Dış politika, kamuoyunun öncelikleri arasında pek olmamıştır. Doğal olarak seçmen kendisini doğrudan doğruya etkileyen ekonomik konulara daha çok önem vermekte, seçimlerdeki tercihlerinde dış politikaya pek yer tanımamaktadır. Son dönemlerde yapılan seçimlerde bunu hep görmüşüzdür. Dış politikanın ağırlıklı rol oynadığı, benim hatırladığım tek genel seçim, 1977 yılında yapılandır. Başbakan Ecevit 1974 Kıbrıs Barış Harekatının kendisine verdiği ivmeyle partisi CHP’ni %41 oyla seçimlerde şimdiye kadar görülmüş en iyi neticeye taşımış, ancak o zamanki sistemle yine de TBMM’de çoğunluğu kazanamamıştı. Bunun dışında dış politikanın en büyük etken olduğu seçim olmuşsa ben hatırlamıyorum.
Aslında bu, başka ülkelerde de geçerlidir. Seçmen genellikle kendisine daha yakın gördüğü sorunlara ağırlık verir. Avrupa’da ve ABD’de bugünlerde seçmenin önceliklerinin başında kaçak göçün yer aldığını ve bunu önleyecek adaylara yöneldiğini görüyoruz. Aşırı sağın birçok Avrupa ülkesinde yükselmesinin başlıca nedenlerinden biri de şüphesiz budur.
Geçmişte ülkemizde de dış politikanın seçim konusu olmamasının bir nedeni de, şüphesiz siyasi partilerin dış politika hedeflerinin birbirlerinden çok farklı olmamasıydı. NATO’ya bağlılık sadece siyasi partiler için değil, geçmiş dönemlerde maalesef arka arkaya gelen askeri müdahaleler sırasında da değişmez bir öncelikti. Kıbrıs ve Ege politikası hangi parti iktidara gelse pek değişmezdi. AB ile ilişkilerde koalisyon hükümetlerinin teşekkül tarzından dolayı asgari müştereklerde buluşulurdu. Bu alanda ilerleme kaydedilememesinin bir sebebi de asgari müştereklerin gerçekten de en alt düzeyde olmasıydı.
Dış politikanın yürütülmesi, hükümetlerin çizdiği ve iktidarlar değişse de pek değişmeyen hedefler çerçevesinde profesyonellerin elindeydi. İktidarlar sık sık değiştiği için profesyonel kadrolara pek müdahale etmezler, o kadrolar da çizilen genel çerçeve dahilinde işleri yürütürlerdi. Bakanların sık sık değiştiğini bildikleri için hiçbir siyasi partiye yanaşmazlar; bir bakana fazla yakın gözükürlerse başka bir partiden gelen halefi tarafından damga yiyeceklerini ve kariyerlerinin bundan zarar göreceğini düşünürler; siyasi partilere eşit mesafede durmaya çalışırlardı. İstisnalar tabii olmuştur ama istisnaların kaideyi bozmadığı malum.
Dış politikanın hedeflerinin ortak olması, yürütülmesini kolaylaştırıyordu şüphesiz. Ancak daha önceki yazılarımda da sık sık dile getirdiğim şekilde, hedeflerin ulaşılabilir noktada olmasının garantisini teşkil etmiyordu. Tersine; bürokratların elinde dış politika en az risk içeren şekilde, dolayısıyla sorun çözme yerine sorunları erteleme yolunun tercih edildiği bir yöntemle yürütülüyordu. İktidarlar değiştikçe genel çizgiler değişmediği için herhangi bir sıkıntı yaşanmazdı. Ancak bürokratlar risk sevmediği için, daha önce de belirttiğim gibi sorunlar çözümlenmekteyse birikiyor, yenileri ekleniyordu.
Benim kişisel kariyerim açısından geriye baktığımda, doğrusu bu sistemin bürokratlar açısından sıkıntı yarattığını söylemek mümkün değil. Muayyen bir partiye sadakatin bir faktör olmadığı dönemlerde, liyakat esastı diyebilirim. Tabii yine istisnalarla.
