Milli Güvenlik

Milli Güvenlik öğretmenimiz son derece anlayışlı, kibar ve titizdi. Öğretmenimizin sanırım tek bir şeye müsamahası yoktu: Kürt sözcüğüne! Durduk yerde herhangi birimizi ayağa kaldırır “Selçuk, siz şimdiye kadar okuduğunuz kitaplarda Kürt diye bir ifadeye rastladınız mı?” diye sorardı. Retorik bir soruydu elbette. “Hayır komutanım!” deyip oturuyorduk. On beş yaşındaydık. Kaç kitap okumuş olabilirdik? Bizim için kaç kitapta bu sözcük geçiyor olabilirdi? İşin tuhafı, evet on beş yaşındaydım ama içinde “Kürt” geçen bir kitap okumuştum: Firdevsi’nin Şehnamesi’ni.

Geçmişte liselerde zorunlu Milli Güvenlik dersi olurdu, galiba 2010’dan sonra kalktı. Derse MEB öğretmenleri değil, TSK’da görevli ya da emekli bir subay girerdi. Bizim lisenin kısmetine son derece beyefendi bir Topçu Albay düşmüştü. İsmini unutmuşum, Allah uzun ömür versin, umarım hayattadır, sağlığı iyidir. Kıbrıs harekatında yaralandığı için bir ayağı aksaktı.

Sarkazmın ne olduğunu o derste öğrendim: Öğrencilerin farklı sıralarda oturmasından büyük bir rahatsızlık duyardı. Yerini değiştiren bir arkadaşımıza “Yine konstrmasyona mı çıktınız?” demişti. Hatırladıkça hâlâ gülerim.

Evet, öğrencilerle “siz” diye konuşurdu. Kendisine de “Hocam” diye hitap edilmesinden hiç hoşlanmıyordu.  “Öğretmenim”, “Komutanım” hatta “Amca” denmesini tercih ettiğini söylemişti; sınıfın haylazlarından biri de bu fırsatı kaçırmadı, Milli Güvenlik öğretmenine yıl boyu “Amca” diye hitap etti. Hiç sesini çıkarmadı, aynı nezaketle, aynı görgüyle öğrencisine karşılık verdi.

Bense “Albayım” diye hitap ediyordum; rütbesiyle hitap etmenin bir saygı göstergesi olacağını sanmıştım — halbuki askeri sistemde bildiğim kadarıyla rütbesi düşük olan komutanına böyle hitap edemez. Bir Albay bir Teğmene “Teğmenim” diyebilir, ama tam tersi uygun olmaz. Sanki karşımda Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar’ındaki Hüsamettin Tambay varmış gibi “Albayım” diyordum. Kıbrıs savaşına katılmış bir emekli subay… “Benle mi bot bağladın!” deyip dersten bıraksa yeriydi. Ama Milli Güvenlik öğretmenimiz son derece anlayışlı, kibar ve titizdi. Sınavlarda kopya çekilmesine müsamaha göstermezdi, ama zaten Milli Güvenlik kitabını açık olarak sıramızda bulundurma iznimiz vardı. Yeter ki öğrenelim!

Tank resminin altında “Tank”, uçak resminin altında “Uçak” yazan Milli Güvenlik ders kitabını hatırlayan mutlaka vardır.

Öğretmenimizin sanırım tek bir şeye müsamahası yoktu: Kürt sözcüğüne! Durduk yerde herhangi birimizi ayağa kaldırır, “Selçuk, siz şimdiye kadar okuduğunuz kitaplarda Kürt diye bir ifadeye rastladınız mı?” diye sorardı. Retorik bir soruydu elbette. “Hayır komutanım!” deyip oturuyorduk.

On beş yaşındaydık. Kaç kitap okumuş olabilirdik? Bizim için kaç kitapta bu sözcük geçiyor olabilirdi?

İşin tuhafı, evet on beş yaşındaydım ama içinde “Kürt” geçen bir kitap okumuştum. Hayır, öyle muhalif, aykırı, tehlikeli sularda yüzen bir genç değildim; aksine muhafazakar/mukaddesatçı bir Orta Anadolu ailesinin efendi çocuğuydum. Sadece kitap okumayı seviyordum, ve evet, Milli Eğitim Bakanlığı baskısı bir kitapta Kürt sözcüğüne rastlamıştım: Firdevsi’nin Şehnamesi.

Şehname’de geçen Demirci Kawa hikayesinden özetlemeye gerek duymuyorum. Bence bilmeyenin kendi ayıbıdır. Ama “Kürt” sözcüğünü elbette bu hikayeyi okumamdan çok önce işitmiştim. Ümraniye’de, gecekondu mahallelerinde büyüdüm. Kürt komşularımız vardı; ama o yıllarda, ya da sadece bizim mahallede, Alevi olmayan Kürtlerin kendilerini “Kürt” olarak tanıtmadıklarını hatırlıyorum. Hatta en azından bizim mahallede Kürt ve Alevi neredeyse aynı anlama geliyordu. Bu belki de kendini koruma refleksiydi.

