31 Mart seçim sonuçları, çoktandır unuttuğumuz bir kavramı tekrar hayatımıza ve dilimize sokmuş görünüyor.
Güç ve güç merkezlerinde bir değişim veya yer değiştirme, doğal olarak yeni kavramları veya söz ile anlayışları üretir; son seçimin de böyle durumu yaratmış olması sürpriz olmadı.
Uzun bir zamandır bunaltıcı bir hal alan ve artık sürdürülemez durumda olan bu kutuplaştırıcı siyaset mühendisliği, kalın bir duvara toslamış halde.
22 yıl aradan sonra AK Parti iktidarı hiç bu kadar zayıf olmamıştı; sadece zayıf olmakla kalmıyor, baş aşağı bir yokuşa doğru hızla giden bir vaziyette.
Bu durum zorunlu olarak, adını artık çok sık duyacağımız normalleşme ve uzlaşma kavramlarını iktidarın birinci önceliği haline getirdi.
Mevcut iktidar ağır bir hüsrana uğramamak için bu duruma mecbur kalmış halde.
Öyle görünüyor ki, bu yeni durum sadece ana muhalefet partisi olan CHP ile sınırlı kalmayacak.
Ülkenin ağır bir ekonomik krizde olması ve bunun yaratmış olduğu ağır fatura iktidarı iç ve dış politika da derinden sıkıştırmış vaziyette.
Bu sıkışma halinden geçmişte olduğu gibi bir kutuplaştırma veya beka tehlikesi ile atlatacak hali kalmamış ve şimdiye kadar yapmaktan özenle kaçtığı daha doğrusu bilerek ve isteyerek yapmış olduğu her şeyden vazgeçmesini dayatıyor.
Bu kolay olmayacak ve uygulamada, çok farklı sıkıntılara sebep olacak bir durumu da beraberinde getiriyor.
Öyle ki, yıllardır yapılanlar farklı toplumsal kesimlerde çok derin bölünmelere yer yer öfke ve nefrete neden olduğu için, her farklı söz ve davranış daha da olumsuz sonuçlara gebe gibi duruyor.
Her şeyin dejenere edildiği uzun bir zaman dilimini yaşayan bu ülke, elbette ki atılan yeni adımları hep olumlu karşılayacak bir atmosfere sahip değil.
Çürütülmeyen hemen hemen hiç birseyin kalmadığı siyasal ortamda, güven ve inandırıcılığın yoğun bir sorgulamaya tabi tutulmasından daha doğal ne olabilir ki?
Geçmişte sınırsız biat ve her söylenene inanma dönemi bitti. Bu da mevcut iktidarın yaptığı veya yapacağı her adımı olumsuzlaştırıyor.
İktidar doğru adımlar attığı zaman da toplumsal desteğini kaybediyor çünkü topluma şimdiye kadar tam tersi doğruları empoze ettiği için artık yeni doğrular dünün doğruları ile mukayese ediliyor ve bu da iktidarın daha fazla güven kaybetmesine neden oluyor.
2018 yılında Rahip Brunson olayı ile başlayan, dış politikada keskin ‘u’ dönüşleri, kesintisiz bugüne kadar devam etti.
Dış politikanın iç politikaya dönüştüğü yılların sonuna geldiğimiz bugünlerde, artık dışarıda sadece Kürt meselesinden kaynaklanan Suriye ve Irak Kürt politikası kaldı.
Ekonomik kriz ve onun yaratmış olduğu tahribat ve bunun 31 Mart seçimlerinde sandığa yansıması, artık dış politikadaki normalleşmenin iç politikaya da yansımasını beraberinde getirmiş oluyor — ama bu durum dış politikadaki normalleşme kadar kolay olmayacak, iktidar açısından.
Hele ki muhalefet bu normalleşmeye hukuk ve demokratik adımlar atılması açısından bir zorunluluğu dayatırsa, bu, iktidarı daha da savunmasız bir duruma sürükleyecek, ama iktidarın başka da bir şansı yok gibi.
