“Ben tekinsizim size göre / İbret için yakılması gereken.” Şair Metin Altıok’un dizeleri… Otuz yıl önce 2 Temmuz 1993’de Sivas’ta yakılan Madımak Oteli’nde öldürülmeden yazdığı “Sürgün” şiirinden. (1) Polis merkezine ve Garnizon’a yürüme mesafesinde, yani “tekin” olması gereken, öyle sanılan, umulan bir yerde… İbret için yakılması gerekenlerle birlikte.
Sayıları “bir güruh” bahanesine sığmayan, öyle de geçiştirilemeyecek bir kalabalığın desteğiyle… Binlerce “katılımcı”nın saatlerce “Kahrolsun” sloganlarıyla köpüren, atılan taşlarla dışavuran öfkesini, otele girerek saldırısını öylece seyreden “güvenlik güçleri”nin, “devlet”in gözü önünde.
Altıok o dizelerle bu ülkedeki “ölüm”ü, o andaki ölümünü tahayyül etmiş sanki; “İbret için… Yakılası…” Katillerinin, destekçilerinin de ona, “onlar”a müstahak gördüğü, ibretlik ölüm, gerekli ceza öyle: “Taşla… Yak…” Otel ateşe verilirken, o dev koronun üyelerinin seslerini, hevesli, neşeli nidalarını, naralarını gayet net, ayrı ayrı duyuyoruz.
“Kâfirlerin yanacağı cehennem ateşi”
Farklı ağızlardan ama aynı dilden, hevesten, cümle(âlem)den sesler: “Girin… İçerden yakın… İçerden yak oğlum ya… / Aha yaktı… / Harika oldu ya… / Yakacan ki bunları böyle… / Yakamıyorlar, gaz maz hiçbir şey yok mu?.. / Bak. Öbürünü görüyon mu bak, oradaki polisi molisi dinlemiyor. (Perdeler tutuşunca keyif kahkahaları… Kalabalıktan güçlü alkış, ıslık destekleri…)
/ Lan yakın la… Yakın la!.. / Üst katlara! Üst katlaraaa! / (Başka bir ses) Allahım o senin ateşin… / (Farklı bir ses) Cehennem ateşi işte… / Kâfirlerin yanacağı ateş (kalabalıktan “Müslüman Türkiye” sloganları)…”
“Hassasiyet” cana değil eşyaya
Tarihiyle neredeyse “sıradan”, bazı ağızlarda gündelik deyişler, beddualar… Dehşet-i kadim mi demeli? O “an”lara, infaza eşlik ettiğinde ortaya çıkıyor “gündelik dil”in korkunçluğu, pervasızlığı. Öyle zalim bir koro ki, çekilen görüntülerin fonundaki seslerinde, o linç tuluâtında uhrevî-dünyevî refleksler, kıyaslar bile iç içe: /Bak yine öteberi atıyorlar… /Orayı ben tamir ederim, yıkın ….. koyayım /Aha televizyonu bile attılar la…”
İnsanlar yakılsın da bari televizyonu atmayın hissiyatı, yakılan, yıkılan, parçalanan eşyalara dair “Olsun ben tamir ederim” telafisi, “hassasiyet”i, mal-can yongaları da var o “gündelik hayat”ın, o haklı, müstahak görülen sürecin içinde. Öyle de “sıradan”. Sıradanlığın korkunçluğu öyle değil ama…
“Eskiden insanlar vefat ederdi”
Alev, duman, is, tarihin külleri… Metin Altıok’u Madımak Oteli’nden Sivas Cumhuriyet Hastanesi’ne getiriyorlar. Cesetlerin arasına atılmış… Bir doktor fark ediyor, “Nabzı sıfır ama yaşam belirtileri var hâlâ”. Yukarıya, Dâhiliye Servisi’ne çıkarıyorlar (bazı kaynaklarda kaçırıyorlar); o hastanenin, servisin koşulları, imkânıyla, elden geldiğince müdahale.
(Başkent’e 440 kilometre uzaktaki Sivas’a) beş gün sonra gönderilen helikopterle, 7 Temmuz’da Ankara’ya sevk ediliyor. GATA’da yatırıldığı Ağır Yanık Ünitesi’nde iki gün sonra, 52 yaşında ölüyor. Altıok’un bir dörtlüğünde “Eskiden insanlar vefat ederdi. /Ölümü ölerek ilk kez (Nurullah) Ataç getirdi. /Artık kimi ölürken, kimi vefat ediyor; /Yani önümüzde bir seçenek belirdi” demesi de hazin. Maalesef kendisi için o seçenek de yok: Ne öldü, ne vefat etti… Yakıldı, boğuldu, öldürüldü.
