Tarih otoriter rejimlerle doludur. Hatta denebilir ki bugün demokrasi ile yönetilen ülkelerin belki de tümü geçmişlerinde ya mutlak monarşiler, ya askeri diktatörlükler, ya da ikisi birden tarafından veya sömürgeci ülkeler tarafından yönetilmiştir.
Fransa belki bu değişimin en çarpıcı örneği sayılabilir. 1789’da bir halk hareketi olarak başlayan devrim, ilk önce monarşiyi devirmiş, kralı yargılayıp idam etmişti. Sonradan kanlı bir halk diktatörlüğü, arkadan imparatorluğa dönüşen askeri diktatörlük ve savaşlar, sonra kraliyetin yeniden ihyası, arkadan cumhuriyetin kısa bir süreliğine kurulması, imparatorluğunun geri gelmesi ve nihayet 1870 yılında Cumhuriyetin yeniden ve bu sefer kalıcı bir şekilde geri gelmesi; baş döndürücü bir süratle meydana gelen rejim değişiklikleri… Özetle 1789 ile 1870 arasında ülke dört krallık, üç cumhuriyet ve iki imparatorluk görmüştü. Rejimlerin hiç birisi demokratik sayabileceğimiz bir şekilde değişmemiş, ekonomik sıkıntılardan kaynaklanan ayaklanmalar (1789 ve 1848), kaybedilen savaşlar (1814-15 ve 1870), baskıcı rejime karşı halk ayaklanması (1830), Cumhuriyetin diktatörlüğe dönüşmesi (1799-1800 ve 1851) rejimlerin değişmesinin başlıca yöntemlerini teşkil etmişti.
Ancak Birinci Dünya Savaşına gelindiğinde Avrupa’da Cumhuriyet ile yönetilen sadece üç ülke vardı: Fransa, İsviçre ve 1910’dan itibaren Portekiz. Diğerlerinin tümü monarşik rejimlere sahipti. O kadar ki yeni devletler kurulduğunda (Yunanistan, Sırbistan, Belçika, Romanya, Bulgaristan, Norveç ve Arnavutluk) dışarıdan krallar bulunuyordu. Cumhuriyet fikri daha yayılmaya başlamamıştı. İstisnalar kendi hanedanlarını yaratabilen Sırbistan ve Karadağ olmuştur.
Tabii monarşilerin hepsi aynı tornadan çıkmış değildi. Kimisi Birleşik Krallık, Belçika, Hollanda, Danimarka, İsveç ve Norveç gibi hükümdarın yetkilerini epeyce kırpmış, demokratik değişimlerini ilerletmişlerdi. Bu ülkeler 20inci yüzyılın çalkantıları sırasında demokratik geleneklerini sürdürebilmiş, hatta güçlendirmeyi başarmıştır.
Ancak Almanya başta olmak üzere Orta Avrupa ve Doğusunda hükümdarlar mutlakıyetin çeşitli derecelerine sahipti. Alman ve Avusturya-Macaristan İmparatorları yetkilerini seçilmiş parlamentolarla paylaşırken, Rus Çarı 1905 devriminden sonra kısa bir süre hariç ülkeyi yetkileri sınırsız bir otokrat olarak yönetebiliyordu.
Monarşik olmayan otoriter rejimlerin Birinci Dünya Savaşı sonrası döneminin özelliklerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. Sağlam demokratik geleneklere sahip meşruti krallıklar çalkantıları rahatlıkla atlatmışlardı. Monarşilerinden kurtuldukları için demokrasiye daha hızlı ilerleyebilecekleri beklenen Almanya ve Rusya başta olmak üzere başkalarında aynı şey gerçekleşmemiş, meydana gelen istikrarsızlık demokrasi ile değil, otoriter diktatörlüklerin tesisi ile sonuçlanmıştır.
Sovyet Rusya’dan sonra ilk örnek İtalya olmuştur diyebiliriz. Ekonomik bunalımların, parlamenter rejimin istikrarı getirememesi gibi zaaflardan yararlanan ve hayata sosyalist olarak atılan genç gazeteci Benito Mussolini bir halk hareketinin başına geçerek Roma’ya yürümüş ve iktidarı parlamentonun elinden söküp almıştır. İlginç olanı bunu yaparken tahttaki Kralı devirmeyip faşist diktatörlüğünü 21 yıl boyunca onun desteğiyle sürdürmesi olmuştur. Mussolini’den sonra İspanya, Portekiz, Almanya ve birçok başka Avrupa ülkesinde parlamentolar rafa kalkmış, ülkeler teker teker faşist parti ve diktatörlerin eline geçmişti. Avrupa kıtasının öbür yanında Sovyetler Birliği de Stalin’in amansız yönetimine geçmişti.
