“Sokak Çağı”na denk gelen çocukluğumun tabedilmemiş görselleri arasında “örnek çocuklar” da var. Gözümün önünde beliren “örnek”leriyle hayatları bir şeyleri yapmaktan çok yapmamakla seyreden çocuk suretleri… Mahallede, “sokak”ta bir görünüp bir kaybolan, oyunlara da pek katıl(a)mayan çocuklar bazıları.
O zamanlar sayıları çok değil. Herhalde ebeveynlerin çocuklarını sokağa salmamak için bahaneleri az. Ama otoriteye ille de bahane gerekmiyor tabii. Maya tuttuysa yetiştirdiği çocuk da ebeveynin küçük kopyası zaten. Neylesin sokağı, nitsin yağmurun gölcüğünde zıplamayı…
Adın gibi ol evladım
“Büyümüş de küçülmüş”ün canlı, yaşayan (ama çocukluğunu –yaşıt- yaşayamayan) siluetleri de nasibini o disiplinden almış olabilir. Yaptıkları ettikleri de oralardan. Çocukluğa büyük gelen “büyük” işler çoğu. Lâkin oradaki “büyük”lük daha çok büyüklerin projeleriyle ilgili. Çocuklarını ballandıra ballandıra anlattıklarında büyütülmeye ondan da müsait.
Birçok ebeveynin “proje”si çocuk daha küçücükken, bebekken başlıyor. Hatta adını koyar koymaz. Ne hanlar-sultanlar, ne cengâverler, kahramanlar, siyasetler, “zihni sinir” projeler yarışıyor doğum odalarında.
Ve adı konmuş hayatı oradan başlıyor bazı “proje çocuk”ların: “Adın gibi ol evladım, adınla yaşa…” En yapışkan etiket. Öyle ki ismini değiştirmek için mahkemeye başvuranlardan iki de şahit istiyorlar: “Evet Sayın Hâkim vallahi bizce de çok gıcık bir isim…”
“İradeli” yahut “zor çocuk”
Proje çocuklar, “overscheduled (aşırı programlanmış) çocuk” diye de anılıyor literatürde. Ana belleğe yükü ağır! Çocuğu ondan “yavaşlatıyor” belki: “Ağır ol da -şimdiden- molla desinler.”
Bir proje, “örnek çocuk” olmayı ayan beyan, stili, hayatı, duruşuyla reddedenlerin, kendi yoluna gidenlerin büyüklerin terminolojisindeki adı ise “zor çocuk” oluyor bazen.
Biraz göz atınca, o kavramın tanımında da büyüklerle öyle “geçimsizlikler” çok. Yetiştirilmesi, ehlileştirilmesi zor: “Başkasının bakış açısını kolay kolay kabul etmeyen, ebeveynleriyle münazaralı, bir şeyin doğruluğunu ancak kendileri deneyimledikten sonra kabul eden, sınırları sürekli test eden çocuklar.”
Onlara “iradeli çocuklar” diyenler de var. Günlük hayatlarındaki ebeveyn ambargosuna bir yolla direnen, en azından hayallerine onların projeleri, aktiviteleriyle ipotek konmamış çocuklar: “Hayalperestler”… Ki bu geçen pazar “Çocuklar öldürülmesin, şeker de yiyebilsinler” yazıma Amerika ve İsrail’i protesto eden şarkısıyla (Qana) konuk olan Patti Smith’in bir kitabının da adı.
Babasının “Patricia”sıydı ama…
“Hayalperestler”de Smith’in hayatından kesitler, hatıralar, çocukluğu, o dönemdeki hayalleri de var. İşe doğum adını sadeleştirerek, yükünü hafifleterek başlıyor. İrlanda kökenli ailesinin –huşûyla- koyduğu Patricia Lee Smith ismini kısaca Patti Smith yapıyor.
“Babama” ithafıyla başlayan kitabında babasıyla ilişkisinin epey mesafeli, -beklediği- duygu iletişiminden epey uzak olduğunu da anlıyoruz: “Hayalperester’in ilk kopyasını babama verdim, üzerinden zaman geçmesine rağmen herhangi bir yorumda bulunmadı. Pek şans vermesem de, kitabımı okuyacağını ummuştum.
Ancak birkaç yıl sonra, ölümüne yakın, bana “Patricia (Patti değil tabii) kitabını okudum” dedi. Eleştirel bir yorum duymaya kendimi hazırladım; “İyi bir yazarsın” dedi. Sonra da bana bir kahve yaptı. Bu, babamdan hayatım boyunca aldığım böylesi tek övgüdür.”