Otopsi raporunda ölüm nedeni o kara duman: “Karbonmonoksit ve siyanüre bağlı zehirlenme. Beyin ödemi. Yüzde 10 oranında yanık…” Halk ozanı, “âşık” Muhlis Akarsu’nun da “boğularak” ölümünde vaktiyle kendisinin, ülkesinin hâlini dizelediği o duman: “Üstümüzde duman vardır dağ gibi /Her yandan kuşatmış sanki ağ gibi.”
“Hâlâ sıcak bir şey tutamam”
Alevler, “insan” eliyle, diliyle yakılan o “cehennem ateşi”, o kara duman, o katliamdan kılpayı kurtulan yazar Serdar Doğan’ın da yaşayan kâbusu, travması oluyor. İz TV’de “Sivas 93: Yangın Yeri” belgeselinde izlemiştim… Öldü sanılıp karga-tulumba morga atılan Doğan, yine bir doktorun belli belirsiz atan nabzını fark etmesi sayesinde çıkarılıyor oradan.
Ankara’ya sevk ediliyor, 16 gün boğuşuyor ölümle. Yanıkların yanısıra, duman da ciğerlerini, ses tellerini mahvetmiş. Kısık, kelimeleri cümlesine zor yerleştiren, yetiştiren sesiyle anlatıyor.
O katliamı 21’inde yaşayan, o gün 19 yaşındaki kardeşi Serkan’ı, en yakın arkadaşlarını yitiren Doğan’ın belgesel çekimi sırasında, 40 yaşında, zorlukla kurduğu o cümle aklımda: “Hâlâ sıcak bir şey tutamam. Ne zaman çay taşısam dökerim. Sıcağı hissettiğim an titremem artıyor…”
Altıok’un “Madımak Yazıtları”
Metin Altıok’un ölüm şiirleri, dizeleri, bu ülkede üzerinde denediği acıları, sanki öldürülmeden yazdığı “Madımak Yazıtları”. Kurtulsaydı oradan ve bir şairin tanıklığında sıralasaydı o dizelerini, kitâbesi olurdu Madımak’ın. O gözle okuyorum, hatırlıyorum artık çoğunu: “Gördüm yaşarken vadesiz ölümümü. /Ördüm de ilmek ilmek /Sırtıma giyemedim ömrümü.”
Sivas’taki seyri, orada (da) yaşanan örneğiyle “Sizin bu çağ yangınında /Verdiğiniz soğuk savaş; /Kızgın alevler ortasında, /Gözlerinizden akan yaş” dizelerini nasıl hatırlatmasın… Ya “Su bulanık, duman alevi boğuyor. /Rüzgâr suskun bu gece. /Uzun uzun uluyor /Bir çakal paslı sesiyle…” nasıl o otelden kareleri, – o paslı ama yeri-zamanı geldiğinde keskin- ulumaları getirmesin gözümün önüne?
Şiirinde, Soneler’inde oteller, orada ölüm de var: “Göz göz odalarıyla acının otel peteği. / Ürpertiyle geçen o pıhtı gecelerinde, / (…) Otel ki, ebruli bir gurbet kamaştırır, / Sürme çeker yalnızlığın şehla gözlerine. / İnsanı seçsin diye ölümlerle tanıştırır, / Bütün ölümleri gör / Birini evlat edin kendine. / (…) Yine de denkleştirip gidiyorsun hayatı. / Tuzağa yem, hançere bağ oluyorsun.”
Dudaklarında zift gibi kara sakızlar
Sivas’ta yanarak, boğularak ölenlerin listesi, 12, 15, 16 yaşında çocuklarla başlıyor. 20’li yaşlarını göremiyor 12’si… 20’li yaşları görenler eklediğinde öldürülen 33 insanın 23’ü çocuk, genç. O geleneksel “Şenlik”te eğlenmeye, türkü söylemeye, semah dönmeye gelmişler. Ama sonra, Altıok’un yıllar önce yazdığı dize, kara bir kehânet misali yüzlerinde: “Çocukların gül dudağında /Zift gibi yapışkan kara sakızlar”.
