Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIOrta Doğu’da dengeler: Çin faktörü

Orta Doğu’da dengeler: Çin faktörü

Çin muhakkak ki dünyanın başka bölgelerine açıldığı gibi Orta Doğu’ya açılmaktadır. Dünyanın ikinci -bazı hesaplara göre de en büyük- ekonomik gücü ve en azından şimdilik çok büyük bir sermaye fazlası üreten bu ülkenin bu gücünü kullanmaması, enerji bağımlılığının bu kadar yüksek olduğu bölgeye sırt çevirmesi pek beklenemezdi. Kaşıkçı cinayetinden ve Biden iktidara geldikten sonra ABD ile ilişkileri limonileşen Suudi Arabistan ve demokrasi söyleminden pek hoşnut olmayan diğer Körfez ülkelerinin ABD’ne nispet olarak Çin’e dönmeleri de pek anormal sayılmaz. Ancak bölge sorunlarına yabancı, askeri mevcudiyeti sınırlı Çin’in en azından gözle görülebilir bir zaman diliminde bölgede etkin bir aktöre dönüşmesini ve özellikle ABD’nin konumunu tehlikeye düşürecek bir güce sahip olacağını düşünmek pek doğru olmaz.

Yedi yıldır kopuk olan İran ile Suudi Arabistan arasındaki diplomatik ilişkilerin yeniden kurulması ve Büyükelçiliklerin karşılıklı olarak iki ülkede açılmasının Çin Halk Cumhuriyeti’nin aracılığıyla sağlanması Orta Doğu’daki dengelerin Çin lehine değiştiği ve bu ülkenin ağırlığının başta ABD olmak üzere Batının aleyhine arttığı yorumlarına yol açtı.

Aslında iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşme yolundaki ilk adımın atılmasını sağlayacak arabuluculuğu yapabilecek konumda başka ülke yoktu. ABD’nin İran’la ilişkilerinin nerede ise 45 yıldır kopuk olması onu böyle bir rolü oynama imkanından yoksun bırakmıştı. Avrupa Birliğinin (AB) özellikle Orta Doğu konusunda tek sesle konuşmaktan aciz olması etkinliğini büyük ölçüde azaltmıştı. Rusya ise Ukrayna’ya saldırısından bu yana dünya siyaset sahnesinde normal olarak sahip olması gereken gücü kaybetti.  İktidarımızın da Kaşıkçı cinayetinden sonra takındığı ahlaken doğru ama siyasi bedeli yüksek olan Suudi Arabistan liderliğini suçlayıcı tutumu, ayrıca Suriye konusunda İran ile karşı karşıya olması pek sevdiği arabuluculuk teşebbüslerinin bu sorunda devreye girmesini engellemiştir.  ABD Başkanı Biden’in da Kaşıkçı cinayeti konusunda çok katı bir tutum benimsemesi ve Suudi Arabistan’ın fiili lideri Prens Muhammed bin Selman’ı uzun süre aforoz etmiş olması de ülkesinin ağırlığını azaltmış bir faktördür.

Çin’in bir avantajı da İran petrolünün en büyük müşterilerinden birisi olmasıdır.  Petrol ithalatının yarısından fazlasını Orta Doğu’dan sağlayan Çin tüm bölge ülkeleri ile yoğun bir ekonomik ilişki içindedir. Bu yoğunluk haliyle ona bir siyasi ağırlık da vermektedir.  Buna karşılık ABD uzun yıllar boyunca petrolünü büyük ölçüde Orta Doğunun çeşitli ülkelerinden sağlarken, kendi üretimini arttırmış, son yıllarda net ihracatçı olmuş ve Orta Doğu’ya bağımlılığı büyük ölçüde azalmıştır. Bunun neticesinde bazı yorumculara göre ABD Orta Doğudan çekilme yoluna girmiş ve meydana gelecek boşluğu Çin’in dolduracağına kesin gözüyle bakmak gerekmektedir.

ABD’nin Obama döneminden bu yana dikkatlerini Çin’e çevirmekte olduğu ve hatta Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısına kadar Avrupa’ya verdiği stratejik değer ve önemin azalmaya başladığı bir gerçektir. Trump döneminde bu eğilim hız kazanmış, hatta Trump NATO’yu önemsemez bir tutum benimsemişti.  O ölçüdeki başta Doğu Avrupa ülkeleri olmak üzere Avrupa’lı NATO üyeleri ABD’nin ittifaka bağlılığı konusunda tereddütler duymaya başlamışlar, AB içinde de otonom bir askeri güç ihtiyacı yeniden dillenmeye başlamıştı.  ABD için yeni tehdit hem askeri hem ekonomik, hem teknolojik bakımdan Çin Halk Cumhuriyeti olmaya başlamış ve Pasifik Okyanusuna doğru bir kuvvet kayması başlamıştı.