Çocukluğunun “gece nöbetleri”
Çocukluğunda evdeki herkes yattıktan sonra tuttuğu “gece nöbetleri”nin kıymeti ayrı. Seslerin etrafından çekildiği o yalnız saatlerinde “her şeyi korkunç güzel bir şeye dönüşüveren küçük şeyler için gözünü dört açıyor”. Yatıp uyuyacağına penceresine gidip uzun uzun dışarı, gökyüzüne, yıldızlara bakıyor:
“Bakar, ortamı tartar, sonra bir anda kayar giderdim; tuhaf kollarımın ya da yamuk yumuk çoraplarımın farkında olmaksızın, fırdöndü gibi havalanır, dünyadan dünyaya atlardım. Gitmiştim, artık orada değildim; ama kimse bunun farkında değildi. Çünkü hepsine hâlâ oradaymışım gibi geliyordu.”
Avucundaki renkli dünyalar
Çocukluğun dünyaları da avucunda: “Çoraplarımın hepsi yamuk yumuktu; herhalde içlerine sürekli bilye doldurduğumdandır. Misketleri çoraplarıma sokuşturur, sonra da evden fırlardım. İyi olduğum tek konu buydu; karşıma kim çıksa yeniyordum.
Geceleri ganimetimi yatağın üzerine döker, hepsini güderiyle bir güzel siler, parlatırdım. Onları renklerine, kıymetlerine göre dizerdim; onlar da kendi aralarında yeniden dizilirlerdi. Parlak küçük gezegenler, dünyalar; hepsinin kendi geçmişi, kendi altın gibi ışıl ışıl iradesi vardı.”
Kendini “dışarı atabilen” çocuklar
Kitabında anlattığı (iradeli) çocukluğu özgür esasında. Bizim de on yıllık bir esnetmeyle tadına vardığımız o kuşak(lar) en azından “doğal” olarak öyle görünüyor, bugün (de) öyle geliyor biraz. Öyle de böyle de“sokak”ta oynayabilen, kendilerini “dışarı atabilen” çocuklar.
Smith’in de yaşadığı kırsaldan gelen “doğal” bir özgürlüğü var. O günlerde, o ortamında belki “sokak çocuğu” diyemesek de “doğa, çayır çocuğu”. O ilk unvanın ruhunu biraz büyüyünce, biletini alıp New York’a gidince edinecek.
“Tek kişilik kabile”
“Sokak çocukları”nın hayalleriyle “çayır çocukları”nın hayalleri, rüyaları farklı olabilir elbette. Ama o “hürriyet”in birbirini beslemediğini, dürtmediğini söylemek zor. Smith adımlarını daha öteye, daha büyük atıyor. Stiline ömür boyu damgasını vuran bir hayat düsturuna ulaşıyor: “Ben kimsenin ‘örnek çocuğu’ olmayı kabullenmiyorum, reddediyorum, işleri kendi yöntemimle yapıyorum.”
Bu tavrı ona “tek kişilik kabile” diyenlere de ilham veriyor. Aslında “çoluk çocuk” günlerinden beri arkadaşı Bob Dylan da öyle. O da “örnek çocuk” olmaya dirençli, her türden otoriteyle geçimsiz, şarkılarının bile kimseye “mal olmasını” istemiyor. Huysuz, örgütlü, kurumsallaşmış huy dünyasında.
“Sidik fabrikası”nın prensesi
“Örnek çocuk olmamak” yaşamının özeti, biyografisi… Liseden mezun olduğunda 16 yaşında. Kendi iradesiyle bir fabrikada çalışıyor; epeydir kafasına koyduğu New York’a (en parlak misket) gitmesi için tren parası gerek öncelikle. Smith o fabrikayı kaydedilen en eski şarkılarından biri olan “Piss Factory”ye de adıyla sanıyla alıyor:
“Yaş 16 ve ödeme zamanı / Bu işi bir sidik fabrikasında boruları denetleyerek buldum /haftada kırk saat otuz altı dolar /ama bu bir maaş çeki, Jack.” O şarkısı nedeniyle unvanları arasına bir ara “Sidik prensesi” de ekleniyor. Aklımda Can Yücel’in “Sidikli Kontes”i; “Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi…” O da “Sevgi Duvarı”nı aşıyor.
Kıyıya çekilmiş ihtiyar kayıklar
Fabrikadan verilen para “istediği şiir kitaplarını almak” için bile yetersiz. Ve ilk kitabını çalıyor. Kullanılmış kitapların yığıldığı bir otobüs deposundan… “Çoğu müstehcen kitaplar, üzerlerinde çıplak kızların olduğu tuhaf dergiler”. Ama hepsinin ortasında Arthur Rimbaud’nun “Aydınlanışlar” kitabı.