Devam ediyor “yazıt”ına: “Sanki bir çocuk hayaleti /Koşuyor, koşuyor da /Tozuyor durmadan /Ardında kalan izi.” Semah’ta dönmek, hiçbir şeyin durmadığını, ölmediğini, hareket edip değiştiğini de sembolize edermiş. Lâkin tesellisi yok böyle ölümlerin.
Yaşamı 20’li yaşlarında Madımak’ta noktalanan Gülsün Karababa’nın güncesinde Ölü Ozanlar Derneği’nden aktardığı cümle de duruyor belleğimde: “Ölüm saati geldiğinde hiç yaşamamış olduğumu hissetmem ne acı.” “Hiç yaşamamış gibi”, milyonlara miras bir tasvir bu ülkede. Ölüm çoktan eskidi de, o eskimiyor… Yaşamak, Altıok’un “avucundan geçen ince hayat çizgisi” hâlâ. Ki, “terli bir yüzük” yapmış ondan.
Taşıdığı-taşıyamadığı tabutlar
Altıok her ölümün vakanüvisi sanki. Ölümlerin, acıların kuşağında, kıyısında geçiyor hayatı: “Ben kaç yıldır / Kaç acı eskittim. / Unuttum / Kaç ölüm gördüğümü / Bir omuzumun / Alçaklığı ondandır; / Taşıdım kaç kişinin / Kanayan tabutunu.”
Öyle der, bir kısmına bizzat, bir kısmına uzaktan tanık olduğumuz o tabutları taşır da, gün gelir onu evinden, can evinden vuran ölümlerde, dostlarının cenazesine gidemez, onların tabutlarına omuz veremez.
Yıllar önce “Bingöl denilen 35 bin nüfuslu bir ‘adıkent’te” yaşadığı 10 yılın ona çok şey kaybettirdiğini söylüyor. Ve araya giren mesafeyle, yıllarla dostluklarının aşınıp gittiğini, ayrıca “o süreçte birçok sevgili -gerçekten- dostunu” ölüm nedeniyle kaybettiğini vurguluyor: “Tabutlarını taşımak bile nasip olmadı. İşte Edip Cansever, işte sevgili Metin Eloğlu ve koca Ruhi Su!”
“Kan sıçradı üstüne şiirimin”
Bingöl yılları, 40 yıl önce de tanık olduğu o kara dumanlar şiirine, dizelerine de çöküyor: “Şiirimin dünü ile bugünü arasında değişen tek şey kandır. Kan sıçradı üstüne o nazenin (!) şiirimin. Doğu cephesi hep aynı. Ne var ki bana yalnızlığın korkunç saltanatı verildi. İnanın acılarının dişleri tenimde hala.”
Bingöl’de felsefe öğretmenliği yapan Altıok, 80’lerde, darbe ve ertesinde yaşadığı o travmaya dair bir örnek olayı 1990’daanlatıyor (2): “Bir gün Bingöl’e iki ceset getirdiler. Bingöl bu ölülerle çalkalandı. Kahveler boşaldı. Herkes görmeye gidiyor. Morga götürüyorlardı cesetleri.
Biri erkek, daha bıyıkları terlememiş, öbürü bir kız… Erkeğin elbiseleri üstünde, kız çırılçıplak. Ama erkeğin yüzü dümdüz, burnu yok, baldırından da lop et koparılmış, parmakları mürekkepli. Parmak izi almışlar. Çok etkilendim bu olaydan ve tabii rakıya vurdum.
Bir de şiir yazdım: Öyle ak öyle ak ki teni; / İpekten biçilmiş sanki / Duyulmamış bu yüzden / Üstünü örtmek gereği / Çırılçıplak, incecik / Sedyede bir kız cesedi / On parmağı boyalı; / Bulaşmış ıstampa mürekkebi / Bir kızım sağsa eğer; / Bir kızım morgda şimdi.”
“Sahi o ölümü ben ilk nerde ölmüştüm”
Umuda, hatıralarından kuş gibi geçen mutluluğa bile sinen acılarla, ölümlerle dolu dizeleri. Zira “Taş bir ağıldadır geniş bozkırda; / Çünkü evcildir acı / Alışkın insan sıcaklığına.” Hayat ölüm hep iç içe… “Ben yaşama da, ölüme de inandım; / Tamamlarlar sanırdım eksiklerimi. / Çarşıları hep birlikte gezerdik; / Biri dostumsa, sevgilimdi öteki, / İkisinin adını yanyana andım.”
