Serbestiyet’te, 24 Ocak 2021’de yazdığım “Yine bir Abbas Sayar kitabı vesilesiyle” başlıklı yazıda bahsetmiştim ilk olarak, Ahmet Samancı’nın kitabı Kululular Neden Ağlıyor’dan. Sosyal bilimlerde klasik kabul edilen The Polish Peasant in Europe and America kitabındakine denk saydığımı ve ilk okuduğumda çok etkilendiğimi, İsveç’te ilk olarak 2002’de basılmış olan bu kitabı bulup satın almak için çok uğraştığımı ama bunu başaramadığımı yazmıştım. Nihayet kavuştum kitaba, bir sahafa düştüğünü gördüm her nasılsa…Üstelik Ahmet Samancı imzalıydı. “Sevgili Pınar’cığıma edebi ve ebedi..” notunu yazmıştı Samancı. Böylelikle, 16 yıl sonra yeniden okudum.
İlk okumayı 2006 yılında İsveç’in Malmö şehri yakınındaki üniversite kasabası Lund’da yapmıştım. Kasvetli bir Pazar günü iç sıkıntısıyla küçük çarşısını dolaştıktan sonra, insanı içine çeken halk kütüphanesine gitmiştim. Öylesine, kitap raflarının arasında gezinirken Türkçe bölümüne rastlamış ve kitabın adı ilginç geldiği için herhalde, şöyle bir bakınayım derken cam kenarındaki IKEA koltuğunda bitirmek zorunda kalıp geç akşam ayrılmıştım. Evet, bir zorunluluk gibi gelmişti kitabı bitirmek çünkü bu insanların hikâyesi öylesine bırakılabilecek gibi değildi.
Bitirdiğimde ağıtlarının sesini kulaklarımda duyuyordum. Hıçkırıklarını duyuyordum ama bir kaç sayfa sonra garip şekilde kendi sıkıntımdan kurtulmuştum. Aradan geçen bunca zaman sonra yeniden bir solukta okudum, nefes almamacasına. İçimden hiç çıkmayan bir sorumluluk hissini bugün burada yazarak bir nebze olsun dindirebilmeyi umuyorum.
Kitap, kısaca belirtmek gerekirse, 60’lı yıllarda Konya’nın Kulu ilçesinden İsveç’e yapılan göçü anlatıyor. İlk gidiş sürecinin nasıl başladığını ve nasıl devam ettiğini, gidenlerde ve geride kalanlarda yaşanan büyük değişimi anlamamızı sağlıyor. Daha doğru bir ifadeyle, bu kitap göçü değil göçememeyi, evinden ayrılamamanın trajik öyküsünü anlatıyor da denilebilir. Göçmekle ölmenin çok da farklı olmadığı toprak insanlarının hayatla kurdukları ilişkinin içsel psikolojisini çok iyi veriyor.
İlk sayfalar, tıpkı bir filmin ilk sahneleri gibi başlıyor: “Boş bir tarlanın ortasında durup yeni dönemin bol ürün getirmesi için dua etti, sonra da elindeki kürekle ilk tohumunu tarlaya attı Dokuzakıllı Torun.” (s.3) Akıcı ve yer yer ustalıklı bir anlatımla Kulu’nun atmosferine sokuyor sizi yazar. Kuraklığını, yalnızlığını, açlığını, yaylalarını ve bütün bir yaşamını anlamamızı sağlıyor. İsveç’e gitmek zorunda kalan köy insanlarının içinde bulundukları şartları ilk elden tüm ayrıntılarıyla ortaya koyuyor. “Öğle sıcağında bir damla gölge bile kalmazdı. Sanki Kulu köyü gölgeyi saklıyordu. Duvar diblerinde duran gelinler tülbentlerini siperlik gibi gözlerinin üzerine indirirler, sıcağa inat yine de kıpırdamazlardı yerlerinden. Sonra aralarından birisi türkü söylerdi.” (s.18)
Kulu’nun yalnızlığını, sahipsizliğini ve çaresizliğini şöyle anlatıyor: “Kulu köyündeki evler koyu akşam karanlığına gömülüp gitmiş birer gölge yığını olmuştu. Yer yer basma perdelerin gerisine vuran gaz lambalarının cılız ışıkları görünüyordu. Evlerin toprak yığınlarıyla örtülü çatılarından lacivert gökyüzü başlıyordu. Lacivert ve maviye bölünmüş tarlalar gibiydi gökyüzü. Kulululara göz kırpıyordu gökyüzündeki yıldızlar sanki. O yıldızlar Kululuların yoksulluklarını, acılarını, bir damla yağmur için ettiği dualarını gören sayısız gözlerdi. Uzaktan uzaktan göz kırpan umuttular. Uzaktan uzaktan karanlıklarını aydınlatan lambaydılar.” (s.24)
İlk bölüm Kulu’yu, Kepez’i ve buranın insanların sayısız hallerini anlattıktan sonraki bölümde, birden Stockholm’deki (Kululuların tabiriyle, Sitekolum) Serafen Hastanesi’nin üçüncü katının dört numaralı odasından devam ediyor (insana bu kitabın filmi mutlaka çekilmeli hissi vererek!). Anlıyoruz ki İsveç’e ilk giden gruptan olan Kocabağın oğlu çoban Hasan (toprağa en bağlı olanı!), gittikten hemen sonra ağır şekilde hastalanıyor ve burada ölümle mücadele ediyor. O esnada geride bıraktığı hayatını düşünüyor, köyünün bütün ayrıntılarını anlatılmaz bir tahassürle anıyor, ağlıyor ve yanıyor. Bu, bambaşka ve ruhunun en küçük hücresine kadar yabancı hissettiği yerde neden bulunduğuna bir anlam veremiyor. “Hasan başını yavaş ve sert biçimde iki yana salladı. Yırtıcı hayvanlardan oluşan bir sürünün saldırmasıyla ölümcül bir yara almış olan birisine benzetiyordu kendisini.” (s.30)