Sonra aramıza tek kelime Türkçe bilmeyen bir oyun arkadaşı katıldı. Adını tabii ki buraya yazmayacağım. Alevi değildi, ama Kürtlük hiç konu olmadı, hiç dile gelmedi. Türkçeyi sökene kadar kaleye geçti, zamanla orta sahada oynamaya başladı. Yıllar sonra — galiba Faik Bulut’ta — Kürtlük, Alevilik, Sünnilik üstüne Doğu coğrafyasında yaygın ön yargıları okuduğumda taşlar yerine oturdu.

Bir başka arkadaşıma utana sıkıla “Sen Kürt müsün?” diye sorduğumu anımsıyorum. “Sen nasıl Türklüğünle gurur duyuyorsan ben de Kürtlüğümle övünüyorum” demişti. Ben Türklüğümle gurur duyuyor muydum? Bilmiyorum; Türklük içine doğduğum, kesinlikle şikayet etmediğim, belki avantajlarını tam kavrayamadığım bir durumdu. Ama bu meseleyi bir çağdaşımla, bir yaşıtımla konuşabilmek içimi rahatlatmıştı.

Milli Güvenlik öğretmenimizin ısrarı kafama takılmış olmalı: Bir akşam okul çıkışı minibüsle eve dönüyordum. Yanımda bir lise arkadaşım vardı, Firdevsi’nin Şehnamesinde okuduğum hikayeden söz ettim. Belki de Milli Güvenlik öğretmenine söylemeye çekindiğim şeyleri onunla paylaşmak istedim. Kawa, omuzunda yılanlar çıkan zalim hükümdar… Birden ayaktaki yolculardan biri bana şunu sordu: “Bilimsel gerçekliği var mı?” Kapkara kocaman bir surat, irkildim. Bu bir efsane, bilimsel gerçekliği nasıl olsun? Bunu tanımadığım bir insanla nasıl konuşabilirdim? Arkadaşım benden önce indi. Adam yanıma oturdu. Bu sefer daha kibardı, bana Kawa’nın Kürtler arasında bilinen hikayesini anlattı. Aslında Firdevsi’nin versiyonundan çok farklı değildi, ama adamda bir şeyi açıklığa kavuşturma kaygısı vardı. “Bilimsel gerçekliği yoksa itibar etmemek lazım” diye konuyu kendince kapadı. Yazmama gerek yok, adam Kürttü ve bu hikayeyi bir Kürt olarak sahiplenmişti.

Ertürk Yöndem’li yıllar… PKK terörü 90’lara damgasını vurmuştu. Asırlık sokakların adı “Şehit…” diye başlayan isimlerle güncellenmişti. O yıllarda zorunlu askerlik görevinde “Yedek Subay” olmak bir çeşit savaş piyangosuydu. Bununla birlikte Kürtlerin yaşadığı büyük coğrafyayı neredeyse hiç bilmiyordum. Hayatım Ankara’nın Batısı’nda geçti.

Bu konularda bir şey konuşabilmek imkansızdı. İnsan ne öğretmenine sorabilirdi ne bir başkasına. Dedem, Kürtlerden ve Araplardan nefret ederdi; çünkü onun babası Birinci Dünya Savaşı denen kanlı keşmekeşte Anadolu’da “Yemen” olarak bilinen nerede başlayıp bittiği belirsiz coğrafyada çarpışmıştı. Üstelik onun için Ankara’nın Doğusu’nda yaşayan herkes Kürttü. Kime niçin öfkelendiğini bilmek kolay değildi. Ve bu yabancılık istisna değil bir ilkeydi.

Artık Kürtler var! Neyse ki bunu söyleyemeyene deli gözüyle bakmakta bir beis yok, en azından bu kadarına bir engel kalmadı. Evet, yakın bir zamanda bunu söylemek çok zordu. Barış bu zamana kadar çok defa telaffuz edildi; hep bir tahta boşta kaldı. Belki de barışı kabul etmek geçmişte ödenen ağır bedellerin üstüne sünger çekmek anlamına geleceği için taraflar sindiremedi. Bu sefer sürecin büyük adımlarla ilerlemesini umuyorum, çünkü bu Barış seküler demokrasimizin de en büyük güvencesi olacak. Yani bir Milli Güvenlik zorunluluğu bu. Ne bileyim, aksini düşünmek bile istemiyorum.  

- Advertisment -