İkinci Dünya Savaşı öncesindeki dönemde Batı ve Kuzey Avrupa dışında nerede ise tüm ülkelerde demokrasi ve parlamenter rejimler ortadan kalkmış, yerlerini kişi ve/veya parti diktatörlüklerine bırakmıştı. 1930’ların ortalarından itibaren Almanya ve doğusunda demokrasiyle yönetilen nerede ise tek bir ülke vardı: Çekoslovakya. Ne yazık ki Avrupa demokrasileri bu küçük ülkeye sahip çıkamamış ve Nazi Almanya’sının pençelerine bırakmıştı.
Sonraki dönemde demokrasi bu ülkelerden hiçbirine serbest seçimle gelmedi. Nazi Almanya’sı kanının son damlasına kadar savaşmış, ülke yenilgiden sonra uğradığı işgal ile renk değiştirmiş ve 1949 yılından bu yana bildiğimiz demokratik, özgür bir sistemle yönetilir olmuş. İlginç olanı Almanlarda onlara demokrasiyi getiren Batılı işgalcilere (ABD, İngiltere, Fransa, hatta bir ara Belçika) karşı en ufak bir husumetin duyulmamış olmasıdır. Tersine bugün dahi Almanya savunmasını büyük ölçüde bu ülkelerin önderlik ettiği NATO ittifakına devrettiği için savunma harcamalarını düşük tutabilmiş, ekonomik kalkınmasına bilinen neticelerle öncelik verebilmiştir. İtalya’da değişim nispeten daha kolay olmuş, savaşı kaybetmekte olan Mussolini kendi partisininKralla yaptığı ittifak neticesinde görevden alınmış, ülke saf değiştirerek işgalden kurtulmuş, zaman içinde demokrasiye kavuşmuştu. Ancak orada da diktatörlüğün sonu seçimle değil, kaybedilen savaşla gelmiştir. Almanya ile İtalya’nın müttefiki Japonya’da da askeri cunta İmparatorun müdahalesiyle görevden alınmış, ülke ABD’ye teslim olmuş ve altı yıl süren bir işgale uğramıştır. Japonya’nın bugünkü demokratik anayasası ABD kuvvetleri tarafından kaleme alınmış, ancak bu husus da Japon halkında husumete yol açmamıştır. Ne ilginçtir ki Japonya ve İtalya’da hükümdarlar savaşı sürdürmeye taraftar olan liderleri kolaylıkla görevden alabilmişti. Almanya’da Hitler’in tek adam olması ve bir hükümdar ile devlet yönetimini paylaşmadığı için Berlin düşünceye ve kendisi de yakalanmamak için intihardan başka çaresi kalmayıncaya kadar savaş devam etmiş ve Alman milleti muazzam bir bedel ödemek zorunda kalmıştı.
Portekiz ve İspanya’da da diktatörlükler seçimle gitmemiştir. Her ikisi de İkinci Dünya Savaşına girme hatasına düşmedikleri için rejimleri devrilmemiş, diktatörler yataklarında ölmüştü. Portekiz’de rejim sonradan bir askeri darbe ile sonlandırılmış, İspanya’da ise diktatör Franco’nun halefi olarak ilan ettiği Kral Juan Carlos’un gösterdiği dirayetle ülke iki yıl içinde demokrasiye kavuşmuştur.
Doğu Avrupa’da ise ülkeler demokrasiye kavuşmak için 2-3 nesil beklemek zorunda kalmışlardı. Nazi Almanya’sının gölgesine giren bu ülkelerde Savaş sonrasında kurulan Komünist rejimlerin yıkılması ancak Sovyetler Birliğinde Komünist Parti diktatörlüğünün sona ermesi ve Birliğin dağılmasıyla mümkün olabilmiştir.
O devirlerde otoriter bir rejimi terk edip serbest seçimle iktidarını değiştirmeyi başaran tek ülkenin Türkiye olduğunu söyleyebiliriz.Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren tek parti tarafından yönetilen, hatta İkinci Cumhurbaşkanı İnönü’yü Hitler, Mussolini ve Franco’yu andıracak şekilde “Milli Şef” sıfatıyla teçhiz eden ülkemiz, Cumhuriyet tarihinin ilk iktidar değişimini 1950 seçimleriyle başarabilmişti. Ne yazık ki aradan geçen süre içinde demokrasi geliştirilememiş, kurumlar oturtulamamış, istikrar sağlanamamış, ilk önce iktidarı asker ile sivil iktidarın paylaştığı vesayet rejimleri, ardından da içinde bulunduğumuz tek adam rejimiyle bugüne kadar gelinmiştir.
