Amerikan Açık Tenis Turnuvası’nda bu yıl büyük bir sürpriz oldu, kadınlarda bütün favoriler elendi ve finale adlarını kimsenin bilmediği iki genç tenisçi çıktı.
19 yaşında Kanadalı Leyla Fernandez ve 18 yaşındaki İngiliz Emma Raducanu.
Kazanan Emma Raducanu oldu.
Bu iki genç yıldızın isimlerinden onların klasik İngiliz ve Kanadalı olmadığını anlamak zor değil.
Kanada Quebec doğumlu Leyla Fernandez’in babası Ekvatorlu bir futbolcu. Annesi ise Filipinli.
Emma Raducanu da Kanada’da doğmuş. Çinli bir anneyle Romen bir babanın kızı olarak. Hem Kanada hem de İngiliz vatandaşı. Romen babaannesi tarafından büyütülmüş ama Mandarin dilini konuşabiliyor, en sevdiği şeylerden biri Tayvan tvlerini izlerken Romen yemeği yemek.
İnsan bu baş döndürücü hikayelere bakınca tenise odaklanamıyor.
Karşımızda bir entegrasyon ve kapsayıcılık başarı hikayesi var.
Kanada ve İngiltere’ye yerleşmiş, hiçbir ortak noktaları olmayan ülkelerden insanlar burada tanışıp evlenmişler ve ortaya melez yeni nesiller çıkmış.
Bu başarılı entegrasyon ve kapsayıcı politikalar da meyvesini dünyanın en elit sporu olan teniste finale çıkan iki yıldız oyuncu olarak verdi.
Entegrasyon ve kapsayıcılık iki sihirli kelime.
İki kelimenin de Türkçe’de tam olarak bir karşılığı yok.
Bu yüzden entegrasyon zaten uzun yıllar önce doğrudan alındı.
Artık entelektüel tartışmalarda da sık sık “inclusive (kapsayıcı) olmak”, “exclusive (dışlayıcı) olmak” tabirlerini duyuyoruz.
“Çevreleme”, “içerme”, “kapsama” kelimeleriyle karşılanan “containment” de herhalde Türkçe karşılıkları derdi anlatmadığı için “konteyn etmek” diye sık sık karşımıza çıkıyor.
Bu kavramların modern Türkçe’de tam olarak karşılığı olmamasının sebebi, bu kavramların uzun süredir hayatımızda tam olarak bir karşılığının olmaması.
Uzun süredir çünkü aslında devşirmelerin sadrazamlık makamına kadar çıkabildiği, bundan 150 yıl öncesine kadar Avrupa’dan daha çok kültürlü şehirlere sahip bir imparatorluk tecrübesi var arkamızda.
Ama o derenin altından yüksek debili sular aktı, geriye balçık kaldı.
Türkiye siyasetinde de bir asırdır kapsamak, içine almak, entegre olmak, entegre etmek bir ana akıma dönüşemedi.
Dışarıda entegrasyon teslimiyet olarak görüldü, içeride kapsayıcı olmak yolunda çabalar kimlik siyaseti duvarlarına çarptı.
Fakat bunun yakın tarihimizde bir istisnası var
Ve Türkiye o istisnai dönemde tarihinin en başarılı performansını gösterdi.
2014 yılında yayınlanan Dünya Bankası’nın “Türkiye’nin Deneyimleri: Entegrasyon, Kapsama ve Kurumlar” raporunda 80’li yıllarda Özal’ın Türkiye’yi dünyayla entegre etmesiyle başlatılan ve 2002-2011 arasında zirvesini gören bu başarı hikayesi iki kelimeyle özetlenmiş: “Entegrasyon ve kapsayıcılık.”
Raporda entegrasyon derken dışarıda olanlar; Türkiye’nin dünyayla, çevresiyle, dünyadaki trendlerle, kurumlarla ve akımlarla uyumu kastediliyor.
Kapsayıcılık derken ise içeride olanlar anlatılıyor.
Rapora göre Türkiye’nin başarı hikayesinde esas ilham verici olan zaten içeride olanlar.
Toplumun farklı kesimlerini ve sınıflarını sosyal olarak kapsayan, onları içine alan, yükselten bir kalkınmanın başarılması…
Sadece ekonomik olarak değil, sosyal ve politik bir kapsayıcılıktan bahsediliyor burada.