Sadece muhalefeti kendine benzetme kabiliyetini kullanmak dışında.
Eğer ki iktidar muhalefeti bu yenilgiden sonra kendine bir meşruiyet aracı haline getirirse veya bunu başarırsa, o zaman normalleşme hikayesi sadece iktidarın ömrünü uzatan ve Türkiye’ye kaybettiren bir sonucu doğurur.
Böyle bir durum olabilir mi?
Teorik olarak evet — ve muhalefetin Altılı Masa deneyimi, bize böyle bir şeyin olabileceğini işaret ediyor.
Erdoğan’ın sorunları kendi lehine çevirme yeteneğini de katarsak, şu an için durum yüzde 50-50
Peki, tüm bu normalleşmede iktidar, Kürt meselesinde ne yapacak?
Her ne kadar aylardır büyük bir propaganda ile Mayıs veya Haziran ayında Irak’ta bir operasyon olacağı söylendiyse de, şu ana kadar olmadı.
Bunun niye olamayacağını biraz açmak istiyorum.
Birinci neden: ülkenin içinde bulunduğu ekonomik durum, büyük bir operasyonu kaldırabilecek gibi değil.
İkincisi, eğer bu operasyondan Kandil’e bir askeri operasyon kastediliyorsa, bu da İran faktöründen ötürü mümkün görünmüyor.
Çünkü Kandil demek İran demektir.
İran, Kandil üzerinden bölgedeki Kürt sorununu etkilemeye, yer yer dizayn etmeye çalışıyor.
Kandil’in varlığı İran’ın Kürt meselesindeki konumundan ötürü hayatı derecede önemli ve hal böyle iken, Kandil’e bir operasyon, bölgesel dengeler açısından yeni bir durumu ortaya koyacağından pek mümkün görünmüyor.
İran’ın Kandil ve PKK ile ilgili duruşunu öğrenmek için, yakın tarihte gerçekleşen Çözüm Süreci’ni ve İran’ın bu sürecin etkilerinin Suriye’ye sıçraması ihtimaline karşı almış olduğu tavrı hatırlamak yeterli.
İran, Çözüm Süreci’ni kendisi açısından büyük bir tehlike olarak okudu ve bu sürecin başarısız olması için bütün imkanlarını kullandı.
2012 Haziran’ında Kürtler ve diğer muhalifler Esad’a karşı birleşmesinler diye Rojava’ya onay veren, 2013’de Hizbullah’ı Suriye’ye sokan İran’ın, Çözüm Süreci’ni tüm bunları boşa çıkaracak bir hamle olarak gördüğünü ve sürece Kandil üzerinden müdahale ettiğini söylemek, komplo teorisi olarak görülemez.
Nitekim KCK üst yönetiminin aynı dönemde değişmesi, bunun ilk işareti olarak okunması gerekirken, gözden kaçan bir durum olmuştur.
Bölgede ciddi anlamda bir oyun bozucu pozisyonunda olan ve Kürt meselesinde her hangi bir gelişmeyi kendine risk olarak gören bir İran devletinden söz ediyoruz.
Türkiye, Kandil’e böyle bir operasyon yapabilecek güçte mi ?
Evet, böyle bir gücü var, ama böyle bir operasyonun sonuçları bugün için ve yakın zaman için Türkiye’nin isteyeceği şartlar yaratmaz. O yüzden bu operasyon havasından çıkmak da normalleşmenin bir parçası olur.
Hal böyle iken normalleşmenin Kürt Sorunu’na olumlu yansıması herkesin menfaatine olur.
Tabii önce muhalefetin bu sorunu normalleşmeye dahil etmesi gerekir.
Normalleşme iktidar için hayati derecede önemli olmasına rağmen, bu normalleşmenin yaşayabilmesi, ancak ve ancak muhalefetin bunu hak, hukuk ve demokratikleşme adımları ile beslemesine bağlıdır.
Muhalefet bu beceriyi gösterebilirse, Türkiye gerçekten uzun bir aradan sonra normalleşme denilen sihirli sözcüğe hayat veren bir ülke olur.