Osman Hamdi Bey’in memuriyet ve sanatçı yönlerini gördükten sonra arkeoloji ve eğitmenlik tarafına da bakalım.
Arkeoloji hayatına sonradan dahil olsa da ilgisini çok çekti ve önemli uğraşlarından biri oldu. Nemrud ve Sayda kazılarıyla ünlendi. Hazırladığı 1884 ve 1906 Asar-ı Atika nizamnameleriyle Osmanlı topraklarında Batılı arkeologların kazı izni almasını zorlaştırdı. Ayrıca bulunan eserlerin yurtdışına çıkarılmasını da yasakladı. Böylelikle arkeolojide aslında hem devletinin çıkarlarını gözetmiş hem de kendini arkeoloji dünyasına kabul ettirmiş oldu. Çün ki ülkedeki arkeoloji konusunda tek otorite OHB’di. Buna rağmen binlerce eser onun bilgisi ve rızası dahilinde (evet yanlış okumadınız!) bazen de bilgisi dışında “sultanın şahsi hediyesi” formülüyle yurtdışına çıkarıldı.
Bu çelişkili durumun iki ana sebebi bulunuyordu:
- OHB öncelikle Batılıların gayet katı bulduğu Osmanlı kazı ve koruma kurallarını gerektiğinde hafifçe esneterek ve ufak tefek tavizler vererek adım adım bu sert kuralları kabul edilir hale getirdi. Böylelikle bu kuralların hükümete yönelik yapılabilecek yabancı baskısıyla tamamen iptal edilmesinin önüne geçti.
- Kültürel olarak kendini uzak hissettiği Osmanlı toplumu içinde yalnızlık çeken ve yabancı arkeologlarla devamlı rekabet içinde olan OHB için Batılı meslektaş ve arkadaşları nezdinde itibar kazanmak ve Batılı bir beyefendi muamelesi görmek çok önemliydi. Hatta kardeşi Halil Edhem Bey’in hilafına Rum kökenine vurgu yapmaktan hoşlanır ve tarihçi Edhem Eldem’in işaret ettiği üzere muhtemelen arkeolojik eserlerle Batılılar gibi kendi kökeni arasında ilişki kurardı. Bu onun kişisel zaafıydı. Batılılar kazı izinleri ve eserleri yurtdışına çıkarma konusunda ona Avrupalı bir aydın gibi davranmanın, fahri diplomalar, nişanlar vermenin ve resimlerini satın almanın, onu çeşitli kurumlara üye olarak atamanın iyi taktikler olduğunu keşfetmişlerdi. OHB de bu taktiklerin farkındaydı ve bu onda duygusal açıdan derinlemesine bir gerilime sebep oluyordu. Çün ki kendisini öven yabancı arkeologların aslında onu hoş tutmaya çalıştıklarının şüphesi içini kemirirdi.
OHB’in arkeolojiyle ilgisine dair bu kadar ayrıntı yeter. Bel ki yine efsane haline gelen iki hususu düzeltmek gerekir:
- İskender Lahdi denen lahid İskender’e ait değildir.
- Yine bu lahdi görmek isteyen II. Wilhelm’e, II. Abdulhamid bel ki göze girmek için lahdi hediye eder endişesiyle lahdi göstermemeyi başarma hikayesi de uydurmadır.
Daha başka bir sürü uydurma var. Ama bu kadarı kâfi. Siz siz olun sanat tarihçilerine güvenmeyin.
Eğitmenliği
OHB’in kurduğu sanat okulu Mekteb-i Sanayi-i Nefise-i Şahane’de tamamen Paris’teki École des Beaux Arts örnek alınmıştı. OHB mektepte ayrıca ömrü boyunca Avrupai tarzda eğitim vermeye çalıştı. Buna rağmen eğitmenlerin çok azını oryantalistlerden seçti. Öğretmenler arasında yabancıların sayısının yüksek olmasıysa yetişmiş eleman eksiğinden kaynaklanıyordu. Var olan Müze-i Hümayun’un yanı sıra öğrencilerin eğitimi için okula has, Avrupalı sanatçıların eserlerinden satın aldırdığı heykel ve resimlerinden ayrı bir koleksiyon oluşturdu.
OHB eğitimin piyasayla bağlantılı yürümesi gerektiğine inandığı için hakkaklık ve mimarlığa özel önem verdi. Zira resimli gazete ve dergi yayıncılığı için hakkak talebi yükselmişti. Halı, çini, porselen, seramik fabrikalarında da desenci ve kalıpçı ihtiyacının önemlice bir kısmı bu mektebin mezunlarından sağlanır olmuştu.