Rapordan okuyalım:
“Türkiye’nin ortalama reel geliri 1950’lerden bu yana beş kat artmıştır. On yıllık dönemler bazında Türkiye’nin reel Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’sındaki (GSYH) artış ortalama olarak hiç yüzde 4’ün altına düşmemiştir. Bu olağanüstü olmamak- la birlikte, sağlam bir performanstır ve Türkiye’yi yüksek gelirin eşiğine getirmiştir.
1960’lı ve 1970’li yıllarda, Türkiye benzer ülkelere göre daha yavaş ilerleme kaydederken, 1980’li, 1990’lı ve 2000’li yıllarda Türkiye’nin performansı benzer ülkeler grubundaki ortalama büyüme ile aynı düzeylerde veya daha yüksek olmuştur. Bu, Türkiye’nin küresel ekonomi ile entegrasyon dönemidir ve bu raporun odak alanını oluşturmaktadır. Türkiye’nin yüksek gelir düzeyine doğru ilerleyişi büyüyen bir orta sınıf doğurmuştur. Bunun önemli ekonomik ve siyasi sonuçları olmuştur. Ekonomik olarak, canlı bir iç pazar yaratmış ve hem iç hem de dış yatırımları teşvik etmiştir. Siyasi açıdan, yeni ekonomik fırsatlar açmanın bir yolu olarak piyasa yanlısı politikalar ve daha iyi kamu hizmetleri için talep yaratmıştır. Türkiye’nin büyüme performansı aynı zamanda yoksulluk oranlarında da keskin bir düşüş ile ilişkilendirilmiştir. Kırsal alanlarda halen yoksul kesimler bulunmakla birlikte, çoğu insan için ekonomik ölçüler büyük ölçüde iyileşmiştir. Yükselen büyüme dalgaları çoğu gemiyi daha yükseğe çıkarmış ve Türkiye’nin refahı paylaşılmıştır.”
Rapora göre bu entegrasyon ve kapsayıcılık sadece tepede verilmiş kararların sonucu değildi, bu politikalarla bunun taşıyıcısı olan bir sosyoloji ortaya çıkmıştı:
“Türkiye’nin iç illerinden genellikle “Anadolu Kaplanları” olarak anılan yeni bir girişimci neslin yükselişi ve kentsel orta sınıfın büyümesi, muhafazakar sosyal ve liberal ekonomik politikalar için siyasi bir seçmen grubu oluşturmuştur. 1990’ların sonlarında yaşanan derin siyasi ve ekonomik krizler, devlet ile özel sektör arasında mesafeli ilişkilerin kurulmasını amaçlayan bir dizi kurumsal reform için katalizör rolü oynamıştır. 2002 yılından sonra bu reformlar Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) tarafından sürdürülmüş ve genişletilmiştir ve AB üyeliği hedefi ve katılım müzakereleri süreci reform çabaları için önemli bir çıpa oluşturmuştur. Türkiye bu tercihi için zengin bir şekilde ödüllendirilmiştir.”
Rapor bu hikayeyi Özal’la başlatıyor.
Özal’ın Türkiye ekonomisini dünyaya entegre etmesi, siyaseten de daha liberal fikirlerin merkeze taşınmasına, muhafazakar dünyada karşılık bulmasına neden olmuştu.
Bu dönemde muhafazakar dünyada “transformasyon”, “değişim”, “yenilik”, “sivillik” sihirli kelimelerdi.
“Statüko” ise en önemli düşman.
Bu dalgayı yakalamak için o yıllarda peşpeşe statüko karşıtı, değişim ve demokrasi vaat eden partiler kuruldu.
Çoğu artık olmayan o partileri hatırlayalım;
1992’de Hasan Celal Güzel’in kurduğu Yeniden Doğuş Partisi, 1993’de Yusuf Bozkurt Özal ve Hüsnü Doğan’ın kurduğu Yeni Parti, 1993’de Aydın Menderes’in kurduğu Büyük Değişim Partisi, 1993’de MHP’den kopan Muhsin Yazıcıoğlu’nun kurduğu Büyük Birlik Partisi, 1994’de Cem Boyner’in Yeni Demokrasi Hareketi, 1994’de Besim Tibuk’un Liberal Demokrat Partisi…
1994 yerel seçimlerinde Refah Partisi İstanbul, Ankara’da belediyeleri oy istemek için meyhanelere girerek, Kürt raporu yayınlayarak, başı açık kadınların da görüldüğü reklamlarda değişim ve özgürlük vaad ederek almıştı.