Rimbaud da 16 yaşında evden kaçmış, köyleri, kentleri yayan dolaşmış… Ki şair, Smith’in çaldığı o kitapta kaçışlarını, herkesin gözünün önünde kıyıda, toprağın üzerinde duran ve hiç denize açılamayan ihtiyar kayıkları da anlatıyor. Çoğu insan da öyle, kıyıya çekilmiş, boyası dökülmüş, öyle de ihtiyarlamış kayık gibi… Ama Smith fırsatını bulunca indiriyor kayığını, denizine açılıyor, New York yılları başlıyor.
Dali’nin “Gotik kargası”
Smith 1969’da Sam Shepard’la birlikte yazdığı “Cowboy Mouth” oyununda sahne alıyor: “Çakala benzer bir adam ve kargaya benzeyen bir kadın…” Bir gün Kızılderililer Müzesi’nde Salvador Dali’yle karşılaşıyor. O ânı “Çoluk Çocuk” kitabında anlatıyor Smith:
“Ağır cam kapı sanki rüzgârla sürükleniyormuş gibi açıldı ve siyah-kırmızı pelerinli tanıdık bir figür içeri girdi. Salvador Dali’ydi… Etrafına endişeyle baktı, sonra benim (müzeden satın aldığı) kargamı görünce gülümsedi. Zarif, kemikli elini başımın üstüne koydu ve şöyle dedi: “Sen bir karga gibisin, gotik bir karga.”
Smith böylece unvanları arasına “Gotik Karga”yı da katıyor. Mutlu o unvandan. Başkalarının “örnek çocuğu” gibi görünmek, -örnek- güzellik hiçbir zaman derdi olmamış. Fotoğraf çekimlerindeki şartı da sabit, “Saç yapımı, boya, makyaj filan yok. Çekilen fotoğrafta oynama, düzeltme asla…”
“Çirkinliği” öyle güzel ki…
Onu çirkin bulanlar da çok, “eleştiri”lerini nerdeyse o başlıkta döktürenler de… Onların “örnek”lerine uymayan bir “tip” ne de olsa. De ki popüler güzellik standartlarında varsın “çirkin” olsun. Bazı insanların “çirkinliği” o kadar güzel ki, güzellik denen o uçucu, değişken, dolgulu kıstasları yeniden, bugün daha iyi sorgulatıyor adama. Patti Smith de benim için fazlasıyla öyle.
Belki abartıyorum, belki müziği, şiiri, yazdıklarıyla da abartılıyor. Olsun… Bugün de yaşattığı öyle bir dönemin, yaşayan bir soyağacının dallarından. O dallarda Joan Baez’le buluştuğu, sarıldığı “yaşlı” fotoğrafları da efsane. İkisi de öyle güzel ki… Harika!
“Bunlar çoluk çocuk…”
Şimdi 77 yaşında. Ama “Çoluk Çocuk (Just Kid)” kitabındaki hikâyeleri o deyimi gözümde -onun siluetinde de- canlandırıyor hâlâ. Tıpkı kendi yazdığı gibi… Kitabında, yirmili yaşlardaki sevgilisi fotoğraf sanatçısı Robert Mapplethorpe’la bir gün en renkli, güzel elbiselerini giyerek Washington Meydanı’na gittiklerini anlatıyor. Termostaki kahveyi içerek, etrafı seyrediyorlar.
O sırada yaşlı bir çift “sıradışı bir ilgiyle” önlerinde durup onları incelemeye başlıyor. Ve kadın “Hadi, fotoğraflarını çek. Bunlar sanatçı galiba…” diyor, heyecanla… Yaşlı adamın yanıtı, kitaba ismini veriyor: “Hadi canım, bunlar çoluk çocuk…”
Evinin bahçesi de “haylaz”
Haylazlık da var tabii. Kendi deyimiyle bir zamanlar Detroit’de oturduğu taş evinin bahçesi bile “haylaz”. (¹)Yabani çiçekler, bitkiler, alıp başını gitmiş asmalar, sarmaşıklar… Birbirine dolanan dalların arasında kumru yuvaları… Doğa sarılmış birbirine.
Öyle seviyor, ellemiyor; komşuları sık sık bahçenin o hâline laf dokundursalar da asla. O bahçeye bakar bakar “yazmadan yazarmış” çoğu kez. Aynı kitabında kendini şöyle özetliyor Smith: “Sadece kendim olmak istiyordum, Peter Pan klanından geliyordum. Biz asla büyümezdik.”
