Birisi gelse ve size Bergama’da Türkiye’nin belini doğrultmasına yetecek kadar altın olduğunu, Türkiye’ye altın ihraç ederek her yıl milyarlarca dolar kazanan Almanya’nın Türkiye’nin bu altını çıkarmasından rahatsız olduğunu, sivil toplum kisvesi altında casusluk faaliyetleri örgütleyerek altının çıkartılmasına mani olmaya çalıştığını anlatsa… Ne düşünürdünüz?
Kendi hesabıma, bu tür bir iddiayı ciddiye almadım/almam. Birçok sebeple.
Bir defa Türkiye’nin belini doğrultacak kadar çok altın olsa, şimdiye kadar bir biçimde haberdar olurduk diye düşünürdüm. Ama daha mühimi, Türkiye’nin veya başka bir ülkenin, topraklarının altındaki zenginlikleri çıkarmakla belini doğrulttuğuna şahit olmadım.
Ama hepsinden mühimi, eğer öyle bir altın olsa… Ben de Türkiye’nin içine elimi sokup her şeyi yapabilecek kadar güç sahibi olsam… Altını çıkarttırmayı tercih ederim. Çıkarttırırım, Türkiye’ye -daha doğrusu Türkiye’deki malum öznelere- üç, beş bir şeyler dağıtırım, kalanı sırtlar götürürüm. Altının çıkartılmasına mani olmak için dağıtmak zorunda kaldığımdan çok daha düşük maliyetle, çok daha büyük bir hâsılat elde ederim -zaten o yer altındaki kaynakların toplumların belini doğrultmasına katkı sağlamaması da bu yüzden oluyor, tecrübeyle sabit.
Anlaşılan o ki, merhum Hablemitoğlu ile aramızda dünyayı kavrayış açısından ciddi bir fark var. Benim asla ciddiye almayacağım bir iddiayı ciddiye alıp kitap yazması, aramızdaki farka işaret ediyor. Esasen böyle bir teste lüzum da yok, aramızdaki farkı fark etmek için. Mesela MİT Müsteşarı olmak, heves edebileceğim en son şey -böyle bir ihtimal uzaktan belirse, memleket değiştiririm, o derece. Hadi diyelim heves ettim, en güvendiğim insanlara bile söylemem böyle bir ihtimal olduğunu -ihtimali zayıflatacağını ben bile idrak ederim.
Tuhaf bir insanmış merhum. Tuhaflığı da benim tuhaflığımdan -tuhaf bir biçimde- farklıymış.
Yine de, tuhaf bir adamın mevcudiyeti, Ankara Üniversitesinde saygın bir unvana sahip olması, tuhaf bir belgeyi soruşturmadan etmeden, koskoca bir kitap yazmaya yeltenmesi… Hepsi anlaşılır şeyler. Benim anlamadığım, o yıllarda çevremde olan, sohbet ettiğim, yazıştığım, tartıştığım onlarca insanın aklına da, “bir bakalım yahu, sahiden de o kadar altın var mı” gibi basit bir sorunun gelmemesi.
İşaret etmek istediğim husus şu: Sayısız senaryo, üretildiği kaynaktan itibaren en çok birkaç adım yayılıyor ve o çerçeve içinde kalıyor. Ama bazıları, mesela Alman vakıfları hikâyesi, son derece kısa süre içinde, birbirinden habersiz yüz binlerce kişiye yayılabiliyor. Yüz binlerce kişi tarafından makbul bir hikâye olarak kabul edilip paylaşılabiliyor. Neden bazı hikâyelerin kaderi şöyle iken, başka bazılarının kaderi böyle oluyor?
Hablemitoğlu cinayeti, benim şahit olduğum kadarıyla, tarihin en bereketli karanlık işlerinden biri olabilir. Şer teşkilatlarında, gizli servislerde “işleyecekseniz böyle işler işleyin” diye misal gösterilecek kadar kullanışlı. Herkes cinayetten istediği postu çıkardı, anlaşılan o ki kullanılabilecek daha çok şey var. Hayırlı olsun, ne diyeyim. Cinayetin kendisi hakkında herhangi bir hükme varmış değilim. Kısa süre içinde varabileceğimi de düşünmüyorum. Dolayısıyla konum cinayet değil. Ne olup da bu saçma hikâyenin Hablemitoğlu gibi birini baştan çıkardığı da değil. Ne oldu da Hablemitoğlu’nun hikâyesi, kendilerine sorsan hiçbiri külyutmaz, her biri pek akıllı, pek zeki, dünyanın şifresini çözmüş okumuş çocukların yüz binlercesini baştan çıkardı?
