Everest Yayınları, Abdülhak Şinasi Hisar’ın bütün eserlerini yeniden yayımlamaya başladı. Dizgisi, baskısı, kapağı ve ebatlarıyla — Hisar gibi söylersek! — oldukça cazibeli bu yeni basımlar, yalnızca onu tanımayanlar için değil, eserlerini defalarca okumuş, artık uzmanı haline gelmiş olanlar için bile ilk kez okuyormuş hissi verecek kadar tazelik kokuyor denebilir. Ayrıca, aralarından Edebiyat Yazıları başlığıyla basılan kitapların yeni derlemesi, ilk kez bir araya getirilen tercihlerle ortaya çıktığı için, yeni addetmek çok da yanlış olmaz.
Artık yazamadıkları için hep bir hüzün ve hayıflanma hissettiğimiz eski zaman muharrirlerinin kitaplarını bambaşka şekillerde ve bambaşka tercihlerle basarak, yazmayı sürdürüyorlarmış gibi hissedip, kendi kendimizi bile isteye kandırıp, bir teselli bulabiliriz belki. Hisar’ın şiir için dediği şey kendi eserleri için de neden geçerli olmasın ki: “Şairler şiirlerini çok kere icat eder gibi değil, bu şiir güya evvelden hazır ve mevcutmuş da onu gömülü olduğu yerden yavaş yavaş keşfeder, çıkarır gibi yazarlar.” (s.42) Biz de onun yazdıklarını her defasında yeniden yavaş yavaş keşfedip çıkarır gibi gün yüzüne çıkarabilir, sonra yeniden tozlanmasına izin verip, unuttukça yeniden ve yeniden bulabiliriz. Yeni olması için ilk kez görülmesi gerekmiyordur belki de eserlerin; bize yeni bir keşif duygusu vermesi yeterlidir!
Edebiyat Yazıları I’i okuyunca, bir kez daha Hisar’ın eserlerini yıllar önce okurken içine girdiğim havaya kapıldım. İlk başta, her şeyin günün birinde son bulacağı bir faniliğin boşluğunda yaşanıyor oluşundan süzülüp gelen, son derece karamsar bir hava kapladı içimi. Hayat denilen bu geçici sahnenin bütün amacı, bir bilinmez sonun karşısında her şeyden bihaber yaşayan insanların ortak trajedisini seyretmekmiş gibi bir duyguya büründüm. Hep bir geçicilik, uçuculuk, fanilik, yok oluş ve bir teselli ihtiyacı süzülüp geliyordu satırlarından: “Düşünürsek, bütün hayat, çektiğimiz bir çubuk içindeki esrar gibidir. Biz mest oluyoruz, fakat, bizim zevkimizi temin eden onun yanıp geçişidir. Bu tezat içinde mesut olabilmek şüphe yok ki hiç kolay değildir.” (s.11)
Her şey ve her güzellik geçmişte yaşanmış ve bitmiş, bugün ancak edebiyat ve sanat yoluyla yeniden canlandırabileceğimiz, ama asla yaşandığı andaki aslını bulamayacağımız bir aldatıcı “hayal”dir: “Duyduğumuz bütün güzellikler bizi mest ve mesut etmiş rüyaların, hülyaların, emellerin ve vuslatların artık hatıralara inkılap eden, zavallı ve perişan dağılan dumanlarıdır.” (s.11) Evet, onun için hayatı tek kelimeyle ifade etmek istesek, “duman” demek yeterli olurdu herhalde. Hayat, bir yerlerde ateşi yanmış olsa bile bizim, içinde olan biteni tam da seçemediğimiz, yer yer daha koyu, ölümle büsbütün karanlığa gömülecek bir dumandır. Geçip giden, yanıp küle dönüşen, bir daha görünmeyecek kıvılcımların parlayıp söndüğü bir sıcaklık halidir, o kadar.
Her şey ve herkes elimizden, gözlerimize baka baka kayıp gidecektir: “Biliyoruz ki bizi bahtiyar eden her lezzet ve canımızla ödemeyi kabul ettiğimiz vuslat bile geçecek. Bu geçen vuslat demini ruhumuza mıhlamak ister gibi yanan kıvılcımlı buselerimiz sönecek, ellerimize geçen ellerin sıcaklığı ruhumuzda birikmeden uçacak. Şefkat, muhabbet, vuslat, saadet, hülasa her lezzet hiçbir an elimize geçmiş değil, hep elimizden geçmiş olacak.” (s.11)
Buradan bir çıkış, bir teselli arar Hisar. Ben de kitabı okurken, nasıl olup da böylesine elemli ve kederli, böylesine ölüm karşısında yalnız ve aciz bir ruhun kendi tesellisini yaratabildiğini, bütün bu kötümserliklerine rağmen nasıl mesut olabildiğini anlamaya çalıştım. Neydi onun bir zamanlar yaşanmış İstanbul hayatının inceliklerini olanca ayrıntısıyla kayda alıp bütün bir ömür içinde yaşatmasına neden olan? Bitmeyen bir yaşama sevinci mi, yoksa geçip gidenin ardından duyulan ve hiç geçmeyen bir ağıt hali mi?
