Nuri Bilge Ceylan’ın Norgunk Yayınları’ndan genişletilerek yeniden basılan Söyleşiler kitabından devam edelim. Söyleşi, esasında kendi kendini çok sorgulayan, yaptığı iş üzerine veya yaşadığı hayata dair çok düşünmüş insanlarla yapıldığında bilgeliklerle yüklü bir rahatlama hissi verir. Bu yoksa kolaylıkla bir yük haline de gelebilir.
Nuri Bilge Ceylan belli ki kendini ve kendi hayatını fazlasıyla sorgulamış, en ince detaylarına kadar kafasında kurduğu sahnede durmaksızın yeniden canlandırarak onu sayısız kez yeniden izlemiş biri. Onun sineması aslında kendi hayatının her defasında farklı kişilerle başka mekan ve zamanlarda yeniden çekilmesinden ibaret. Her büyük sanat eserinde olduğu gibi uzaklara, çok uzaklara gittikten sonra mutlaka kendine dönen bir geri gelme hali. O nedenle de hayatın kendisi gibi heyecan verici bir tekrar.
Hiçbir hayat yeterince düşünüldüğünde tekrara düşmez sözü tam da burada anlamını buluyor belki de. Onun için sinema hayatın tekrarlanamayacak anlarının sahnesi. Bunun için ince ince düşünmüş anlaşılan. Ve her hayat gibi içinde geçtiği mekan, zaman ve en önemlisi insan topluluğuna vereceği rollerden önce tam anlamıyla onu tanımak ve bütün gizlerini bilmek istercesine anlamaya çalışmış. Çelişkilerle yüzleşmiş. Anlamsızlıklarda gizli anlamları ortaya çıkarmış. En önemlisi de birbirinden ilgisiz sayısız gözlemi anlamlı bir bütün haline getirebilmiş.
Sonrasında yaraya parmak basarken kendini acıtmayan bir rahatlığa kavuşmuş: “Modern olmaya çalışan az gelişmiş ülkeler, modernliğin önce dış görünüşüyle ilgileniyor. Sadelik, alçakgönüllülük, kendiyle alay edebilmek gibi özellikler bizim kültürde hiçbir zaman bir üst değer olmamıştır. Böbürlenmek, şişinmek, öğünmek her zaman daha onay görmüştür. Az gelişmiş ülkelere has çifte standardın en somut göstergelerinden biri de, kendi ülkesinde aşağılanan bir davranışı, bir batılı yaptığında bu davranışa hemen hayran olunmasıdır.” (s.35).
Basit insanların büyük açmazlarına bu kadar yakından bakabilmek hiç şüphesiz büyük bir hünerdir. Mesela kendi babasından hareketle yaptığı şu gözlemi, ne kadar çok insanın -ne kadar çok babanın!- halini en net şekilde anlatıyor: “Yaşam gücünü birbiri ardına edindiği amaçlarla, bunlara ulaşmak için giriştiği sonu gelmez mücadeleler içinde bulan, tüm vaktini bu mücadeleyi lehine çevirebilecek stratejiler geliştirmekle harcayan, bu yüzden de biraz bencilleşmiş ve insanlara güvenini biraz yitirmiş bir karakter…” (s.36).
Gerçek sanat konudan bağımsızdır. Gerçek sanatçı işlediği ya da ele aldığı konu ne olursa olsun onu başkalaştırır çünkü ve kendi ellerinde yeni bir biçime sokarak söylemek istediklerini ne yapar yapar söyler. Başka bir deyişle, sanat konu ne olursa olsun onu kendi konusu haline getirebilmekle ilgilidir ve tam da bu nedenle bu alanda “konu sıkıntısı diye bir şey” gerçekte sanatsal bir yetersizlikle ilişkilidir: “Evren her zerresiyle insanın zihnini fazlasıyla meşgul edecek ayrıntılar barındırır. Bu nedenle her zerresi bu kadar merak ve hayret duygusu yaratan mucizevi bir dünyada konu sıkıntısı çekmeyi ben pek anlamıyorum…Nietzsche’nin ünlü sözünü hatırlayalım: ‘Olgular yoktur, yalnızca yorumlar vardır.’ Van Gogh’u büyük sanatçı yapan konuları olamazdı herhalde. Bir konuyu ikna edici kılan, onun ruhumuzda yer etmesine neden olan unsur yorumlama biçimidir. ” (s.83).
Aslına bakılırsa insanı insan yapan hayatı nasıl yorumladığıyla ilgilidir. Bunu yapamadığında kör bir realizme mecbur olur ve bu olduğunda yaratıcı zeka yerini kurnaz bir uyanıklığa bırakır. Sonuç ise kazandıkça zayıf düşen, yol aldıkça gerileyen bir insan tipi olarak karşımıza çıkar. Hep bildik yerlerde yaşayan, çok bildik, zayıf bir karakterdir bu: “İnsan ilişkileri de hayvanlarda olduğu gibi karşımızdakinin zayıf taraflarını keşfetmeye çalışmakla geçiyor belki. Çehov’un hikâyelerinde çok var. Adam birtakım ideallerle kasabaya gider ama o kasabalıların dünyasını iyi tanımadığı için kısa zamanda hayal kırıklığına uğrar, aldatılır, kullanılır.” (s.88).