AKP’nin ilk yıllarında da bu yapının devam ettiğini söylemek mümkün. Hatta AKP’nin ilk yıllarında asker ve sivil bürokrasi yeni iktidarın Kıbrıs’ta atmak istediği bazı adımları engellemeyi başarmı; aynı şekilde, Mart 2003 Irak tezkeresinin TBMM’de kabul edilmesi için gerekli oy miktarını alması önlenmişti.
Bu durum 2017 referandumundan sonra hızla değişir oldu. İktidarın arka arkaya yapılan seçimlerle, değil el değiştirmesi, mevcut konumunu pekiştirmesi, yapıyı etkilemiştir. Bürokrasi siyasileştirilmiş, bürokratın siyasetçiden uzak durması gittikçe güçleşmiş, ayrıca profesyonel kadrolara gittikçe artan sayıda dışarıdan ilaveler yapılmıştır. Aynı zamanda, dış politika hedeflerinin tespitinde önemli rol oynayan silahlı kuvvetlerin etkinliği azaltılmış ve artık bugün karar, hatta uygulama birimi Cumhurbaşkanlığı olmuştur.
Bunun neticesinde, uzunca bir süre bir çeşit oydaşmayla yürütülen dış politika artık çok dar bir çerçevenin tekeline geçmiştir. TBMM’nin, medyanın, sivil toplum ve düşünce kuruluşlarının ağırlığı her geçen yıl azaltılmıştır. Eskiden TBMM çatısı altında yapılan dış politika görüşmeleri nerede ise tamamen ortadan kalkmış, tüm diğer bakanlıklarda olduğu gibi Dışişleri Bakanına sorulan soruların da çoğu zaman cevapsız bırakılması alışkanlık haline gelmiştir. Bakanlar bütçeden bütçeye uğrar olmuşlar, bunun neticesinde de saydamlık, bir çok başka alanda olduğu gibi dış politikanın yürütülmesinde de neredeyse tamamen ortadan kalkmıştır. Medyanın da büyük ölçüde tek sesli olması, tartışma ortamının gelişmesini engeller nitelikte olmuştur.
İşin ilginç tarafı, bu durumun oluşmasında bir rolü olmayan muhalefet, özellikle ana muhalefet partisi CHP, bu değişime uzun bir dönem boyunca ayak uydurmuş, muhalefet yapmaktansa iktidarın dümen suyunda gitmeyi tercih etmiştir. Bunda sanırım iktidarı yabancılara şikâyet etme suçlamasıyla karşılaşmanın yarattığı endişe, belki de dış dünya tecrübesi sınırlı olan parti liderinin doğal sayılabilecek çekingenliği rol oynamıştır. Neticede iktidarın ülkeyi gittikçe yalnızlığa iten politikası eleştirilemez olmuştur. Parti lideri, zaten sayıları az olan, dış politika deneyimi geçirmiş kişileri yanından uzaklaştırmış; bu arada iktidarın stepnesi olmaktan rahatsız olmamıştır. Örneğin, ülkemiz için bir baş belası haline gelen S400 alımı sırasında gerekli uyarılar yapılmamış; Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesinde (AKPM) ülkemizdeki insan hakları durumuyla ilgili haklı eleştiriler hakkında iktidarla birlikte oy kullanılarak partinin samimiyetine darbe indirilmiş; yabancı yetkililerle hem ülkemizde hem yurt dışında temaslarda bulunmaktan çekinilmiştir. Hatta Kuzey Kıbrıs’ı bir ziyaretinde Kemal Kılıçdaroğlu’nun, program uyuşmazlığı gerekçe gösterilerek, ilke olarak aynı düşünce yapısında olduğu eski Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ile görüşmediğini üzülerek kaydetmiştim.