“Ağıtlardan geçti yıllardır sesim; / Onu gözyaşlarıyla silip temizledim, / Yeni bir ses edindim kendime / Ölüme küçük adıyla seslenmek için”. Ölüme hep “küçük adıyla seslenmiş”… Öyle yakın ki yaşadığı ülkede, yerlerde… Uzak olamamış kendi ölümüne de, başkalarınınkine de: “Sahi o ölümü ben ilk nerde ölmüştüm?”
“Bağırsam nasılsa duymazlar”
“Acının dudakları varsın benimle solsun; / Kapım açık her ölüme nasıl olursa olsun” derken onca ölüm, onca “şair ölümü” arasında hakikaten böylesi geçmiş miydi aklından… Acaba? Madımak’taki son fotoğrafında, merdivene oturmuş elinde naif, kırık süpürge sapıyla içeri girmeye çalışan saldırganları, “linç”i beklerken, ötesini böyle düşünmüş müdür gerçekten?
Ya “Bağırsam neye yarar, nasılsa duymazlar. / Ben bir kömür ocağının onulmaz göçüğüyüm; / İçimde cesetler ve daha ölmemişler var” dizeleri… Onu Madımak’ta öldürülmüş, 30 yılda unutulmuş bir kabre kitabe-i mezar olarak yazsan, bu ülkede kimbilir kaç “vaka”yı hatırlatır.
“Başka bir şehirde ölürüm”
Öldürülenlerin çoğu başka şehirlerden, Ankara’dan “Şenlik” için geliyorlar Sivas’a. Ankaralı şair Behçet Aysan da… Doktordu, o da ölümünü “yaşamıştı” dizelerinde: “Sen bu şiiri okurken / Ben belki başka bir şehirde ölürüm.”
Otelin önünde Madımak yangınına körük olanların “Cehennem ateşi işte…” naralarını duysa, yazdığı dizeler geçerdi belki de aklından (“Duymuştur, geçmiştir içinden” demeye dil varmıyor): “yok başka bir cehennem / yaşıyorsun işte / ellerine /bulaşmış / kara incirin sütü / ve kardeşinin kanı”
Altıok’un dizelerine, “Madımak Yazıtları”na da ekleniyor: “Donmuş kentlerden geldin, sen bu kavruk yangın yerlerine / Ürperen yalnız yüreğini, kızgın gurbete bandın bir zaman / Düşündün geceler boyu, peşinden gelen tekinsiz geçmişini.”
Günlükteki duman kokusu
Sivas’a başka ülkeden, Hollanda’dan gelen genç kızın kısacık, geçen 30 yılın külüyle örtülü, unutulmuş hikâyesiyle de katmerleniyor “gurbet”te ölmenin acısı. O külün, “o kara duman”ın acısıyla sevdiklerine de miras kalan gurbet ağrısı… Serbestiyet yazarı Zeynep Sena Çomoğlu yazısında (3) anlatmış:
“Madımak Otel’de çaresizce olayların bitmesini bekleyenler arasında 23 yaşında Hollandalı bir kadın akademisyen de vardı. Carina Cuanna Thedora Thuys. Aylar sonra günlüğü annesine teslim edildi. Annesi paketi açtığında yüzüne duman kokusu vurdu.
Günlüğüne en son şu satırları düşmüştü: ‘Bir sürü sloganlar atılıyordu ve bağrışmalar vardı. Bununla birlikte bir sürü de polis vardı. Fakat ben bütün bunlardan ne anlarım ki? Dışarıdan yüksek tonda bağırmalar geliyor ama ne olduğunu anlamıyorum.”
Dilsizliğin yanık tebessümü
Madımak Oteli’nden sağ olarak çıkan Elif Dumanlı da o saatleri anlatıyor: “Evet, bir koridorda saatlerce bekledik. Çünkü sürekli taşlanıyorduk. Koridora açılan odaların camlarının kırılma sesleri… Otelin üst katındaydık. Carina’nın da Türkçesi yeterli olmadığını düşünerek yan yana bulunduğumuz zamanlar sadece gülümsedik birbirimize.”
Dilsiz beklemişler baş başa, yan yana ölümü… Arada sadece o yanık, duman basmış tebessüm. Geleneksel konukseverliğimiz de sadece o tebessümde. Konukları yaktılar Sivas’ta, canları o şehrin koca “mülki âmir”lerine, devlete, hükümete emanet insanları… “Tanrı misafiri”nden sayılmadı hiçbiri. Ulusal gelenek ha!