Ama bu değişim, ekonomik ve sosyal bir talebe ve tabana karşılık geldiği için takiyye düzeyinde de kalmamıştı.
İslami kesimin dergileri İslam ve demokrasi başlıklı dosyalarla dinin sınırlarını modernizm, demokrasi ve laiklik için zorlayan entelektüel faaliyetler içindeydiler.
Anadolu’daki sivil toplum örgütleri bu başlıklı paneller, konferanslar düzenleterek bu fikirin misyonerliğini yapıyordu.
Televizyon tartışmalarında muhafazakar kesimin kanaat önderleri demokrasi ve özgürlük taleplerindeki samimiyetlerini ispat etmek için başörtüsüne özgürlüğü, mini eteğe özgürlükle birlikte savunuyordu.
Bu sırada başka mağduriyetler, mesela Kürt meselesi de İslami kesim tarafından keşfedildi.
Şimdi eski videoları özlemle izlenen Recep Yazıcıoğlu gibi muhafazakar kökenden bir valiyi öyle konuşturan da o günlerin bu entelektüel atmosferiydi.
Bu entelektüel değişimde katalizör rolünü, ilk önce Özal’a verdikleri destekle ana akım seküler entelektüel ve medya cemaatine karşı bayrak açmış eski solcu ve yeni liberal-demokrat, anti-Kemalist seküler aydınlar oynadılar.
90’lardan itibaren ortaya çıkan geniş ve özgür kamusal alanda bu aydınlarla muhafazakar kesim aydınları ve kitlesi arasındaki diyaloglar yoğunlaştı.
1994 yılında “Türkiye’nin birikimi” sloganıyla yayınlanmaya başlanan Yeni Şafak bu buluşmanın merkeziydi.
Gazetenin çok sayıda sol ve liberal köşe yazarı vardı. O dönemin Zaman gazetesi de sayfalarını başka kesimlerden insanlara açmıştı.
Sabah, Hürriyet, Milliyet, Yeni Yüzyıl, Radikal gibi gazetelerde de klasik Kemalist ve seküler pozisyona eleştirel olan aydınlar öne çıktılar.
Bu karşılıklı etkileşimler 28 Şubat’ta bir kader birliğine döndü, seküler demokrat aydınların “duruşu” muhafazakar kesimdeki itibarlarını artırdı.
Refah Partisi içinden önce Fazilet Partisi gibi daha ılımlı bir partinin çıkması, daha sonra buradan da AK Parti’nin doğması 90’lardan beri esen bu dalganın sonucuydu.
AK Parti en baştan bu entegrasyon ve kapsayıcılığın faydalarının farkında olarak ortaya çıkmış bir hareket oldu.
AB süreci ve komşularla ilişkileri toparlayarak dünyayla entegrasyonun ivmesini yükseltti, sistemden dışlanmış muhafazakarları temsil ederek onların enerjisini sisteme kattı, daha sonra açılımlarla inkar ve asimilasyonu bitirerek Kürtleri sistemin içine çeken kapsayıcı politikalar yürüttü.
O yıllarda AK Parti, oy oranı kadar başka bir orana daha dikkat ediyordu: Rıza oranı.
Yani iktidarın meşruiyetini sorgulamayan, oy vermese de ona rıza gösterenlerin oranı.
Bu oran da 2013’e kadar yüzde 60’nın üzerinde kaldı.
Bu kapsayıcı politikanın en somut sonuçlarından biri 2010 referandumunda alınmıştı.
AK Parti’nin getirdiği anayasa değişikliği paketi yüzde 58 ile kabul edildi. Bu o ana kadar ve bugüne kadar AK Parti’nin aldığı en yüksek oy oranı.
Yüzde 58’e evet ve yetmez ama evet dedirten sadece paketin içeriği değildi. İktidarın o ana kadar ki performansı, demokratik reformları, çözüm süreci gibi açılımları ve ekonomik kalkınma hikayesiyle yarattığı güven ve rızaydı.
