Kurbanlık koyun

On yıllar önce rahatlıkla konuşulan konular, bugün ya konuşulmaz oluyor ya da konuşanın başına olmadık işler geliyor. Tanrıkulu örneğinde olduğu gibi bir milletvekili dahi, hem de mahkeme kararlarına atıf yaptığı bir konuşmasından ötürü siyasi ve hukuki cendereye alınırsa, ne tarihten bir ders çıkarılır ne de müspet manada herhangi bir mesafe alınabilir. O vakit de geçmişin yükünden kurtulmak mümkün olmaz ve tarihin tekerrür etme ihtimali artar. Zira “geçmiş”, her zaman “geçmiş” olarak kalmaz.

Türkiye’de hak-hukuk sahasında tablo giderek kötüleşiyor. Hele ifade özgürlüğü yerlerde sürünüyor. On yıllar önce rahatlıkla konuşulan konular, bugün ya konuşulmaz oluyor ya da konuşanın başına olmadık işler geliyor. Bir kişi genel kabul gören yargıların dışında bir laf mı etti, hemen her cepheden hücuma maruz kalıyor. Sosyal medyada alesta bekliyor, o kişiyi hemen linçe tabi tutuyor. Başka mevzularda hantallığından şikayetçi olduğumuz yargı, mevzu aykırı (!) bir ifade olunca kendisinden beklenmeyen bir çeviklik kazanıyor. Hemen harekete geçiyor ve o kişi tez elden soruşturma başlatıyor.

Demokratik teneffüsü imkânsız kılan bir atmosfer bu!

CHP Diyarbakır Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, bu boğucu atmosferin son kurbanı oldu. Siyasetçi gömleğini üzerine geçirmeden önce Tanrıkulu, Diyarbakır Baro Başkanlığı yapmış bir hak savunucusuydu. 1990’lı yılların karanlık ortamında netameli davaları üstlenen; insan hakları, demokrasi, yargı bağımsızlığı ve hukuk devleti ilkelerinin müdafaasını yapan ve bu ilkeleri ihlal edenlere karşı mücadele veren bir avukattı.

Tanrıkulu, geçen hafta bir televizyon programına telefonla katıldı. Programda, Diyarbakır-Kulp’ta 11 vatandaşımızın zorla kaybedildiği ve 1994’te Şırnak-Uludere’nin Kuşkonar ve Koçağılı köylerinde 34 vatandaşımızın hayatını kaybettiği olayları hatırlattı. Bu olaylar sonradan yargıya intikal etmişti. Avrupa İnsan hakları Mahkemesi (AİHM); Kulp’ta vatandaşların askeri helikoptere bindirildikten sonra kaybedildiği (Akdeniz ve Diğerleri/Türkiye, 23954/94, 31.05.2001) ile Kuşkonar ve Koçağılı’da köylerin savaş uçaklarıyla bombalandığı iddialarını içeren davalarda  (Benzer ve Diğerleri/Türkiye, 23502/06, 12.11.2013) yaşam hakkının ihlal edildiğine karar vermişti.

Ayrıca Anayasa Mahkemesi de (AYM) Kuşkonar ve Koçağılı’nda yaşam hakkının ve insan haysiyetle bağdaşmayan muamele yasağının ihlal edildiğine hükmetmişti. (https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2014/14048)

“Hukuka uygun bütün faaliyetler”

Tanrıkulu da yayında bu kararlar çerçevesinde bir değerlendirmede bulundu. Güvenlik güçlerinin ağır hak ihlalleri gerçekleştirdikleri, hem AİHM hem de AYM kararları ile sabitti; devletler ihlallerden ötürü mağdurlara tazminat ödemiş, o dönem bu hadiseler gazetelerin manşetlerine ve köşelerine taşınmış ve tartışılmıştı.

Ama Tanrıkulu bunlardan söz edince, programın diğer konukları sanki bunlardan ilk defa haberdar oluyorlarmış gibi bir tavır takındılar. Hatta Tanrıkulu’nu olmayan bir olayı gündeme getiren, yalan söyleyen ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bühtanda bulunan biri olarak sunmaya çalıştılar. Böylece tartışma kısa sürede yayıldı ve Tanrıkulu hedef haline getirildi.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, göz yaşartan bir hassasiyetle hafta sonunu heba edip Tanrıkulu’nun peşine düştü ve hakkında bir soruşturma başlattı. Neyi soruşturacaklar merak ediyorum. Haklarında kesin karar olan olayların olup olmadığını mı araştıracaklar acaba? Yoksa AİHM ve AYM kararlarının gerçekliğini mi?