“Carina’nın ölüm haberi Hollanda’ya ulaştığında ailesi inanmakta zorluk çekmiş. Anne Wil Ditters, 1997’de anlatıyor: “Carina’nın yangında öldüğü netleştikten sonra ne Hollanda, ne de Türk hükümetinden hiçbir şey duymadım. Bilgi için yalvarmak zorunda kaldım. Kızımın ölüm haberini birlikte kaldığı Türk kadından öğrendim. Dışişleri Bakanlığı herhangi bir düzenleme yapmadı.”
Hep o feryat: “Devlet nerede?”
Orman yangınlarında, selde, depremde, her felâkette yükselen o mahut “Devlet nerede?” figanını Hollandalı bir annede, ailesinde görmek de hem hazin, hem de fazlasıyla mânâlı.
Devlet “hep oralar”da, her yerde, hatta çoğu kez“illiyet”inde ama… O feryadın aradığı, istediği yerde, asıl o “an”da deva değil. Otelde saatlerce bekleyenlerin de, sonrasında adalet arayanların da çığlığı: “Devlet nerede…”
Carina’nın cenazesinde şarkılar, türküler çalınmış. Annesinin isteği üzerine Nâzım Hikmet’in şiirinden Zülfü Livaneli’nin bestelediği “Saat 4 Yoksun” ezgisini dinlemişler: “Saat dört, yoksun / Saat beş, yok. / Altı, yedi, ertesi gün, / daha ertesi / ve belki kimbilir…” Evet öyle sorular hâlâ belli de belirsiz karanlıkta. Yanıtı açık da olsa, o katliamın “Kim bilir?”i bile muhatapsızlıktan muamma. Oysa orada biriken binlerce insanı aşan, neredeyse “herkes”i kapsayan cevaplar da ortalıkta.
Şiir iyileştirir de, ama unutmadan
Metin Altıok o kadar acının, ölümün arasında yine de şiiri, bir umut, sevgi sanatı olarak (da) tanımlıyor: “İnsan soyunun evrensel tınısı olarak, kişinin her türlü yabancılaşmalardan kurtulmasına yarar. Kötülüklerden arınmaya yarar. Son olarak da şunu söyleyeyim: Şiir insanları sevmeye yarar…”
Bazı ülkelerde, bazı dönemlerde, bazısında her dönem hep acıyla kavrulan sanatın, şiirin, iyileştirici de olabileceğini belki en çok, en önce şairler öğretti bana. Sanat, şiir iyileştirir (de) elbet. Üstelik o bildik, o hazin “unutma”nın gücüne, “kader”ine sığınmadan, unutturmadan iyileştirmeyi… Umudu korur.
“Silsen bir lambanın isli şişesi gibi”
Metin Altıok’un o müthiş dizesi hep aklımdaydı ama bugün bir ihtiyaç yanı başımda: “Çıkarıp yavaşça yüreğimi göğsümden, /Silsen bir lambanın isli şişesi gibi /Yumuşak tülbentini geçirerek içinden.”
Ve hazin bir dizesi de, yıllanmış, nereyse unutulan, “zamanını aşmış” bir borç gibi duruyor karşımızda: “Yani benim gözlerimin bunca yıl gördükleri / Bir gün benimle birlikte / Yok olup gidecekler öyle mi?” Devam edeceğim, tarihteki yerini Sivas katliamıyla da koruyan “Adını ben koydum” düzeninin “Münferit Olaylar Deposu”yla, tüm “aşk”ların temize çekilmesi zorunluluğuyla ve elbette şiirlerin, dizelerin de tanıklığında…
(1) Metin Altıok, İpek ve Kılaptan, 1987.
(2) Enver Ercan, Metin Altıok Röportajı, Düzyazı Dergisi, (Aktaran kaynak: Sombahar), Kasım-Aralık 1990.
(3) Zeynep Sena Çomoğlu, Carina Cuanna: Madımak ateşinde bir “yabancı”, Serbestiyet, 2 Temmuz 2023.
YAZI FOTOĞRAFI: Metin Altıok’un kızı Zeynep Altıok Akatlı’ya üzerine “Zeynep, babanı hep böyle güleç hatırla” yazarak verdiği fotoğraf. Kolajda Madımak Oteli’ndeki ölüm bekleyişi…