Bu sayede insanlar, o paketin de demokrasi için hayırlı olacağına inanmış ve AK Parti’ye daha önce oy vermeseler de bu adıma destek vermişlerdi.
Daha sonra AK Parti’nın seçimlerde oy oranını yüzde 50 sınırlarına çıkaran da bu kapsayıcı dili ve politikaları oldu.
Dünyayla entegrasyonun ve içerideki kapsayıcılığın dibi gördüğü Gezi olayları sırasında bile AK Parti iktidarı çözüm süreciyle cumhuriyet tarihinin en radikal ve cesur kapsayıcılık projesinin üzerindeydi.
Bu hikaye 2011’den sonra bozulmaya başlandı.
2014’de yayınlanan Dünya Bankası raporu da bir taraftan başarı hikayesinin hakkını verirken, son iki yıldaki gerilemeye dikkat çekiyor ve neredeyse tamamı doğrulanmış uyarılarda bulunuyordu:
“Ancak, son iki yılda Türkiye’nin deneyimlerinden çıkarılacak dersler ile ilgili soru işaretleri doğmuş- tur. 2002-2011 döneminde yüzde 5’in epey üzerin- de olan ekonomik büyüme hızı yüzde 3-4 aralığına inmiş ve ülkenin yüksek dış finansman ihtiyaçları ile ilgili riskler ortadan kaldırılamamıştır. Eleştiriler Türkiye’nin hukuki ve ekonomik kurumlarının gücü ile ilgili soruları gündeme getirmiştir ve ekonomistler Türkiye’nin mevcut orta gelir statüsünde “tuzağa takılmış” olabileceğinden endişe etmektedirler… Türkiye’nin hararetli siyasi tartışmaları, bu ilerlemenin ekonomi politikası ile ilgili geniş bir uzlaşıya dayalı olarak başarıldığı gerçeğini gölgelemektedir. Bu uzlaşının daha da büyütülmesi gerekir.”
2021 itibarıyla AK Parti iktidarı bu rapordaki kötü kehanetleri bir bir gerçekleştirdi.
Artık dünyayla entegrasyonu yara almış, içeride kapsayıcılık güdüsünü kaybetmiş bir iktidar var. Dışarıda entegrasyon yerine içeriye kapanma ve “kendi göbeğini kesme”, içeride ise kapsayıcılık yerine dışlama, kutuplaştırma, boyun eğdirme esas.
Karşısındaki muhalefet ise buna zıt olarak değişmeye çalışıyor, daha geniş toplumsal kesimleri kapsamanın, “konteyn etme”nin yollarını arıyor.
Ama bu çok tepede, jakoben bir proje olarak yürüyor.
Bu entegrasyonu ve kapsayıcılığı destekleyen bir toplumsal sınıf yok, bu değişimi toplumsallaştıracak entelektüel liderlikler zayıf. Bu değişimin altını dolduracak gerçek bir fikri tartışma yok.
Bu yüzden de gerçek ve samimi bir değişimden çok seçimler için dönemsel bir taktik olarak görülüyor
Örneğin seküler medyada Kılıçdaroğlu’nun başörtüsü özeleştirisini yapabilmiş tek bir aktör bile çıkmadı.
Muhalefeti destekleyen medya 2023’de iktidara talip bir ittifakın medyası gibi değil hala 2011’de AK Parti karşısında yenik düşmüş, eski rejimi savunan öfkeli bir rövanşist medya gibi davranıyor.
Muhalefetin hala farklı kesimlere kapılarını açan 90’ların bir Yeni Şafak’ı, Kanal 7’si yok. Cumhuriyet gazetesi iktidara muhalif liberal, sol entelektüelleri bile bünyesinde barındırmayı başaramadı. Sözcü gazetesi 2011’deki Sözcü gazetesinden farksız bir yayın çizgisinde.
Muhalefet medyası yeni bir merkez inşa edecek esneklikten uzakta, tek sesli, kapılarını muhalefet partilerinin ulaşmaya çalıştığı kesimlere kapatmış, eski kavgaların, hesaplaşmaların peşinden gidiyor.
Buradan çıkış da kolay değil.
Zaten geleneksel olarak Türkiye’de Kemalizm ve milliyetçilik hiçbir zaman toplumun tamamını kapsayan, “konteyn eden” pozisyonlar olamadılar.