Ancak ABD’nin her ne kadar önceliklerinde yeni sıralamaya doğru gidilmişse de Orta Doğunun gözden çıkarılacağına ilişkin bir işaret yoktur.  İran’ın nükleer silah edinme şüphesiyle ilerleyen araştırma programının yarattığı sınama, İsrail’in önünde sonunda ABD’de hangi partiden olurlarsa olsunlar tüm yönetimler için vazgeçilmez bir ortak olması, Körfez ülkelerinin olası bir İran tehdidine karşı ABD desteğine güvenmeleri ve o nedenle Bahreyn ve Katar’da güçlü ABD kuvvetlerinin bulunması, ayrıca İŞİD’in yarattığı tehlikenin en azından ABD ve AB ülkeleri için bertaraf edilmemiş olması gibi nedenlerle ABD’nin bölgeyi terk edeceğine ve özellikle yerini Çin’e bırakacağına dair bir işarete rastlamak mümkün değildir. Nitekim, Trump başkanlığı döneminde Suriye’deki kuvvetlerini geri çekeceğini açıklamış olmasına rağmen, askeri danışmanlarının aksine baskısı karşısında bu kararından geri dönmek zorunda kalmıştır.

Ancak ABD’nin, her yerde olduğu gibi bölgede de rakibi olarak gördüğü Çin’in faaliyetlerinden belirli bir rahatsızlık duyduğu ve bunu ifade etmekten çekinmediği görülmektedir. Son zamanlarda ABD Dışişleri Bakanı Blinken, CIA Başkanı Burns, Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan arka arkaya Suudi Arabistan’ı ziyaret etmişler ve Çin ile olan ekonomik ilişkilerin başka bir şeye dönüşmemesi, özellikle askeri alana kaymaması yolundaki beklentilerini dile getirmişlerdir.  Basın haberlerine bakılırsa da bu konudaki beklentileri karşılık bulmuştur. Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan, Çin ile ekonomik ilişkilerini geliştireceklerini, ancak güvenlik için ABD’ne bakmaya devam edeceklerini açıklamıştır. Nitekim, Suudi Arabistan’a 4 milyar dolar tutarında askeri malzeme satışı Kongreden geçenlerde onay almıştır. Ülkenin geçen yıl sonlarında Çin’den de bir miktar silah almış olmasının ABD’nin bu alanda Suudi piyasasındaki üstünlüğüne pek gölge düşürmediği anlaşılmaktadır zira yüksek teknolojili silahlar için bölge ülkeleri en azından şimdilik Çin’den ziyade ABD’ne müracaat etmektedirler.

Orta Doğu’da bataklığındaki öncü rolü ABD’nin oynamaya devam etmesi kaçınılmaz gibi geliyor.  Bir kere İsrail ile benzeri olmayan ilişkileri bu ülkenin tek sözünü dinlediği yabancı güç olmasını sağlıyor.  İsrail ile olan ilişkiler o kadar girift, bu ülkenin Musevi lobisi aracılığıyla ve direkt olarak ABD siyasi sahnesinde ağırlığı o kadar büyük ki başka bir ülkenin hele Çin’in araya girmesi düşünülemez. İsrail’in ABD’deki etkisi o kadar büyük ki arka arkaya gelen Başkanların uygulamaya çalıştığı baskıyı on yıllardır etkisizleştirmeye  becermiştir.  Birleşmiş Milletler başta olmak üzere tüm uluslararası forumlarda İsrail’in tek güveneceği destek hep ABD’den de gelmiştir.  Başbakan Netanyahu’nun en aşırı davranışlarına karşı bile hiçbir başkan tavır alamamış, tek yapabildikleri hoşnutsuzluklarını dile getirmek olmuştur.  Netanyahu ise başkanların gelip geçici olduğu görüşünden hareketle dişini sıkıp arasının limoni olduğu başkanın görevden ayrılmasını bekleme yolunu takip etmiştir.  İlk defa başbakan seçildiği 1996 yılından bu yana da bu alanda başarısız olduğu söylenemez.

Diğer taraftan, geçtiğimiz günlerde İsrail-Filistin ihtilafında arabuluculuk hevesiyle Filistin’li lider Mahmut Abbas’ı Pekin’e davet eden ÇHC’nin güçlü adamı Xi Jinping’in İsrail ile Çin arasındaki ilişkilerin Çin’in Hayfa limanı başta olmak üzere bu ülkedeki yatırımlarının büyüklüğüne rağmen gergin olmasının arabuluculuk hevesinin akamete uğramasına yol açmasının kaçınılmaz olduğu yorumları yapılmıştır bile. Ayrıca görev süresi 15 yıl kadar önce bitmiş olmasına rağmen bir türlü yeni seçim düzenlemeyen Mahmut Abbas’ın meşruiyeti de tartışılmakta ve bu durum İsrail ile 2014’te kesilen diyalogun tekrar kurulmasının karşısındaki engellerinin önemlileri arasındadır.  Başkan Xi’nin bu durumu değiştirecek etkinliğe sahip olmadığı bellidir. Kaldı ki, Çin’in Filistin ile ticareti 158 milyon dolar iken, İsrail ile 25 milyarı bulmaktadır. Bu ilişkiyi de Çin tehlikeye atmak istemeyecektir.   

