John Holloway, “Umutsuz Zamanlarda Umut” kitabının hemen başında, Edgar Allan Poe’nun Orta Çağ engizisyon mahkemelerini ve işkencelerini konu alan meşhur “Kuyu ve Sarkaç” öyküsünden ilhamla, bir tarafında duvar olmayan ve uçuruma açılan; diğer üç tarafında ise penceresiz ya da kapısız duvarları olan bir odanın içinde olduğumuzu, üç duvarın üzerimize doğru geldiğini ve bizleri yok oluş uçurumuna itmekle tehdit ettiğini, bu odadan kurtulmak için çaresizce duvarları yumrukladığımızı ve onları parçalamanın bir yolunu bulmaya çalıştığımızı yazar. Yazarın kaleminden dökülen bu dehşet anına hiç de yabancı değiliz aslında. Ülke olarak etrafımıza ördüğümüz duvarlar ile kendi cehennemimizi yaratma konusunda pek mahiriz.
Umutsuz zamanda umuttan bahsetmek demek, bu temsildeki duvarları ve uçurumu anlamak demek. Umudu tamamen motivasyon cümlelerini çoğaltmakla elde edilen bir güç zannetmek, yolu bu uçuruma doğru çevirmek anlamına da geliyor. Günümüz koşullarında ise umut kavramı, içine düştüğü yorgunluk ve yanlış anlamadan arındırılmak gibi bir çeşit akut müdahaleye ihtiyaç duyuyor. Özellikle, çürümenin boyutlarını umursamayan, kısa vadeli “günü kurtarma” odaklı toplumlarda bu akut müdahaleyi dillendirmek bile rahatı kaçıran tiksindirici bir tavır olarak görülüyor. Yine de bu müdahalede ısrarcı olanlar, Ernest Bloch’un “Umut İlkesi” kitabının önsözünde korkunç bir dünya ile baş etmek için ipucu olarak bize fısıldadığı, umut etmeyi öğrenmek bir meseledir, sözündeki müfredatı görebilenlerdir. Korku dolu ve ne olacağı, nereye gideceği belli olmayan bir dünyada, umudu bir mesele olarak gerçek anlamıyla hayatımızın orta yerine koymak ve bu umudu öğrenmek zorunda olmak bir onur meselesidir de aynı zamanda..
Umut kelimesini arındırmak şeyleşme, temenni etmek ve makul olana sarılmak noktasında alışılagelene dur deyip yeni bir anlatı bulmak ve faydasız olanı terk edecek kopuşları tartışmayı gerektiriyor. Şeyleşme, insanın insani değerini yitirerek maddeleşmesinin bir pandemi olarak yayılmasının diğer adıdır. Haysiyetli özneler yerine şeyleşen nesneler yaratan bir siyasetten bahsediyoruz tam olarak. Siyasetin söylem olarak sorumlu olduğu kitleleri birer sermaye gibi görmesi ile kitlelerin otomatik komutlara tepki veren robotlara dönüşmesi hızlanmakta ve içine düştükleri bu güdümlü maddeleşme “ikinci doğaları” haline gelmektedir.
Bu aşamada “umut” kelimesi bir propaganda malzemesi olarak sanal bir markette, seçmenler için zaten belirlenmiş olan seçeneği onaylamaktan başka bir fonksiyonu olmayan ve onların düşünce ve eylem kaslarını atıl hale getiren bilinçli bir sömürünün diğer adı oluyor. Bu noktada bu şeyleşme umut kavramının felç olması ile doğrudan ilgilidir. Kişiyi hükümsüz kılan şeyleşme, otantik olan umudu da alır insanın elinden. Özne olarak bizler, kıymetinden düşüp, nesne tahtına oturtulmakta ve karşı tarafın çıkarlarına hizmet eden bir algoritmanın analiz nesnesi haline gelmekteyiz.