Hikâyenin kaynağının Heblemitoğlu olması mühim görünüyor. Temiz, pak, herhangi bir biçimsiz işe adı karışmamış, ikbal peşinde koşmuyormuş gibi görünen genç bir akademisyen -MİT Müsteşarlığı gibi bir ikbal hayali kurduğu başlangıçta bilinmiyordu. Demem o ki, okumuş çocukları tufaya getirmek gibi bir derdiniz olursa, kurban olarak Hablemitoğlu profilinde bir kurban bulmanız işe yarayabilir, bu tecrübeden en azından böyle bir ders çıkarabiliriz.
“Bağımsızlık” kelimesinin de bahse konu olan kesim üzerinde büyülü iksir etkisi yapacağını, normal şartlarda akla üşüşecek soruların hepsini kaynağında boğacağını tahmin etmek zor değil. Lakin… Almanya ne iş, başından beri anlamadım. Yani Türkiye’de ABD düşmanlığı, İngiltere düşmanlığı ve hatta Fransa düşmanlığı iş görür/dü. Ama bildiğim kadarıyla Hablemitoğlu parmağıyla Almanya’yı işaret edene kadar memlekette “Almanlar da fazla oluyorlar” manasına gelebilecek, kullanışlı herhangi bir zemin yoktu. Yani bizim bağımsızlığımız için tehdit her yerden gelebilirdi de, Almanya’dan zor idi.
İşin bir de çevrecilik boyutu var. Bergama köylülerinin madene karşı direnişini sempatik bulmuş olan birçok kişi, mesele Hablemitoğlu’nun eline düştüğünde, yani bağımsızlık sosuyla servis edildiğinde, çevreciliği, siyanürü, köylülerin sağlığını filan derhal rafa kaldırıverdiler. Bu da hepimize ders olsun, Hablemitoğlu’nun şahsında temiz, pak bir kanaat önderi bulmuş olan kesim için çevrecilik ve benzer hususlar, ancak bağımsızlık denen kutsala halel getirmiyorsa makbuldür.
Yine de çok şey açıkta kalıyor. Sözünü ettiğim kesim, “altını bulacağız, çıkaracağız, şıp diye bağımsız olacağız” hikâyelerine pek itibar edebilir gibi görünmüyorlardı. Ulu Atamızın bize miras kalan, pek meşakkatli bir proje ile ancak gerçekleştirilebilecek bir mefkûre idi. Her bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşını tornadan geçirecek, her birine lüzumlu becerileri kazandıracak -mesela çok sesli müzikten anlamalarını sağlayacak- ancak öylelikle muasır medeniyetler seviyesine ulaşacak, dolayısıyla da dış tehditlerden endişe etmeyecek duruma gelecektik. Hâlbuki Hablemitoğlu’nun servis ettiği hikâye, benim Demirel’den öğrendiğim bir fıkrayı hatırlatıyor. Kedi fare deliğinin yakınına kocaman bir peynir dilimi bırakmış -ki fare peynir için dışarı çıktığında onu avlayacak. Fare bakmış, mükâfat büyük, mesafe kısa, “bunda bir iş var” demiş, çıkmamış. Hablemitoğlu’nun ve onun hikâyesine inanmış olan kesimin çok akıllı olduklarından hep şüphe ettim ama Demirel’in hikâyesindeki fare kadar akılları olmadığını hiç düşünmedim. Aksine, kendilerinin vaziyet ettiği işlerin yolunda gitmemesini açıklamak, “hadi ama hani muasır medeniyetler seviyesine çıkacaktık” diye sızlanan ahaliyi püskürtmek için, hep, “mükâfat büyük, mesafe de uzun olacak haliyle” diye gelmişlerdi.
Nasıl oldu da, “altını çıkaracağız, bağımsızlığımızı kazanacağız” masalına bu kadar gönüllü yazıldılar? Çevreyi, siyanürü, Bergamalı köylülerin şanlı direnişini ve benzeri yığınla hikâyeyi bir çırpıda gözden çıkarıverecek kadar gözleri döndü? Ordu mensupları, yargı bürokrasisinin “kahraman” unsurları işin içine karışmasaydı, zannımca bu iş bu kadar kolay olmazdı. Ama bu şartlar altında bile, Türkiye’nin “zinde” çevrelerinin böyle bir oyuna gelmeleri, oyuna geldiklerini bunca yıl hâlâ idrak edememiş olmaları, bence açıklamaya muhtaç.
Benim açıklamam, bahsi geçen zinde çevrelerin artık ziyadesiyle yorgun düşmüş oldukları. Artık pek zindelikleri kalmamış görünüyor. “Hadi bir mucize olsun, mesela altını çıkarıverelim, zengin olalım, sırtımızdaki bu ağır yükten kurtulalım” haletiruhiyesi onları teslim almış gibi… Bu da, Türkiye için, son derece sağlıklı bir gelişme, bir fırsat olarak görülebilir. Kıymetini bilene…