Muhalefet cephesinde yaratılan bu boşluk sırasında ülkemizin dış politikası hızla değişmeye, Batı ile ilişkiler gevşemeye, bir İslami hüviyet benimsenmeye başlamıştır. Ne yazık ki buna kimse itiraz etmez olmuştur. Muhtemelen, İslami çizginin iktidara gelmek için kazanılması gerektiği hesaplanan kesimleri memnun ettiği düşüncesi ve onları rencide etme endişesiyle bu değişime ses çıkartılmamıştır. CHP kurucuları Atatürk ve İnönü tarafından müzeye çevrilen dünya mirası Ayasofya ve Kariye’nin AKP tarafından yeniden camiye çevrilmesine CHP’den tepki gelmemiş olması, bence bu tutumun bariz bir örneğidir. Neticede bu çizginin benimsendiği izlenimi haklı olarak ortaya çıkmıştır. Haliyle de iktidardan farklı bir şey söylemekten çekinen bir muhalefet ile, dışarıda pek kimse vakit geçirme ihtiyacı duymamıştır.
İktidar ile muhalefetin dış politikada farklı çizgileri olabileceği, sanırım son mahalli seçimlerden sonra ilk defa belirgin bir hal almıştır. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı İmamoğlu’nun Avrupa günü kutlamasını Ankara’daki AB Büyükelçisiyle birlikte yapması, önemli bir adım teşkil etmiştir. Gerçi konuşmasında AB ile ilişkilerin normalleşmesi için gerekli reformlara işaret etmesini ve onları yürürlüğe sokma iradesini ifade etmesini dilerdim, ama belki bu toplantıyı bir başlangıç olarak görenler az değil. Umarım öyle olur. Aynı şekilde, gerek kendisinin gerek parti lideri Özgür Özel’in Hamas’ın terörist değilse de terör eylemleri işlediği yolundaki demeçleri, iktidardan ayrışmanın başka bir işaretidir. Bu ifadelerin sert bir tepki uyandırmamış olması da, İslami dış politikanın sanıldığı kadar yaygın bir desteğe sahip olmadığının bir işaretidir belki de.
Diğer taraftan CHP Genel Başkanının hem yurt içinde hem yurt dışında yabancılarla temaslara başlaması da olumlu bir şeydir. Umarım kısa bir zaman sonra, selefinin kaçındığı AB üst düzey makamlarıyla temaslara hız verir. Tabii 9 Haziran’da yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimleri ve sonbaharda yeni Komisyonun belirlenmesiyle tüm kadrolar değişecektir. O nedenle bu değişiklikleri beklemek yanlış olmaz gibi geliyor.
Aradan geçecek zaman içinde, CHP’nin başta AB ile ilişkiler olmak üzere tüm temel konularda hedeflerini belirlemesi ve bunları dile getirmesi iyi olacaktır. İktidarın Hamas sevgisinden kendilerini soyutlamaları, gerek Batıda gerek Arap ülkelerinde memnuniyetle karşılanmıştır şüphesiz. Parti yönetiminin şansı, dış politika konusunda, biri akademisyen biri uygulayıcı, tecrübeli ve değerli iki kişiye, Prof. Dr. İlhan Uzgel ve Emekli Büyükelçi Namık Tan’a sahip olmasıdır. Onlardan yararlanarak Partinin iktidara geldiği takdirde takip edeceği politika ile hedeflerini belirlemesi ve bunları gerek yurt içinde gerek yurt dışında anlatmaya başlaması, ayrıca AKPM gibi kurumlarda iktidarla kendi arasına mesafe koymaya başlamasında sonsuz yarar var. Bu ortamda çekingenlik gösterip eskisi gibi iktidarın dış politikasını desteklemek, muhalefetin inandırıcılığını eritmekten başka bir şey yapmayacaktır.
Mahalli seçimler CHP’yi iktidar alternatifi konumuna getirdiğine göre, iktidara geldiği takdirde her alanda ne yapacağını belirlemeye ve anlatmaya başlaması gerekir. Dış politika da bu alanlardan biridir. Vakit çabuk geçiyor; kaybedecek çok fazla zaman yok.