Şeyleşme üzerinden birinci duvar için bir kesit: Kayseri’de, bir Suriyelinin küçük bir çocuğu taciz ettiği iddiasıyla sokağa dökülenler, masumiyet karinesi noktasında adalet sisteminin sağduyuna tenezzül etmeden Suriyelilerin evlerine, dükkânlarına ve araçlarına saldırdılar, mallarını yağmaladılar. Yetmedi, ülke sathına yayıldı bu linç girişimleri: Bursa, Hatay, Adana, Antep ve Konya’da da Suriyeliler yönelik şiddete ve nefret söylemleri olancasıyla devam etti. Yetmedi, bu yaygınlaştırılan şiddet ve nefret diline Antalya-Serik’te yaşayan 17 yaşında bir Suriyeli çocuk, bıçaklanarak kurban edildi. Linç kültürü ile yapbozun parçaları gibi birbirini tamamlayan şeyleşme, insanların hakkaniyetin doğasından uzaklaşıp, kanıt, yargılanmada tarafsızlık, savunma hakkı gibi hak ve adalet aşamalarını es geçerek toplu imhayı mazur gördükleri bir toplumu inşa ediyor. Üstelik bunu daha umut vadeden bir ülke için yapılan bir şey olarak gösterip, umudu şiddetle kol kola gezebilen bir kavram gibi gösteriyor.
Bu nedenle gerek Şeyleşme gerek temenni etmek ile ikiyüzlü bir iyi niyet illüzyonunun öz çocuklarıdır. Şeyleşmeyi kabul edip kendi elimizle yarattığımız bu cehennemden kurtulma zannı için en kolay yol ise temenni etmek oluyor çoğu zaman. Siyaset ehlinin bu temenni etme konforuna sorumlu olduğu topluluktan önce rağbet etmesi bu kan bağını yeterince izah ediyor zaten. İşi eylemek olan, var olanı düzeltmeye ve yeni çözüm yolları ile alternatifler üreterek toplumun önünü açacak olan siyasetin kendi potansiyelini kullanmaması içler acısıdır. Toplumlar çözümsüzlük atmosferinde asgari bir tutum olarak temenni edebilir elbette ancak siyaset makamı temenni etmenin ötesinde bir hareket kabiliyeti sergilemek zorundadır. Topluma kulak kesilerek, sadece sufle vermekten öteye gidemeyen Türkiye Siyaseti, iktidarı ve muhalefetiyle bu sorumluluğun altında ezilip kalmıştır. Geçmişin bel büken mirasından azade bir şekilde şu soruyu sormak hakkımız değil midir: Şu an hepimizi bir uçurum sahibi kılmaya çalışan bu duvarlar karşısında, nereye, ne şekilde ve ne zaman mevzilendiğimizi/mevzileneceğimizi bize anlatmak ve kurucu/inşa edici bir yol belirlemek siyasetin görevi değil midir? Türkiye ve Türkiye siyaseti uzun zamandır iflas eden umudun yeniden inşasına dair üzerine düşeni yapmamıştır. Kullanılan dil, ortaya konulan eylemler, yaşananlara dair verilen tepkiler, sorunlar karşısında çaresizce debelenmeler, gevelemekten yorulmuş ve durmadan büyüyen bir geyik muhabbeti.. Yarından bihaber, günü ıskalayan terennümler..
Temenni etmek üzerinden ikinci duvar için bir kesit: BBP Genel Başkanı Mustafa Destici, bir süre önce sosyal medya paylaşımıyla Amedspor’un şampiyonluğunu kutlayan ve zaman zaman oynadığı takımda attığı gollerden sonra zafer işareti yaparak, ya da halay çekerek sevinç gösterisinde bulunan ve son olarak da Almanya Milli Takımı’nda forma giymeyi tercih eden Deniz Undav’ın vatandaşlıktan çıkarılmasını talep etti. Yetmedi: Almanya Milli Takımı Euro 2024 Avrupa Şampiyonasından elendikten sonra sosyal medya üzerinden futbolcu Deniz Undav’a edilmedik, söylenmedik hakaret bırakılmadı.