Abdülhak Şinasi Hisar, hiç şüphesiz tezatlı bir yazardır. Bir yandan elemli ve kederli, diğer yandan nükteli, kinayeli, keyifli ve hünerlidir. Hem karamsar hem mesut, hem ciddi hem rahat, hem hüzünlü hem de muziptir. Yoksa şöyle demezdi: “Edebiyatta hiç kimseye benzememek bir gayedir. Lakin bunun da hiçbir şeye benzememek gibi bir tehlikesi var!” (s.78) Ya da şöyle: “Profesyoneller her şeyi kendi bakımlarından görerek tefsir ederler. Bir iki defa beraber gittiğimiz lokantanın garsonu, şair Cevdet Kudret’i ‘puding yiyen bey’ diye tavsif ediyor.” (s.41)
Onda, “servilerin uhrevi mırıltıları” insana öteki dünyadan haberler verir, eski zamanlarda hayat tıpkı “bir mabedin şefkatli kokusu” gibi havada yüzer ve ruhlara siner; “yıldızlar bu mabedin asılmış binlerce kandili” gibidir. Ama bir yandan da dalga geçmesini hep bilmektedir: “Eski Mebusan Meclisi’nde bir gün Ahmet Rıza Bey, ‘Bu mesele başımızın üstüne asılı bir Demokles kılıcıdır,’ deyince sabık nazırlardan biri, ‘Vay! Bizi kılıçla tehdit ediyor!’ diye köpürmüş!” (s.41) İşin fıkra yanını görmesini hep sevmiştir (Geçmiş Zaman Fıkraları adıyla bir eseri olduğunu belirterek!), ama asla laubaliliğe düşmemiştir. Denebilir ki yazdıkları arasında tek satır, düşünülmemiş, gelişigüzel ve laubali bir söz bulmak pek mümkün değildir. Sanatı ve edebiyatı, benzerlerinde rastlanmayacak ölçüde ciddiye alan bir ruh hakimdir: “Sanat, kendi kaideleri ve teşrifatı içinde, büyük, geniş, derin bir samimiyet ihtiyacıdır, tam insanın bu samimiyete ermesidir. Sanatta kaim olan ilim ve fen yerine böyle bir ruh ciddiyetidir.” (s.98)
Onun için yazı demek, kalbin en derinliklerinden, kaynağını yazanın da tam olarak bilmediği bir gizemden çıkıp gelen, şiirsel bir sanatın akisleridir. İçimizin en dile gelmeyecek, en söze dökülemeyecek olan taraflarının tercümesidir. “Edebi bir sahife, bütün fikirlerimizle hürmet ettiğimiz bir dosta ve bütün kalbimizle sevdiğimiz bir sevgiliye yazdığımız bir mektuptur. Başka bir şey olmalı mıdır?” (s.60) Ve her sanat eseri tam da bu nedenle, bütün bir alemi değiştirecek güçtedir: “Şair, şiir mecmuasını neşrettiği günden itibaren, nasıl olup da herkesin bununla meşgul olmadığına şaşar. Nasıl günler doğuyor, ortalığı dolduran insanlar okuyorlar da başka şeyler okuyorlar, konuşuyorlar da başka şeylerden bahsediyorlar? Kitabından sonraki günler de gene eski günlere benziyor!” (s.78)
Bütün bu karamsarlıklarına rağmen, nasıl olur da aynı zamanda oldukça mesut bir yazar hissi uyandırır Hisar? Bu soru, aynı zamanda edebiyatın ve sanatın tesellisi denilen şeyin de cevabıdır bir bakıma. Abdülhak Şinasi, son derece mustarip, son derece ciddi, son derece içli ve son derece samimi bir yazardır. Her kelimesi her cümlesine büyük bir içtenlikle bağlıdır. Belki de bu bağlılık, ıstırabın ve faniliğin yegâne tesellisidir. Bütün içtenliği ve derinliğiyle her kime ya da neye bağlılık duyarsak duyalım, bu bizi kendi faniliğimizin üstüne çıkarıcıdır.
İnanmak da bir tür bağlanmak değil midir zaten? Hisar, büyük bir inanç adamıdır, edebiyat ve şiir onun için bir tür dine dönüşür bu yüzden. Edebiyata ve sanata tıpkı bir dine inanır gibi inanır: “Edebiyat ve sanat, yabancılarına mevhum görünen bazı kıymet ve bazı meziyetlere inanan bir dindir… dahi şairler, peygamberler gibidirler. Birer din yahut birer tarikat kurucusudurlar. Muhtaç olduğumuz en büyük tesellileri veren din kitapları gibi onlar da kitaplarının mucizeleri ile, şiirlerinin tarikatına girmiş olurlar.” (s.51, 93)
Hisar, iyi bir yazarın, edebiyat ve sanat insanının belirleyici özelliklerinin başında, kendi hayatının sıradan tecrübelerine büyük değer verişi ve buna müsavi bir değeri etrafından görmek isteyişi olduğunu belirtir ki, bu gerçekten de yazarlığın belki de en belirleyici niteliğidir. Denebilir ki kendininki dışında başka dünyalara, başka hayatlara özenen birinden edebiyat insanı ve sanatçı çıkmaz, çıkamaz. Çünkü sanatsal olan tam da dışarıdan içeriye doğru bir bakışı ve başka hiçbir şeyi göremez hale gelinceye kadar içe çevrilmeyi gerektirir. Bu aynı zamanda tam bir inanma halidir; kişi, kendine ancak bu yolla inanabilir ve kendine inandıkça sonsuzluğa da inanmaya ve bunu sanatına yansıtmaya başlar ki, sanat bu esnada anlamını bularak geçiciliğin ötesine geçiren bir gerçek-ötesi yaratım halini alır.
Hisar’da bütün bunlar ve çok daha fazlası vardır. Denebilir ki o, en mesut karamsarlarımızdandır!