Kitabın örtük bir biçimde anlattığı şey, Hasan’ın İsveç’e geldiği gün öldüğüdür aslında. İç ölüm, gelir gelmez gerçekleşmiştir. O andan itibaren Kululular içten içe hep ağlayarak ayakta kalabilmektedir. Hasan’ın içinden geçirdikleri, bu psikolojiyi ustalıkla anlatır: “Neden ortalıkta hiç kuş yoktu ve neden gökyüzü böyle erken kararmıştı. Stockholm kenti sanki bir mezarlığı andırıyordu… düşüncelerini geriye çevirdi. İsveç’e gelişini ve yollardaki korkulu yolculuğu düşünmeye başladı…Evet, Kepezdeydi sürünün başında, yanında çoban arkadaşı Kürt Bayramın Hacı Hüseyin vardı. Sürü Kepezden Karapınar yaylasına doğru yavaş yavaş ilerliyordu.” (s.31-32)
Satırlar, satırlara karışıyor ve Hasan, Kepez’i sayıklayarak hatırlamaktan kendini alamıyor: “Acı dolu bakışlarla geçmişi hayal ediyordu. Kepez ovasını, Kulu köyünü umutsuz bir hayranlıkla seyre dalıyordu. Artık mevsim kış mı, yaz mı, bahar mı, hava güneşli mi yoksa yağmurlu mu, kuşlar ötüyor mu hiçbir şey bilmiyordu.” (s.35)
Kocabağın oğlu Hasan, Kepez’in bakmaya doyulamayan yeşilliklerini, kavaklarını, hayvanlarını, suyunu toprağını, ne kadar yoksul olunursa olunsun bir masal alemi gibi yaşadığı hayatını bırakır ve İsveç’in demir çelik fabrikalarının tozdan göz gözü görmeyen ortamından başka bir hayat yüzü göremeyeceği bu yere tam olarak neden geldiğini delicesine sorgular da sorgular. Ölümle birlikte sorgular hem de. Ölüm yanı başındayken, insan en samimi halindeyken, yalandan eser kalmamışken yani! Nedir bütün bunların anlamı? Fakirlik nedir? Zenginlik nedir? Hayat nedir? Yaşamak nedir?
Bir süre sonra Kocabağın oğlu Hasan Uygur, bir toprak adamının toprağından binlerce kilometre uzakta, hiç tanımadığı, dilini ve kültürünü hiç bilmediği insanlar arasında ölmesinin trajik hikâyesini bırakır arkasında. En büyük korkusu gerçekleşir ve artık ebediyen bu yabancı toprağa karışacaktır. “Ölmüştü. Duvardaki takvimin yaprağı, 1966. Ekim ayının 2’sini gösteriyordu.” (s.102)
Hasan Uygur ölür ve İsveç’in kimsesizler mezarlığına gömülür ama diğerleri için macera olanca acılığıyla devam etmektedir. Nereye gideceklerini, nerede kalabileceklerini bilmeyen yüz kadar insan her akşam tek bildikleri yer olan şehrin merkez tren garında, T-Centralen’de toplanmakta, burada dertleşmekte, konuşmakta ve birbirlerinden ancak bu buluşmalarda haberdar olabilmektedirler. Çok azı ev bulabilmekte ve ev sahipleri kiraya verdikleri evlerde hiçbir şekilde misafir ağırlanmasını istememektedir. O nedenle soğuk kış geceleri büyük bir çileye dönüşmektedir. “Ev bulamayanlar da garın içinde yürüyerek sabahlıyorlar, bazen de bir köşeye ilişip birkaç saat uyku kestirip oradan da işe gidiyorlardı. Bildikleri, tanıdıkları yer sadece burasıydı.” (s.108)
Çok geçmeden polis bu durumu fark eder ve artık T-Centralen’de kalmak bile mümkün olmamaya başlar. Soğuk ve uykusuzluğa bir de polisin kolaylıkla sınır dışı etme olasılığı eklenerek tam bir çile hayatı başlar. Böyle gecelerden birinde, Kepez’in yiğitliğiyle dillere destan çocuklarından Karadağlı, bu yeni hayat karşısındaki çaresizliğini şöyle anlatır: “Muhanetin gözü kör olsun… Karadağlı sizlere boyun mu eğerdi. Koca Karadağlı… Kulu köyünde kurtlar sofrasına tek başına giderdi. Korku nedir bilmezdi…Karadağlı geliyor dediler mi çocuklar, kızlar, gelinler korkardı ondan. Ürüyen köpekler bile susardı.” (s.110)
Her şeye rağmen tutunmaya başlarlar bu yabancı memlekete; para kazanıp köylerine, ailelerine yollamanın tadı her şeye değer! Aralarında anlaşırlar. Kimse, bu yaşadıkları açlığı ve sefilliği yazmaz mektuplarında; sadece işlerinden ve ne kadar kazandıklarından, özlemlerinden, yakında döneceklerinden bahsederler. 30 bin lira kazanan ardına bile bakmadan dönüp gidecektir. Şunun şurasında bir, bilemedin iki demektir bu da. 30 bin lira ile Kepez’de neler yapılmaz ki!