Türkiye tek parti rejimini seçimle sonlandırılan tek otoriter rejim gibi geliyor bana. Düşündükçe Avrupa’da seçim yoluyla giden otoriter rejim aklıma gelmiyor. Bir devlet başkanının kendi iradesiyle yetkilerinden vazgeçmesi de aynı şekilde bir hayli nadir bir vakadır. Bu konuda aşağıdaki şu örnek dışında benim aklıma başkası gelmiyor.
İspanya 1936-39 yılları arasında devam eden iç savaş sonrasında galip milliyetçi güçlerin lideri General Franco tarafından diktatörlük olarak yönetilmişti. Ancak Franco kendisinden sonra ilga ettiği Cumhuriyetin tekrar kurulmasını istemediği için halef olarak Cumhuriyetçilerin devirdiği tahtın meşru varisinin genç oğlunu seçmiş ve Avrupa monarşilerinin varislerinin gördüğü eğitimin benzerini İspanya’da görmesini sağlamıştı. Franco’nun hesabı kendisinden sonra monarşi tekrar kurulduğunda müstakbel Kral Juan Carlos’un ülkeyi aynı şekilde diktatörlükle yönetmesiydi. Ancak 1975 yılında Franco’nun ölümünden sonra tahta çıkan Kral, ülkenin demokrasiye dönmesinin şart olduğunu idrak etmiş, Franco’nun kurduğu yapıyı iki yıl içinde barışçıl bir şekilde dağıtmış ve hatta 1982 yılında meydana gelen darbe teşebbüsüne karşı sert tavır alarak demokrasinin oturmasına paha biçilmez bir katkıda bulunmuştur. Bugün Kraliyet ailesi içinde meydana gelen çeşitli skandallara rağmen İspanya “taçlı demokrasi” olarak Avrupa’da Franco döneminde mahrum bırakıldığı yerini almış ve modern tarihinde ilk defa olarak istikrara kavuşmuştur.
Otoriter rejimlerin savaşta mağlubiyet veya liderin ölümü dışında sona ermesinin yolu halk ayaklanması olmuştur. Bunun bir örneği Güney Kore olmuştur. Güney Kore kurulduğunda iktidarı ele geçiren diktatör Syngman Rhee, 1961 yılında yerini askeri diktatör Park Chung-hee’ye bırakmış, onun 1979 yılında öldürülmesinden sonra gelen asker halefleri halkın gittikçe artan gösterilerini bir süre kanla bastırmışlar, sonra havlu atmışlar ve Kore bugünkü demokratik yapısına kavuşmuştur. Yolsuzluğun çok ileriboyutlarda olduğu Kore’de sadece bir defalığına beş sene için seçilen son dönemlerdeki cumhurbaşkanlarının nerede ise tümü görevleri bittikten sonra yargılanmış ve hapishaneyi boylamıştır. Nerede ise tek istisna suçlandıktan sonra intihar etmeyi tercih eden Roh Moo-hyun olmuştur.
Benzer örnekler Latin Amerika’da da çok görülmüştür. Gerçi Şili diktatörü Pinochet, 15 yıllık idaresinden sonra 1988 yılında referandumu kaybederek Devlet başkanlığını bırakmak zorunda kalmışsa da, birkaç yıl daha silahlı kuvvetler başkomutanı sıfatıyla yeni rejim üzerinde gözetimini sürdürmüş ve geçiş döneminin kademeli olmasını sağlayarak kendisine bir koruma zırhı sağlamıştır. Başka ülkelerde askeri cunta mensupları devrildikten sonra yargılanıp uzun hapis cezalarına çarptırılmıştır. Askeri mağlubiyetler sonucunda diktatörlerini deviren Yunanistan ve Arjantin bunların örneğidir.
Özetleyecek olursak otoriter rejimlerin barışçıl ve demokratik yollarla sonlandırılması çok zordur. Eşyanın tabiatı gereği, bu rejimler toplumun haberleşme imkanlarını tamamen ellerinin altında tutmakta, seçim yarışlarının adil ve serbest olmasını engellemektedir. Ayrıca devletin meşru ve gayrı meşru bütün imkanlarını ayakta kalmak için kullanmaktadırlar. Bugün bile Belarus, Rusya, İran gibi ülkelerde seçim yapılabilmekte ancak kontrol altında cereyan eden bu işlemler hiçbir şekilde demokratik sayılmamaktadır.
Yukarıda da değindiğim gibi ülkemizdeki 14 Mayıs 1950 seçimleri, mağlubiyet, liderin ölümü ve halk ayaklanmaları dışında bir otoriter rejimin barışçıl yollarla sonlandırılmasının nadir örneklerinden birini, belki de tek örneğini teşkil etmektedir. Umarım ki 14 Mayıs 2023 seçimleri de ikinci örneği teşkil eder.