Perilerin hüzünlü hikâyesi
Masal kahramanı Peter Pan “Varolmayan Ülke”de kuşlarla perilerin arasında kalabilmek için büyümek istemeyen, kuşlar gibi uçabilen bir çocuk. Perilerin hikâyesi ise hüzünlü: “Yeni doğan bir bebek ilk kez güldüğünde, gülüşü kırılıp bin parçaya bölünmüş ve hepsi zıplaya zıplaya etrafa dağılıp gitmiş. Periler böyle doğmuş işte…
Şimdiki çocuklar çok şey biliyor ve çok geçmeden perilere inanmaz oluyorlar. Ne zaman bir çocuk ‘perilere inanmam’ dese, bir yerlerde bir peri düşüp ölüverir.” Şair Küçük İskender’in “Periler Ölürken Özür Diler” kitabı ise şu cümleleriyle mevzua katılıyor:
“Perilerin öldükleri, öldürüldükleri ülkelerde farklı olduklarını düşünen birileri varsa, onlar cesetleri yerde değil, gökte arar. Güzel ölen, samimi ölen göğe gömülür çünkü. Ölürken özür dilemek aklınızdan hiç geçmemişse, peri sayılmazsınız…” Çocukken herkes uyurken yatmayıp pencereden uzun uzun gökyüzüne bakan Patti Smith’in gözleri perileri de arıyor olmalı.
“Taşı düşmüş yüzükler…”
Diğer kitaplarında da, insanın “içindeki çocuk”un kıymetini anlatan önemli satırlar var. Hayalperestler’de “Çocukken ne mutluyuzdur. Işık, mantığın sesiyle nasıl da körelir. Bu hayatta taşı düşmüş yüzükler gibi dolanıyoruz” diyor, içtenlikle… İnsanın içindeki çocuğu tümden yitirmesinin, taşı düşen yüzüklerle hakikaten ilgisi var. Hep birlikte büyüdükçe daha iyi anlıyorum.
“M Treni” kitabında da benzer vurgular: “Oğlan büyüdü, baba öldü, kız benden uzun, kötü bir rüyadan dolayı ağlıyor. Lütfen sonsuza dek kalın, diyorum tanıdığım şeylere. Gitmeyin. Büyümeyin.”
“Gitmeyin, büyümeyin”in gerisinde “Çoluk Çocuk” kitabının sayfalarını dolaştığımızda karşımıza çıkan uzun bir “ölüm listesi” de var. Smith için hepsi yakından, genç, zamansız ölümler… Sadece bir kısmını andığımızda bile sarsıcı.
“Çoluk Çocuk”taki ölüm listesi
Öncelikle “27’ler Kulübü”; Jimi Hendrix, Janis Joplin, Jim Morrison, Rolling Stones’un kurucularından Brian Jones. Ve en darbelisi 43 yaşında AIDS’den ölen, 21 yaşından beri “ruh eşi” fotoğraf sanatçısı Robert Mapplethorpe.
John Coltrane’in ölümü de sarsıyor 21 yaşındaki Smith’i… 16 yaşındayken New Jersey’de bir grup delikanlının “Coltrain dinleme örgütü”ne sızmış, “kız başına”… Onun için hem bir ayin, hem de bir okul: “Çok şey isteyen, çok şey veren müzik…” Smith onun plaklarını dinledikleri bodrumdan mezun olduktan sonra eğitimini “bir tür keşiş, derviş yardımcısı” olarak sürdürdüğünü anlatıyor.
“Yüreğinizi kaybetmeyin, pes etmeyin”
Çoluk çocuk günlerinde alıp başını New York’a gittiğindeki duyguları bugünün de anahtarı: “Kendime dair güçlü bir duyguya sahiptim ve ‘İşte buradayım’ demeye geldim. Benim gibi haklarından mahrum olanlarla konuşuyorum. Yüreğinizi kaybetmeyin, pes etmeyin.” Nihayetinde hepsi bir hayal, hep bir hayal belki; çoluk çocuk öyledir işte… Olsun. Öyle çocuklar olmasa neye benzer, benzetilirdi çocukluk? (Bu yazıyı yazarken “Patti Smith’in hastaneye kaldırıldığı haberleri düştü ekrana. Hemen ardından da sağlık durumunun iyi olduğu, sadece kendi deyimiyle “doktorların talimatıyla evinde biraz dinlenmesi gerektiği”. Çok, hep böyle güzel yaşasın.)
(¹) Patti Smith’in Türkçe “Hayalperestler” olarak yayınlanan “Woolgathering, 2011” kitabından.