Ölümle ilgili düşüncelerini oluştururken de tıpkı bütün diğer düşüncelerinde olduğu gibi insanların yüzlerine bakıyor sanki ve buradan yansıyan duygularla anlam vermeye çalışıyor gibi. Belki de düşünce dediğimiz şey gerçekten de başka insanların yüzleridir ve bu en çok ölüm söz konusu olduğunda kendisini ele verir: “Muhakkak ki kentli insan; tabii bir de entelektüel ve çok soru soran bir insan ise, muhakkak ki ölümle barışması zor. Neden sorusunu kaldıracak bir şey değil, cevabı yok çünkü. Dolayısıyla ancak soru sormayan ve bunu bir tevekkülle, belli bir içkin yapıyla içselleştirebilecek bir insan bunu doğal karşılayabilir…Kentlilik taşralılıktan çok, inançlı insanlar bunu doğal, kolay karşılıyorlar muhakkak ki.” (s.92). Bunu anlamak için iyi bakmak, hayata bakmayı ve gerçekten görebilmeyi öğrenmek gerekir: “Bakmayı bilirsek hayat çok renklidir, insan manzarası dünyanın en zengin manzarasıdır.” (s.101).
Başka insanlardır bizi ağlatan, kendi acılarımız değil. “Kendi hayatımın trajedileri beni hiçbir zaman ağlatmaz, ama bazen bir anne kızın yürüyüşüne bakarken gözlerim yaşarır.” (s.101). Hayat -tıpkı sanat gibi- basit ayrıntılarda gizlidir ve ne kadar basit yaşanırsa, ne kadar sıradansa o kadar sanatsal bir gereklilik açığa çıkarır: “Ben sıradan hayatı, basit bir insan gibi yaşamayı seviyorum.” (s.108). Kimse bunu amaçlamadığı için çoğu zaman sıradanlık ölür. İçinde yaşadığımız zaman sıradanlığı ve basitliği öldürdüğü için belki de sanat da beraberinde yok olmaktadır. Çünkü sanat, tek başına estetik, tek başına göstermelik, tek başına seyirlik bir şey olmayıp her zaman için ahlaki bir anlamla iç içedir ve yeni zamanlar sadece görünenle sanat yapılabileceği gibi bir boşluk içerisindedir. “Bence iyi film belli bir estetik ve ahlaki duyarlılıkla derine işleyen bir çözümlemeyi bir araya getirebilen filmdir.” (s.108).
Filmlerinde neden taşralılık ve kentlilik konularına fazlaca takıldığı sorusuna verdiği cevap da hayli dürüst: “Ben taşralılık ve kentlilik üzerine filmler yaptığımı sanmıyorum. Senaryo yazarken bu, eksene oturttuğum bir şey değil. O kendiliğinden ortaya çıkıyor. Çünkü ben ve çevremdekiler taşra kökenli olduğundan, taşralı özelliği olan iyi bildiğim karakterleri yazıyorum. Türkiye dünyanın taşrasında olan bir yer zaten. O yüzden taşralılık duygusu kanımıza sinmiş. Ne yapsak bir yerden çıkıyor.” (s.133). Kıyıda kalmışlık hissi gerçekte sanatı öldürücüdür. Bu nedenle taşrada olma hali bir tür içine girememe olarak sıradanlığa aşırı anlamlar yükleyerek onu yok eder ve altında ilk kendi ezilir. Bu da beraberinde hep bir onaylanma ihtiyacı getirir. “Anlaşılmak isterim. Ama onaylanma arzusu tehlikelidir. Bir kenara bırakılmasında yarar vardır.” (s.143). oysa sanat, onaylanmama ihtiyacıdır.
Anlaşılma ihtiyacı hayatı anlama ihtiyacıyla aynı kaynaktan süzülüp gelir. Hayat tuhaf bir yerdir ve anlaşılması en zor olan şey, tuhaf olandır. “Hayat dediğimiz şey herkes iyi olsa, iyi niyetli olsa bile yine de problemler, büyük trajediler üretebilecek şekilde dizayn edilmiştir. Neden böyle olması istenmiş bilemem…insanoğlu denilen varlığın bir miktar mutsuzluğa galiba hep ihtiyacı var. Her şey yolunda bile olsa bu defa da daha küçük detaylardan mutsuzluk üretmeye başlıyor, çıtayı gittikçe düşürüyor.” (s.244).
Son olarak, “sinema henüz bir Dostoyevski çıkaramadı” dediği ve çok iyi tanıdığı isme dair söylediklerine yer vererek bitirelim: “Dostoyevski’nin inançlı olduğu iddia ediliyor, ben buna pek katılmıyorum. Dostoyevski’nin inançsız ama inanmaya çalışan bir insan olduğunu, bunu başaramadığı için de acı çektiğini düşünüyorum. Fırtınalı doğasının onu inancın güvenli ve sıcak kollarına özlem duymak zorunda bıraktığını düşünüyorum. Ama inanç insanın sadece istemesiyle ulaşabileceği bir şey değil. Akıl kalbe ayak direyebilir.” (s.190).
Nuri Bilge Ceylan oldukça sıradandır ve bir o kadar sanatçı!