Ayasofya’nın kilise, cami ve müze olma silsilesinde, cami iken müze haline getirilmesi dindar kesim için bir “zulüm” olarak kabul edildi. 90’larda miting meydanlarında ibadete açılması bir ülkü olarak belirleniyor, ilahilere bile konu oluyordu; “Artık yaşlarını sil Ayasofya… fethin sembolüsün bil Ayasofya…”
Bu bilinç ile yetişmiş bir nesil için Ayasofya’nın ibadete açılması elbette çok önemli kabul edildi.
Türkiye’deki dindar kesim için hem kutsalla olan bağı, hem de “uzun zaman boyunca geri kalmış, kenara itilmiş” kesimin artık güçlü olduğunun sembolüydü; zulüm son bulmuştu.
Elbette seçim öncesi Ayasofya’da kılınan namazlarla mabet, biraz da siyasi bir form aldı ancak o da bu meselenin doğal bir getirisiydi.
Ayasofya’nın ibadete açılması sonrası camiye bir takım zararlar verildiği, kapısının zarar gördüğü yapının korunması gerektiği vurgulandı.
Yakın zamanda ise Ayasofya’da ibadet yapan bir Müslüman, halıların kirliliğinden, rahatsız edici kokudan bahsetti, eminim amacı “bizim için bu kadar önemli olan bir yeri korumalıyız” demekti. Bir miktar tepki aldı.
Bu olayın akabinde Karar gazetesinden Şule Demirtaş, Ayasofya’nın çok değerli bir sanat eseri olduğunu, ibadete açıldıktan sonra da korunması gerektiğini, çorap kokmaması gerektiğini, bir mabet olduğunu ancak Kabe, Kudüs gibi ilahi boyutu olan bir kutsal olmadığını yazdı.
https://www.karar.com/yazarlar/sule-demirtas/ayasofya-nasil-corap-koktu-1597316
Demirtaş’ın yazısını Ayasofya’ya değer veren Müslüman bir kadının hassasiyeti olarak okumak gayet mümkün. Zaten Şule Demirtaş da, dini hassasiyetleri olan, Kuran-ı Kerim ile oldukça hemhal olan, evli, üç çocuk annesi mümin bir kadın. Ayasofya ile ilgili korumak, gözetmek dışında bir kaygısı olamaz. Sanat yazan bir kadın yazarın Ayasofya’nın korunmasına hassasiyet göstermesinden daha doğal bir şey yok.
Normal şartlarda çok şaşırtıcı, Türkiye şartlarında oldukça olağan görülen bir biçimde yazı sonrası Şule Demirtaş linç edildi. Hatta yazı iki hafta önce yazılmış olmasına rağmen bugün hala yeni kaşifler tarafından linç ediliyor.
Türkiye’deki Müslüman kadının kaderi biraz da Ayasofya’ya benziyor. Ayasofya’nın ne dediğini bilmiyoruz ancak onunla ilgili herkesin bir fikri var, Ayasofya yazısı lincinde olduğu gibi; Müslüman kadının başörtüsü üzerinden ve hatta başını örtmemesi/açması üzerine herkesin bir fikri var ama çoğu kez Müslüman kadınların ne hissettiğini, ne söylediğini ve neleri söyleyemediğini bilemiyoruz.
Yani başörtülü Müslüman kadın bir anda İslam’ın sembolü, en değerli varlık oluyor ama birkaç beğenilmeyen cümle kurunca birden “başında ayet taşıyon bacım, başındakinden utan” denilerek zapturapt altına alınmaya çalışılıyor. Mabedi temiz tutalım dediği için en galiz küfürlerin muhatabı oluyor, başını aç direktifine maruz kalıyor. Yani Müslüman kadın aslında yok, örtünün altında bir yokluk hali, edilgen bir şey.
Bu anlayışın “mabedi korumak” için yola çıktığı düşünülse de, İslam ile tam olarak örtüştüğünü düşünmek zor. Sanki, -haşa- Allah başörtüsünü muhatap almış, kadını da başörtüsü için yaratmış gibi bir hale gelindi. Oysa Allah, kadını yaratıyor ve örtüyü ona emrediyor. Örtü varsa, Müslüman, mümin kadın olduğu için var. Dolayısıyla mesul olan, başını inancı gereği örten kadın, Allah’ın doğrudan kul ve muhatap kabul ettiği kadın. Ama maalesef bunun aksi biçimde muhatap alınan örtü, kadın ise etkisiz eleman gibi muamele görüyor, ama işlerine gelmeyince…
Birilerinin işlerine geldiğinde mesela, başörtülü olmanız, sizi dokunulmaz kılıyor, acayip değerli bir şey oluyorsunuz, sonra birden en ağır ifadelerin muhatabı… Niye? Neye göre?
Toplu taşımada, bir ilkellik göstergesi olarak, başörtülü kadınlara “başını aç burası Türkiye” diye bağıran az gelişmiş türü görünce, herkes sosyal medya hesabından “başörtülü kadınlara saldırıyı kınayan” ifadelerle olayı paylaşıyor. Ama hemen hemen aynı kitle, başörtülü bir kadın, diledikleri gibi konuşup, yazıp, davranmayınca o kızdıkları toplu taşımayı saldırmak için kullanan kitleden hiç fark olmaksızın hatta çok daha ağır ifadelerle, dilim varmıyor küfürlerle, başörtülü kadınları hedef alıyorlar. E sizin kınamaktan neredeyse hasta olduğunuz o saldırgan tipten farkınız ne?
Camiler, minareler sadece sembol değil, sembol olsa dahi Müslümanlığın sembolü, o sembolün önemli bir misyonu var. Başörtüsü de öyle, bir yerde Müslümanların yaşadığının göstergesi. Dolayısıyla o sembolün de değeri, misyonu var. Ancak bu, o sembolü taşıyan kadını ehemmiyetsiz, edilgen sadece taşıyıcıdan ibaret bir şey yapmıyor. O yüzden, ağzının şirazesi kaymış, İslam ile uyuşmayan müfteri bir dil, Müslümanlık ile örtüşmeyen linç kültürü, dinen haram mertebesinde olan küfür ile ancak kendinizi dinin temiz alanının dışına çekersiniz, ne o “namusumuzdur” dediğiniz “Müslüman bacılarınızı” ne de Allah’a secde etmek için vardığınız mabedi koruyamazsınız, orasından burasından birkaç parça kopartarak zarar verirsiniz, o kadar.
Ayasofya’yı ibadete kapatanlar dahil, tüm “düşmanları” yenmiş olmanın verdiği güçlülük halinin “kötü yanı”, artık etrafta düşman kalmayınca, düşman ihtiyacına binaen düşman icat etme gereğidir. Öteki kalmayınca “kendi içinden düşman ihdas etmek” bir strateji. Peki nasıl oluyor da her şeye sahip olanlar halen kendilerini “azınlık psikolojisi” içinde tehlike altında hissedebiliyor?
Tehlike altında değilsiniz, bu artık haklı ve anlaşılabilir “kutsalıma dokunulabilir” endişesi değil, bu bana istemediğim tek bir cümle dahi kuramazsın baskısı!
O yüzden mesele Ayasofya değil, “sen” hala anlamamış olsan da!