Mimaride de Hassa Mimarları Teşkilatı’nın kapanması sebebiyle yirmi iki yıldır okullu mimar yetişmiyordu. Resim bölümü de tüm vilayetlere resim öğretmeni göndermeye başlamıştı. Heykel bölümü ilericiydi. Bu yüzden mezunların piyasada istihdamı çok sınırlı kaldı. OHB toplumsal tepkiden çekindiği için heykel derslerini sessiz sedasız yürüttürdü. Canlı model kullanmanın imkânsız olduğu zamanlarda alçıdan mulaj kullandırttı. Öğrencilerin canlı üryan model kullanma talepleri karşısında ülkenin buna hazır olmadığını ve teenni ile hareket etmek gerektiğini söyleyerek öğrencilerini yatıştırıyordu. Lakin OHB’in son yıllarında okulda nihayet canlı üryan erkek model kullanılabilir olmuştu. Canlı kadın üryan modelse çok arzu edilmesine rağmen gizli kullanımlar dışında mümkün olamadı.
OHB başarılı ve istidatlı tüm öğrencileri devlet bursuyla yurtdışına ihtisas yapmaya göndermeye çabalardı. Bazı öğrencilere hususen referans mektubu yazar ve onlara yüksek maaşlı işler bulmaya gayret ederdi. Vilayetlere gönderilecek mezunların tayin işleriyle de ayrıntılarıyla ilgilenirdi. Ayrıca Maarif Nezareti’nden, atanması düşünülen resim öğretmenlerinin değerlendirilmesi işi de OHB’ye havale edilmişti. Vilayetlerden de bazen resimler, rejime muhalif olup olmadığının değerlendirilmesi için OHB’e gönderilirdi. Bu manada işi yoğun bir sansür memuru gibi mesai yapardı.
OHB ölmeden hemen önce okuldaki öğrenci mevcudu takriben iki yüze çıkmıştı. Öğrencilerin yarısını Müslümanlar oluşturuyordu. Bu hiç şüphe yok ki bir başarıdır. Ancak verilen eğitimin niteliği konusunda bu kadar müspet konuşamıyoruz. Hem içeriden eğitmenlerin ve öğrencilerin hem de dışarıdan yerli aydınların ve yabancıların menfi tenkitleri göz önüne alındığında okulun özellikle resim ve heykel bölümlerinin Batı’daki önemli sanat okullarının ancak hazırlık seviyesinde kaldığını tespit ediyoruz. Nitekim OHB’e göre bu iki alanda eğitimin tamamlanması ancak Avrupa’ya gitmekle mümkündü.
Sonuç
Bu makale dizisini niçin kaleme aldım?
Tarih eserlerinde gerçekten çok fazla uydurma ve efsaneye rastlıyoruz. Bunların bir kısmının bile üzerine gidilerek düzeltilmesi okuyucuda tarih şuurun gelişmesi açısından bel ki bir kıvılcım olur ümidindeyim. Okuyucu bel ki tarihçiler tarafından yapılan bu düzeltmeler sonrasında her okuduğuna inanmaması gerektiğini kabul edebilecek ve heveslenerek geniş okumalar yapmayı isteyebilecektir.
OHB’in hayatı bu düzeltmelerden sadece biridir. Bu konuyu ele alma sebebim ise bugün inşa edilmek istenen neo-ottomanism binasının temellerinden biri yapılmak istenen OHB’in, “gerçek” hayatı algılandığında pek de temele gelir bir taş olmadığını göstermektir. Yani Osmanlı milletine, Türk ve diğer anasıra bakışı, yaşayış tarzıyla ve sözleriyle bugünkilerin arzu ettiği neo-ottomanism için işe yaramaz bir figürdür, bel ki muzır bile sayılabilir.
Başka birçok figür var; OHB’i boş verelim diğerleri kullanılabilir yeter de artar diyebilirsiniz. Ben de derim ki onlar hakkındaki (mit kırıcı sağlam tarihçiler tarafından ortaya konan) “gerçek”leri okuduğunuzda onların dahi bugün inşa etme hayalinde olunan steril, tertemiz neo-ottomanisme uygun olmadığını göreceksiniz! Fatih bile mi? Evet. Kanuni bile mi? Evet, o bile…
Şimdi daha geniş okuma yapmak isteyenler için birkaç kaynak önereceğim:
Eldem, Edhem, Osman Hamdi Bey Sözlüğü, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara 2010. Tam manasıyla enfes bir sözlük/ansiklopedik kitap.
Eldem, Edhem, “Making sense of Osman Hamdi Bey and his paintings”, Muqarnas, 29, 2012, 339-383.
Hisar, Abdülhak Şinasi, Türk Müzeciliği, YKY Yay., İstanbul 2010.
Krings, Véronique ve Tassignon, Isabelle (Eds.), Archéologie dans l’Empire Ottoman autour de 1900: Entre politique, économie et science, Brüksel 2004.
Osman Hamdi Bey & Amerikalılar, sergi kataloğu, Pera Müzesi Yay., İstanbul 2011.
Shaw, Wendy M. K., Osmanlı Müzeciliği, çev. E. Soğancılar, İletişim Yay., İstanbul 2004.
Ürekli, Fatma, Sanayi-i Nefise Mektebi’nin Kuruluşu ve Türk Eğitim Tarihindeki Yeri, Basılmamış Doktora Tezi, Dan. A.İ. Gencer, İÜSBE Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, İstanbul 1997.