş, nota farklı bir ruha, alkole, kokteyl malzemelerine karşılık geliyor ve sonuçta o şarkıya, o melodiye, o andaki ruh hâline uygun içkiler, kokteyller üretiyor. Piyano kokteylleri… Müziği sadece duymuyor, içiyorsun. Sert içkilerden, likörlere, aperatiflere, kremalı, taze esintili hafif kokteylere kadar uzanan müzikal bir alkol mönüsü. Vian’ın “Peki ya tuşların alayına basarsan?” sorusuna yanıtı yok maalesef. Çünkü rakıyı bilmiyor.

“Piyanonun sağ pedalından çırpılmış yumurta sol pedaldan don­durma çıkıyor. Seltz sodası için ince portede bir tril gerek. Miktarlar süreye bağlı; dörtlü kroşeye onaltılık birim, siya­ha bir ölçek, yuvarlağa dört birim. Ağır bir şeyler çalındığında bir ayarlama sistemi harekete geçip dozun çok yüksek olma­masını sağlıyor, alkol oranı ölçülü çok fazla kokteyl elde ediliyor.”

Piyasada o piyanodan olsa toplaşıp maliyetini bölüşen, bir de her duyduğu melodiyi, şarkıyı piyanoda şıp diye tıngırdatan dipsomaniac virtüöz bulanlar çıkardı muhtemelen. İşte uzadıkça uzayan ve teçhizatları üzerinden bizim kuşağın müzikal macerasına odaklanan yazı dizim de o alanda artarda devrimleriyle baş döndürücü bir tarih esasında. Yazı dizisinin finalini gelecek pazar ilk kliplerle, şarkılar için çekilen “kısa film”lerle getireceğim. Bu tarih, “açıklamalı-izahlı” o bölümü olmadan anlaşılmaz çünkü. 

- Advertisment -