Tüm bunlar da toplumun birlik ve beraberliğin sağlanması noktasında iyi niyetli bir çaba gibi gösterilen ama aslında tam tersi, ayrıştıran ve kutuplaştıran art niyetli bir umut paravanının arkasına saklanarak yapıldı. Talep etmek ve temenni etmek arasında hiçbir fark yoktur esasında. Kendi kelime terminolojisi ile kendini katleden bir hafızanın çocukları değil miyiz zaten? Bir basın açıklamasında sadece Kürt olduğunu söylediği için birine “vatansız” demekle vatanı kurtardığını zannetmek geleceği ve umudu ve haysiyeti yok etmek değil midir?
Temenni etmek, üstünkörü konuşarak bir yanıt vermektir. Umut etmek ise gerçek anlamıyla bir açılım sergilemektir. Yanıtların daraltıcı ve köşeye sıkıştıran dünyasından kurtulmak, açılımların yarattığı olasılıklar dünyasında nefes alıp vermek istiyoruz artık. Umut yanıtlarda değil, umut sorular sorarak yeni doğacak soruların soluğundadır. Seçenekler bellidir. Sağlıklı tartışma, fikir alışverişi alanları sağlamak ve hukukun imkânlarını karşıt görüşlerin korkusuzca ve yapıcı olarak yaşatılabildiği bir alanı korumak için seferber etmek. Sorularla yenilenerek inşa edilen siyaset mi yoksa üstünkörü yanıtların konforuna dayanan bir siyaset mi? Bu seçim, umudun bu ülkenin havasına, suyuna, toprağına sirayet edip edilmeyeceğinin de seçimidir.
Makul olana sarılmak üzerinden üçüncü duvar için çatlaklar bahsi: Makul olana sarılmak bir görmezden gelme ve üşengeçlikle çözümden kaçma tarzı olarak Türkiye siyasetinde yerini alıyor. Makuliyetlerini kaybetmemek için görmemeyi yeğleyenler, umudu hasıraltı edip, temenni ederek hiçbir şey üretmeyenler, Marx’ın o meşhur sözünü ödünç alarak söylersek bu toplumun mezar kazıcılarıdır. Önceden tanımlanmış bir hatta buluşma fikrinden öte, tam şimdi, herkes kendi bulunduğu yerden umudu büyütmeye ve bu büyük buluşmaya dâhil olmalı değil mi? Tanımlamalar beraberinde bir ikiyüzlülük getirir, der John Holloway, tam da bundan dolayı tanımlama önceden yapılagelen davranışları yeniden üretir. Fayda sağlamadığı sabit olan davranış kalıplarını reddederek başlar umut. John Holloway, bu bozuk dünyaya muhalefetimizi meşru kılmak için mutlu son sözleri vermeye ihtiyacımız yok bizim, derken çıkış noktasının kusurlu bulduğu dünyayı reddetmek, aleyhimize işlediğini hissettiğimiz dünyanın aleyhinde olmak gerektiğinin altını çizmişti. İşte akut müdahale için bu cümleyi merkeze alabiliriz. Siyaset, umut pompalamak adına mutlu son gibi masalsı bir sentetiklikten uzaklaşıp, içinde kurucu bir gelecek için gerekli olan bedel, eylem ve istikrar sadakati olan, organik bir devamlılığı müjdelemedikçe umut kulaklarda yer etmeyen, kalplerde titreşmeyen ve zihnimizin karanlık odalarına hapsettiğimiz bir acayip bir mahlûkata dönüşecek.
Umudu doğasına kavuşturmak kendi habitatımızı da düzenlemek için elzem. Ama tam da bu kabullere inat umudu öğrenmek zorundayız. Umutsuz zamanlarda umut, bu üç duvarın daraldığı ve uçuruma açılan yerde çatlak yaratmak için harekete geçmek demektir. Çatlak yaratma yöntemi, bir pencere açmanın, bir duvarı yıkmanın zorlaştığı yerlerde bir kriz yöntemidir. Bu yöntemin doğurganlığını görmezden gelmek uçurumu reva görmekle aynı anlama geliyor. Bu reva görmenin akıbetini de Abdulkadir Geylani zamanını aşan bir basiret ile şöyle dile getiriyor:
“Temenni ede ede ahmaklık ovasına vardılar. “
.