ABD’nin bölgeden uzaklaşmasını ve yerini Çin’e bırakmasını engelleyecek diğer bir konu da İran’ın nükleer programının bölge için yarattığı tehlikedir.  Bu programın silah üretimini en azından yavaşlatmasını hedefleyen uluslararası toplum ile İran yönetimi arasında imzalanan anlaşmanın Trump tarafından feshedilmesinden sonra nükleer program üzerindeki gözetim azalmış, yeni bir anlaşmanın sonuçlandırılması ise kısmen İran’ın uzlaşmazlığı nedeniyle mümkün olamamıştır.  İran’ın niyetinin gerçekten nükleer silah üretmek mi yoksa ihtiyaç halinde kısa zamanda bu silahları üretme kapasitesine sahip olmak mı olduğu konusunda tereddütler halen mevcuttur.  Ancak, bu belirsizliğe rağmen veya belki ondan dolayı programın havadan bir saldırıyla sonlandırılması konusu yeniden gündeme gelmiştir.  Böyle bir harekâtı da ancak İsrail ile ABD kuvvetleri yürütebilecek kapasiteye sahiptir.  Haliyle böyle bir yola gidilmesi tüm bölgeyi yangına sürükleyeceğinden dolayı kimsenin isteyebileceği bir şey değildir.  Aynı zamanda şu anda İran’la ilişkilerini düzeltme yolunda adım atan Körfez ülkelerinin de bu programı endişe ile izlediklerine şüphe yoktur. 

Tabiatıyla bu sınama karşısında Çin’in yapabileceği şeyler oldukça sınırlıdır. O da muhakkak İran’ın nükleer silah sahibi olmasını istemeyecektir.  Nitekim, Trump’un feshettiği anlaşmanın imzacıları arasında Çin de vardı.  Ancak İran’a karşı caydırıcı gücünün bir hayli sınırlı olduğu gerçeği de yadsınamaz.  Bölgenin alevlere karışması da Çin’in menfaatlerine uymaz zira yukarıda da belirttiğim gibi petrol ihtiyacının yarısından fazlasını oradan temin etmektedir.  Dolayısıyla bölgede her ne kadar ABD ile bir rekabete girmişse de önemli konularda çıkarlarının ABD’ninkilerden çok farklı olmadığı, hatta örtüştüğü de söylenebilir. 

Özetle, Çin muhakkak ki dünyanın başka bölgelerine açıldığı gibi Orta Doğuya açılmaktadır. Dünyanın ikinci -bazı hesaplara göre de en büyük-  ekonomik gücü ve en azından şimdilik çok büyük bir sermaye fazlası üreten bu ülkenin bu gücünü kullanmaması, enerji bağımlılığının bu kadar yüksek olduğu bölgeye sırt çevirmesi pek beklenemezdi.  Kaşıkçı cinayetinden ve Biden iktidara geldikten sonra ABD ile ilişkileri limonileşen Suudi Arabistan ve demokrasi söyleminden pek hoşnut olmayan diğer Körfez ülkelerinin ABD’ne nispet olarak Çin’e dönmeleri de pek anormal sayılmaz. Ancak bölge sorunlarına yabancı, askeri mevcudiyeti sınırlı bu ülkenin en azından gözle görülebilir bir zaman diliminde bölgede etkin bir aktöre dönüşmesini ve özellikle ABD’nin konumunu tehlikeye düşürecek bir güce sahip olacağını düşünmek pek doğru olmaz.  İdeal bir dünyada yaşıyor olsaydık, ABD ile Çin’in birlikte hareket ederek Orta Doğu sorunlarının çözümü lehinde ortaklaşa arayışlarda bulunması gündeme gelirdi.  Ancak tabii böyle bir dünyada yaşamıyoruz.  Ortaklık yerine rekabet ve birbirinin ayağına basma tercih ediliyor.  Yine de, yukarıda da belirttiğim gibi İran’ın nükleer araştırma programı konusunda ABD ile ÇHC’nin menfaatleri örtüştüğü için birlikte hareket etmeyi becerebildiler.  Önümüzdeki dönemde sağduyunun her iki ülkede üste çıkması ve böyle bir iş birliğine gitmeleri belki de gerçekten imkansız değildir.   İlk adım dün başlayan ve Biden yönetimi iktidara geldiğinden bu yana ilk defa gerçekleşen ABD Dışişleri Bakanı Blinken’in Beijing temasları belki bir diyalog kapısını açacaktır.         

Bu arada, Çin’in ülkemize ilgisinin pek sınırlı olduğunu, muhtemelen Uygur sorununda kendisini desteklemediğimiz için ülkemizdeki yatırımlarının çok kısıtlı kaldığını ve 1 milyar doları geçmediğini de bu vesileyle hatırlatmakta fayda var.   Çin’in özellikle Suudi Arabistan ve Cezayir ile enerji dalında geçen hafta imzaladığı ve her biri on milyarlarca dolara ulaşan anlaşmalara bakılınca Çin’in ülkemize mesafeli bakışı epey düşündürücüdür.              

- Advertisment -