Kemalizm için “gericiler”, milliyetçiler için “bölücüler ve yabancılar” kurucu düşmanlar olarak ideolojik yaşam enerjisini oluşturdu.
Bugünkü AK Parti iktidarının nobranlıkları, o öfkelerin diri kalmasına neden oluyor, açılım, hesaplaşma, özeleştiri yapmayı zorlaştırıyor.
İktidara karşı duyulan taze öfke hızlıca iktidara oy vermiş sıradan insanlara, destek vermiş kanaat önderlerine yönelebiliyor.
En güçlü olduğu zamanda keyfini sürmektense, hain damgası yemeyi göze alarak AK Parti’den kopmuş partilerin bile muhalif samimiyetine bir türlü güvenemeyen, onları kapsayamayan bir dışlayıcı dil hakim muhalif saflara.
10 yıl önce bir kere yetmez ama evet demiş olanlar bile bugün muhalefeti destekleseler bile intikam listelerinden çıkarılmıyor.
Halbuki bugün muhalefetin tam da ihtiyacı olan yaklaşan seçimde, bugüne kadar kendisine oy vermemiş toplumsal kesimlere 2010’da AK Parti’nin başardığını yaparak, “Yetmez ama evet” dedirtebilmek, bu rızayı üretebilmek.
Bu rızanın nasıl üretilebileceği de belli. Daha önce üretildiği gibi. Yeni bir entegrasyon ve kapsayıcılık vizyonuyla.
Bunu 2014 yılında Dünya Bankası’nın yabancı uzmanları bile görüp Türkiye için şu uyarılarda bulunmuşlardı:
“Sonuç olarak, Türkiye’nin alt ve orta sınıfları için önceden görülmemiş ekonomik ve siyasi fırsatlar açılırken, birçok kişi bu kazanımların mevcut hükümetin iktidarda kalmasına bağlı olduğunu ve köklerinin temel insan haklarının teminatında yatmadığını düşünmektedir. Aynı zamanda, Türkiye’nin yerleşik elitleri haklarının kısıldığını ve söz haklarının göz ardı edildiğini hissetmektedir. Aslında, ekonomik büyüme sosyal açıdan kapsayıcı olmasına rağmen, Türkiye toplumu bölünmüş du- rumdadır. Geçmiş otuz yılın kazanımlarının güvence altına alınabilmesi ve Türkiye’nin yüksek gelirli ülkelerin seviyesine doğru ilerleyişinin sürdürülebilmesi için, daha fazla hükümet hesap verebilirliğine ve ekonomide, toplumda ve siyasette adil bir oyun sahası oluşturma ve bunu koruma yönünde yenilenmiş bir kararlılığa ihtiyaç duyulmaktadır. AB katılım müzakereleri gerekli reformlar için faydalı bir yol haritası oluşturmaya devam etmektedir; ancak Avrupa’nın bir çıpa olarak sahip olduğu gücün zayıflaması ile birlikte rekabetçi ekonomik ve siyasi kurumlar yönündeki kararlılığın Türkiye’nin kendi içinden gelmesi gerekmektedir. Daha uzlaşmacı bir politika yapmaya dönüş olmadan bu güveni- lir veya sürdürülebilir olmayacaktır. 1980’lerdeki ve 2000’lerdeki sosyal açıdan muhafazakar ancak ekonomik açıdan liberal hükümetlerin yönetiminde ülkenin hızlı ekonomik ilerleyişinde, tartışmaya açık olsa da böyle bir uzlaşı ön plana çıkmıştır. Diğer yükselen piyasalar arasında Türkiye’ye imrenen birçok ülke bu durumun oldukça farkındadır ve ül- kenin başarılarını incelemek istemektedirler. Bu ra- por bu ilgiden ilham alınarak hazırlanmıştır. Ülkenin orta gelirden yüksek gelire geçişi sürecinde değerli dersler sunmaya devam edebilmesi için, nelerin işe yaradığı ve nelerin işe yaramadığı konularında yenilenmiş bir uzlaşıya da ilham verebilir.”
Nelerin işe yaradığı ve nelerin işe yaramadığı çok açık.
Yenilenmiş bir uzlaşının yolu da…
Muhalefetin bugün en çok ihtiyaç duyduğu cümle en nefret ettiği cümle aslında; Yetmez ama evet…