Kutsal, insan birlikteliğinin zorunlu bir Ka’be’si olarak doğdu. Cemaat halinde yaşama lüzumunun, yani politik hayvan olmanın, vücuda getirdiği bir ihtiyacı ifade ediyor. Doğal hayvanlıktan (zaruret hali) çıkıp iradî insanlığa (özgürlük hali) girişin gerektirdiği trafik işareti olarak, kaçınılmaz bir inşa/kurgu olarak doğdu kutsal. Kutsal, sembolleştirilmiş bir şey değil, bizzat sembolün kendisidir. Kutsal, sembolikliğin odak noktası, navigasyon ekseninin sıfır noktasıdır. Kutsalı olmayan bir kolektif hayat mümkün değildir. Bu imkânsızlık normatif bir lüzum değil, bir kaçınılmazlığın ifadesidir. Sembolikliğin doğa olduğu insanda, sembolsüzlük insansızlık demek olur.
Kutsal, “kaçınılmaz” olduğu kadar “keyfi”dir de. Yani varlığı olmazsa olmazdır, ama kendisinin ne olduğu önemsizdir. Kutsalın keyfiliğini (şu veya bu sembol oluşunu) onun gereksizliğine yoranlar hatâ yapar. Kutsalın kaçınılmazlığını onun ebedi bir özü olduğuna delil sayanlar da hatâ yapar. Kutsal, insan var oldukça hep vardır ve içerik olarak değişim ve varyasyon gösterir. Hiçbir kutsal, yerine yenisi konulmadan yıkılamaz. Neden? Çünkü bir şeyi yıkmak için bir gerekçeniz olmalı. Bu gerekçe hak, hakikat, doğru, iyi, fayda, mantık, özgürlük vesaire gibi, muhataplarınızın da makul ve haklı göreceği bir gerekçe olmalıdır. Muhataplarınızın olması, kutsal’dan kaçamadığınızı; gösterdiğiniz meşrulaştırıcı gerekçe de yeni kutsalınızı gösterir.
Kutsala olan ihtiyaç yerde veya gökte karşılanabilir. Yerdeki put, gökteki tanrı veya ikisinin arasında uçan-kaçan (seyir halindeki) evliya, bu cümledendir. Kutsal, tarih içinde yer ile gök arasında muhtelif biçimler aldı. Kutsal, uzun uğraşlar sonucu göğe çıkarıldı, sonra benzer bir süreçle gökten yere indirildi. Gökten yere indirildiğinde bile kutsala ihtiyaç devam etti. Kabuğu, kutusu, adresi, tasviri değişti ama ona olan ihtiyaç değişmedi.
Kutsalı tahta çıkarıp kral yapan iman ile, onu tahttan indirip vatandaşlar için ortak iyi olarak “temsilci” atayan güven, aynı ihtiyacın ifadesidir: İnsanın insana kendini emanet edebilme lüzumunun. Bu iman, iletişimsel olarak rasyonalite (yani nutkun gerektirdiği bir mantık) biçimini alırken, politik olarak vatandaşlık fazileti (yekdiğerine hürmet yahut civic virtue) adını alabilir. Monarşik Tanrı’ya iman ile yurttaşlık erdemine olan güven, aynı ibadetin farklı yapılma biçimleridir. Kutsalın dikey veya yatay olarak konuşlandırılması arasında bir fark yoktur. Çeşitli sivil dinler ile eskinin resmi ve semavi dinleri arasındaki ritüel benzerlikleri bir tesadüf değildir. Milliyetçi tapınmalar iki formun kesişim kümesidir. Ka’be’ni Anıtkabir/Çankaya yapınca kutsalsız olmuyorsun. Aynı şekilde, doğru’ya dair ilhamını Mekkeli peygamber Muhammed yerine Nemçeli filozof İmmanuel’den alınca, başını kutsaldan kurtarmış olmuyorsun.
Tanrı katilleri, dikkat etmeli. Tanrıları put diye sivrisinek gibi avlayabilir veya monark Tanrı’yı bir kral diye tahttan büyük bir isyan ile indirebilirsiniz. Ama sembole ihtiyacınız devam edecek. “Ee şimdi ne yapacağız?” sorusuna cevap aradığınız an, cülûs ihtiyacı başlar. Cülûs bir oturum olduğu gibi bir kurulumdur da. Tahta “oturan” kral yerine temsil için toplanan meclisi koyarsın. Ama ikisi de cülûs yapar. Sultan veya meclis, cülûs lüzumunun farklı çağların olgunluk imkânlarıyla şekillenmiş yansımalarıdır.
Bu noktayı anlamayanlar, yukarıdaki bahsin basitçe bir teolojik argüman olduğunu düşünebilir ve meselenin pratik sonuçlarının olduğunu görmeyebilir. Siyasetsizlik ile Kutsalsızlık aynı şeydir. Kutsalı öldüren siyaseti öldürür. Siyasetin ölümü insaniyetin ölümüdür. Tek veya çok olsun, put olarak tanrıların canı cehenneme. Ama kutsalın ölümünün kendisi insanın ölümüdür.
İşte, kutsalın aldığı bir biçim yıkıldığında, kutsalsızlık değil kutsalın yeniden kurulumu süreci başlar. Kutsalın nasıl yeniden kurulduğunu ayrı bir bahis olarak ele almak lâzım. Şimdilik bununla bitirelim: Kutsal, tanrılar eskitir de, insan kutsalsız yapamaz.