Türkiye’yi bir İskandinav ülkesi sanarak “bize ne Ortadoğu’dan” diyenlerden veya sırtımızı dönersek bize bir şey olmayacağını düşünenlerden değilseniz, kayıtsız kalmanın çözüm olmadığını da anlayabilirsiniz.
Çünkü geniş anlamda bize, yaşadığımız coğrafyaya bir saldırı var. Ve işgal genişledikçe, olayların özel olarak bizi de hedef alacak şekilde gelişeceğini öngörmek mümkün. Elbette “hali hazırda bizi hedef almıyor mu zaten?” diye soran olabilir.
Doğrudur, ABD’nin uzun zamandır Türkiye’ye karşı izlediği politika “dostlukla düşman acısı almak” şeklinde özetlenebilir. İsrail’in Suriye’deki saldırılarından haline bakmadan Kürt ve Dürzi topluluklarla ilgili patronaj heveslerine kapılmasına kadar birçok alanda bu hedef almayı görmek mümkün. Türkiye’de özellikle ırkçı parti ve gruplar üzerinden yürütülen siyasette, kampanyalar ve sosyal medya operasyonlarında da ABD ve İsrail bağlantısından söz ediliyor.
“Niye gülüyorsun? İsimleri değiştir, anlatılan senin hikayen” diyordu Horatius.
Mesele Filistin veya İran değil. Mesele biziz.
Sebebi ekonomik midir, teolojik midir, siyasi veya stratejik midir, yoksa bunların hepsi midir, tartışılabilir. ABD mi İsrail’i kullanıyor, yoksa İsrail mi ABD’yi, AB neden onlara destek veriyor, bunlar da uzun uzun konuşulabilir. Tartışmasız gerçek ise şu ki, “Batılı liberal demokrasiler”in desteğini alan İsrail, yaşadığımız coğrafyayı kana buluyor.
İçinde yaşadığımız bütün bölgeye yönelmiş bir tehdit bu. Ve bu badireyi ölü taklidi yaparak atlatamayız.
ABD-İsrail ilişkisi, arka planı ne olursa olsun simbiyotik bir ilişki. Küresel, siyasi, ekonomik ve teolojik boyutları olan ilginç bir suç ortaklığı. İsrail bu kirli işin karşılığında etnik temizlik, soykırım ve genişleme gündemine devam ediyor; ABD de onu bölge ülkelerinin üstüne salarak veya salmakla tehdit ederek kendi iradesine boyun eğdiriyor.
Ama aynı zamanda ABD siyasetinde İsrail yayılmacılığını tek başına bir amaç olarak görüp destekleyen dini ve seküler gruplar var.
Trump bizi seviyor mu?
Küresel düzeyde bu kanlı çarkı kimin hangi motivasyonla çevirdiğinin önemi olmayabilir. Günün sonunda çark dönüyor. Trump’un son Körfez turunda “yatırım ve silah anlaşmalarıyla” ülkesine 3.2 trilyon dolarlık bir “gelir” sağladı. Arap ülkeleri, kendilerini tehdit altında hissettikleri İsrail’e karşı hiç kullanamayacaklarını, ABD’nin buna izin vermeyeceğini bildikleri silahları “satın aldılar.” Bu “ticari bir başarı” olarak tanımlanabilir elbette. Ama birini korkutup ceplerini boşalttırmanın adına “gasp” veya “haraç” diyenler de çıkabilir.
ABD ile Türkiye arasında kökleri maziye uzanan ve karşılıklı güvensizliğe dayalı bir “dostluk” ilişkisi var. Her zaman istikrarlı bir “stratejik ilişki” oldu bu. NATO içinde müttefik olarak sürdürdükleri bu ilişkide Türkiye istikrarlı biçimde masanın altından tekmelendiği hissini her zaman taşıdı.
Bugün de Erdoğan ve Trump arasındaki bütün o karşılıklı iltifatlara rağmen durum farklı değil.
Mesele Türkiye’deki demokrasi ve insan hakları sorunu da olmadı hiçbir zaman. ABD’nin midesi en berbat soykırımcı katilleri de kaldırdı, darbeci ırkçı liderleri ve işkencecileri de. Türkiye başına buyruk olamayacak ölçüde zayıf ve itaatkâr olduğu dönemlerde kötü insan hakları sicili anlayışla karşılanan uygun bir partner oldu. Zaman zaman yeni filizlenen dalları budanan bir partner.
Ama önümüzdeki dönemde budamak bile onlara yetmeyebilir.
Türkiye son 23 yılda kaydettiği gelişmeyle bu döngüyü epeyce kırdı. Kırdığı ölçüde kendisini de doğrudan etkileyen kanlı çarka ister istemez çomak sokmaya başladı. Bu da onu hedef haline getirmek için çok objektif bir sebep.
Ama bu arada dünya da değişti. 2000’lerin başındaki tek kutupluluk geride kaldıkça ABD ekonomik ve siyasi pozisyonundaki aşınmayı tersine çevirmek, “Amerika’yı yeniden büyük yapmak” için daha agresif olmaya başladı; İsrail de ona yasalanarak saldırganlığını daha ileriye taşımaya başladı.
Trump’ın ölümüne üzülemediklerinden olmak
Gazze soykırımı, Lübnan, Suriye ve şimdi de ABD’nin İran’a saldırıları gösteriyor ki, bizim hayatlarımızın bir değeri yok.
Örneğin bugün gıda yardımı için bekleyen insanların üzerine ateş açtığında 4 kişi mi öldü 44 kişi mi yoksa 100 mü? Bunun bir haber değeri yok, bazen günde 80-100 kişi bile olsa.
Ve bizim ölümlerimiz infial de yaratmıyor onlarda. Çünkü biz, Trump’ın “Bu savaş Ukrayna’da o kadar kötü ki… Her gün insanlar ölüyor. Genç, yakışıklı askerler öldürülüyor. Genç adamlar, benim oğullarım gibi…” dediği insanlardan değiliz.
Bizim ölmemiz, çocuklarımızı, evlerimizi ve yurtlarımızı kaybetmemiz ve mülteci durumuna düşmemiz ABD, İngiltere ve sözüm ona “özgür dünya”yı çok da rahatsız etmiyor. Çoluk çocuk nereye gidecek bu insanlar, kim bilir kitlesel can kayıplarının sayısı ne olacak diye de düşünmüyorlar. Trump’ın İran’ın 18 milyon insanın yaşadığı başkenti “Tahran’ın boşaltılmasını” isteyebilmesini de böyle anlayabiliriz.
James Baldwin’in “I Am Not Your Negro- Ben Senin Zencin Değilim” adlı belgeselinde muhteşem bir bölüm vardır.
Çocukluğunu hatırlar, küçük siyah bir çocuk olarak kovboy filmlerini izlerken kendisini oradaki beyaz kahramanlarla özdeşleştirdiğini. Sonra büyür. Ve bir gün, o filmlerde sürekli öldürülen Kızılderililerle kendi durumu arasındaki dehşet verici benzerliği fark eder.
Ve “O Kızılderililer aslında bizlerdik” der.
Bizim hayatlarımız da Kızılderililerinkiyle aynı ölçüde değersiz ve yine John Wayne’in elinde etkili silahlar var.