Kulu’da da hayat köklü değişimlere gebedir şimdi. İsveç kronu taşıyordur postacılar. Zarfı açmadan geleni olduğu gibi taşısınlar diye onlar da düşünülür mektuplarda, postacılara ne hediye getireceklerinin söylenmesi tembih edilir. “Postanenin önü kalabalıktı. İsveç’e gidenlerden bol para gelmeye başlıyordu artık. Karıları da biri beş yapıp övünüyordu… Kocalarını İsveç’e gönderemeyenler de verip veriştiriyorlardı. Burada ahıra girmezlerdi orada temizlik yapıyorlar.” (125, 129)
Gidemeyenler, “Gavur parasının bereketi mi olurmuş hiç. Allah nasip etmesin oranın parasını” (s.130) diyorlardır. Ve pes ederler. Para geldikçe bu yeni durumu kabullenirler. Büyük ahali, kime gelirse gelsin gelecek mektupları bekler artık. Bütün kasabayı ilgilendirmektedir çünkü. Esnaf gelen mektuplara sarılı paralarla bayram ediyor, kadınlar eşlerinin kaç lira gönderdiğini taktığı altınlarla açık ediyor, çocuklar sadece bunu konuşuyordur okullarda.
İsveç’tekiler de daha iyidir artık. Evler buluyor, sokaklarla yatmaktan kurtuluyor ve köydekiler mutlu oldukça gururlanıyorlardır: “Her sabah otobüse binişimde hep aynı yere oturuyorum. Otobüs sürücüsü de tanıyor artık beni, binerken başıyla eğilerek bana selam veriyor. Ben de ona aynısını yapıyorum. Burada sanki itibarım arttı. Köyde Allah’ın selamını zor alırdık, burada herkes selam veriyor bana. İnşallah bu senenin sonunda temelli dönerim Kulu’ya. Bakkal dükkanı açıp içine gireceğim, sonra yan gel yat. Hem de Anişin Ahmetin dükkanının yanına.” (s.158)
Arada karılarını özlediklerini de yazar bazıları, mektubu birilerinin görmesinden endişe etseler de. İsveçli kadınların pek bir alımlı olduklarını ama asla bakmadıklarını da iliştirirler araya. “İsveç kızlarına gidiyor diye duyarsan sakın inanma. Kulu köyünün insanlarını biliyorsun. Yalan olsun yanlış olsun konuşmazlarsa kağnıya koşulmuş öküze dönerler.” (s.179) “Buradaki insanlar her yerde karılarının elinden hiç utanmadan tutarak yürüyorlar.” (s.180)
Tehdidi hisseden kadın da cevap yazar kocasına: “Mektubunun her köşesinde gavur kızlarının sallaya sallaya yürüdüğünü yazıyorsun. Hiç mi beni sallaya sallaya yürürken görmedin önünden öldüğüm? Elin İsveç kızlarının sallamasını bana duyurmaya ne gereği vardı? Bu gidişle uçkurundaki ettiğin hırt düğüm çabuk çözülecek gibi. Zaten olup olacağı da buydu. Köyden İsveç’e gidenlerin çoğunun sarı sarı dostları varmış öyle diyorlar. Aralarına bir sen eksik kalma…İsveç kızlarına dikkat et. Yanına iki metre yaklaştılar mı hemen arayı aç ki sana dört metre uzak olsunlar.” (s.182).
Daha fazla uzatmadan, kitap bir gün izne dönen birinin Hasan’ın mezarından mendilinin arasında getirdiği toprağı annesi Navruz anaya vermesi ve onun kokladıktan sonra boğulduğu hıçkırıklarla son buluyor.
Hıçkırıklarla başlayıp hıçkırıklarla biten bir kitap bu, göçün ne olduğunu yüreğin olabilecek en derin yerinden anlatan bir büyük eser!