Millî Savunma Bakanlığı da hamaset dozu yüksek ve tabiatıyla gerçeklikle bağı zayıf bir açıklama yaptı. Bakanlık, Tanrıkulu’nun beyanlarını “alçakça yalan ve kahraman ordumuza iftira” olarak yaftaladı. İyi de, yalan ve iftira olan nedir? Kulp mu? Kuşkonar ve Koçağılı mı? AİHM ve AYM kararları mı? Bakanlığın hiç olmazsa, neyin yalan ve iftira olduğunu söylemesi gerekmez mi?

Keza Bakanlığın açıklamasında Mehmetçiğin tüm faaliyetleri uluslararası hukuka uygun, tüm dünyanın gözü önünde ve şeffaf bir şekilde icra edilmektedir” şeklinde bir cümle de var. Keşke, bu denli iddialı bir cümle kurmadan önce Bakanlık hiç olmazsa 1990’lara bir baksaydı! Arşivde küçük bir gezinti bile, Bakanlık bürokratlarının o yıllarda devletin güvenlik güçlerinin çok sayıda gayri-hukuki faaliyetinin olduğunu görmelerine yetecekti.

Eleştirel göz

Türkiye’de güvenlik güçlerine karşı eleştirel bir bakışı, başlı başına bir düşmanlık olarak damgalayan –ve maalesef son derece yaygın olan- bir anlayış var. Oysa demokrasilerde hiçbir kurum eleştiriden azade değildir, ordu da. Çünkü devlet gücünü kullanan her kurum hukuka uygun davranmak zorundadır. Ama her kurumda olduğu gibi ordunun içinde hukukun dışına çıkanlar da olabilir. O nedenle eleştirel gözleri, ordundan ayırmamak lazım gelir.

Hatta elinde silah tuttuğu için ordu üzerindeki denetim ve gözetim daha sıkı tutulmalıdır. Çünkü eğer o silahlar, kendilerine verilme amacının dışında bir amaç için kullanılır ise, bu bütün toplum için büyük bir tehlike oluşturur. Türkiye tarihi, ne yazık ki, bu açıdan zengin misaller içerir. Ordu bu topraklarda –bazen emir komuta zinciri içinde bazen de zinciri bozarak-  1960, 1971 ve 1982’de askeri darbe yaptı, 1997 ve 2007’de meşru hükümete muhtıra verdi, 2015’te darbe teşebbüsünde bulundu.

Siyasete her daim yön verme hevesi içinde oldu; vatandaşların giyim kuşamına karıştı, politikacılara had bildirdi, sivil siyasetin çerçevesini çizdi. Darbe sonrası yönetimi elinde tuttuğu dönemlerde vatandaşların en temel hak ve özgürlüklerinin çiğnendiği bir düzen yarattı. 1990’larda Kürt meselesinde hukuku askıya aldı, toplumsal bir yaranın daha fazla büyümesine sebep oldu.

Ayıbın katmerlisi

Hemen herkesin vakıf olduğu kamusal bilgiler bunlar, bunları bilmek için öyle derin araştırmalar yamayı gerektirmez. Kuşbakışı bir anımsama bile, tarihimizde ordu kaynaklı birçok menfiliğin olduğunu anlamımızı sağlar. Vakıa bu iken, sanki bunlar hiç olmamış gibi davranmanın, gözünü kapatmanı ve kurumlara hakikate aykırı güzellemeler döşemenin kimseye bir faydası olmaz.

Tersine eğer gaye, bu tür olumsuzlukların bir daha yaşanmasının önüne geçmek ve vatandaşın hak ve özgürlüklerini muhafaza etmekse, yapılması gereken, bunlarla yüzleşmektir. Gerçeklerin bulunmasına çabalamak, mağdurlardan özür dilemek ve tarihten ders çıkararak gerekli önlemleri almaktır.

Bu da ancak ifade özgürlüğü ile olur. Lakin Tanrıkulu örneğinde olduğu gibi bir milletvekili dahi, hem de mahkeme kararlarına atıf yaptığı bir konuşmasından ötürü siyasi ve hukuki cendereye alınırsa, ne tarihten bir ders çıkarılır ne de müspet manada herhangi bir mesafe alınabilir. O vakit de geçmişin yükünden kurtulmak mümkün olmaz ve tarihin tekerrür etme ihtimali artar. Zira “geçmiş”, her zaman “geçmiş” olarak kalmaz.

Ezcümle, Tanrıkulu’na soruşturma açılması bir hukuk ayıbıdır. Siyasi aktörlerin ifade özgürlüğünü savunmak yerine Tanrıkulu’nun sesinin kesilmesini talep etmeleri de bir siyasi ayıptır. CHP’nin, haklı olduğu bir konuda kendi milletvekili Tanrıkulu’nun yanında durmak bir yana, onu kurbanlık koyun gibi orta yere sürmesi ise, ayıbın katmerlisidir. 

- Advertisment -