Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIPerinçek fenomeni (3) Harry Potter masalları

Perinçek fenomeni (3) Harry Potter masalları

Buldum, değerli okuyucular. Ben buldum. Meral Akşener’in 3 Mart’ta Altılı Masa’dan ayrılmasının ardından, Ankara’daki bütün “operasyon şefleri”nin Altılı Masa’yı Amerikan emperyalizminin çıkarları doğrultusunda restore etmek için alelacele hangi “gizli karargâh”ta toplandığını buldum.

[9 Nisan 2023] MİT’ten geçtim; günlerdir Rusların FSB’si de, Çinlilerin Guojia Anquan Bu’su (Kamu Güvenliği Bakanlığı) da arayıp duruyordu. Tesbit edebilseler, Avada Kedavra büyüsü ve yeşil ışığıyla bir anda yokedip, Türkiye’yi bir kere daha Batı’dan kurtaracaklardı. Ama kaç kere önünden geçtiler de farkedemediler bir türlü. Çünkü işin içine sihir girmişti. “Gizli karargâh” Sihir Bakanlığı’nın koruması altındaydı. Zümrüdüanka Yoldaşlığı’nın Grimmauld Meydanı 12 Numara’daki merkezini (ki işe bakın, onun da adı “gizli karargâh”mış, hidden headquarters) sıradan fânilerin gözünden saklayan aynı yöntem sayesinde, Söğütözü’nde, iki dev otel arasında hem görünmez, hem de telefonları dinlenmez oluyordu.

İnanmıyor musunuz? O zaman söyleyin bana, hangisi daha gerçek: Rowling’in Harry Potter öyküleri mi, Perinçek’in Süper NATO, Üçlü Yeni Hükümet Mimarisi, Operasyon Şefleri ve Gizli Karargâh, Cumhur İttifakı, ya da 100,000 imza fantezileri ve kurguları mı?

Açıkçası, realiteden kaçacaksam, ben Harry Potter okumayı tercih ederim, Aydınlık okumak ve Ulusal Kanal seyretmektense. İlkinde, bunun tümüyle kurmaca bir âlem olduğunu biliyorsunuz hiç olmazsa. Perinçek’in evreninde yaşayanlar ise, sanırım ayırdedemiyorlar neyin reel, neyin fiktif olduğunu. Perinçek ise buraya, gerçekten yeni bir tabana oturarak, kendisine sosyolojik bir karşılık bularak değil, sürekli yokuş aşağı geliyor. Faydasızlaşarak geliyor. Köklü, oturaklı sosyal sınıf ya da katmanlar yerine, toplumun doku boşluklarındaki “boş gezenin boş kalfası” unsurlara yaslanarak geliyor.

Bu faydasızlaşma süreci çok belirgin. Daha önce de söylemiştim; Perinçek’in hayatı, kişiliği ve kişisel önemi etrafında dönüyor. Bir dönem, solda ve solun özel bir fraksiyonunda, Maoculukta kendine mahsus bir niş buldu. 1960’ların sonları ve 70’lerin türbülansında, bu görece gerçek bir inançtı, bir bakıma. İnsanî bir yanı vardı. Sıradan fâniler açısından olabilirlik taşıyan bir ideolojik yanılsamaydı; çılgınlıktı ama anlaşılır bir çılgınlıktı. Sonrası, ayrı bir fasıl. Önce krizcilik ve ultra-devrimcilik. Ardından Kürtçülük. Ardından tam zıddı: TSK’cılık, orduculuk, darbecilik. İlâveten İslâmofobi. Ardından, (FETÖ aleyhtarlığı üzerinden) ansızın gene tam zıddı: AK Parti ve Cumhur İttifakı taraftarlığı. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmaya varıncaya kadar, aşırı-muhafazakâr ataerkilliğe, kadın düşmanlığına destek. HDP’yi kapattırmaya, Sinan Ateş cinayetine veya Bursaspor maçındaki faşist pankartlara varıncaya kadar, MHP’ye destek. Bir de tabii, dindarlık gösterileri, pek kimsenin ikna edici bulmadığı.

Özetle: Bir kere sol-devrimciliği terkedince, devamında hep, kâh şu kâh bu “büyük güce” yamanma çabası. Temelinde, “işin içinde” olma arzusu. Ama aynı zamanda, bitmek bilmez bir çıkıntılık ve dışarıdan ukalâlık hali: Belirli bir anda tutunduğu, içine girmeye çalıştığı mecrayı, o kampın asıl sahiplerinden daha iyi bildiği iddiası. Kürtlerin ne yapması gerektiğini Öcalan’a öğretebilir; Millî Güçlerin ne yapması gerektiğini emekli generallere öğretebilir; en nihayet, şimdiki iktidarın ne yapması gerektiğini de Erdoğan’a öğretebilir. Son tahlilde, bu da kendini çok önemsemesinin bir parçası. Hem eteklerine yapışmalı, ama hem de PKK’dan veya TSK’dan veya AKP’den ayrı bir fonksiyonu olmalı ki, müstakil varlığını gerekçelendirebilsin. Farkında değil; hele AK Parti, artık hiç kaldırmıyor, kaldırmaz, bu tür yarım-ittifakları. Ya hep ya hiç. Plehanov’un Napolyon ve generalleri için dediği gibi: Belki hepsi çok yetenekliydi, ama Fransız Devrimi’nin askerî diktatörlük aşamasının en tepesinde sadece bir tek kişiye yer vardı. Yani katılacaksan partini de bırakıp, eski çevreni de bırakıp, eski tabanını da bırakıp toptan katılacak ve meselâ ikinci bir Numan Kurtulmuş olacaksın.

Dolayısıyla “ben ben ben”cilik sınırlıyor ve engelliyor, Perinçek’in bir dizi çok keskin virajla varmak istediği sonuçları. Her yeni oportünist sıçraması belirli bir sansasyon yaratıyor ilk başta. Zeki de; aforizmatik bir yeteneği de var; çıkıp kimsenin aklına gelmeyen uç ve uçuk şeyler de söyleyebiliyor; bu sayede medyaya şaşırtıcı kadar sık konuk oluyor bir fasıl. Derken yükseldiği kadar hızlı bir şekilde gözden düşüveriyor. Çünkü o aşamada kendine gösterilen teveccühü gerçek zannediyor, gücünü abartıyor, fazla yukarıdan konuşmaya başlıyor, ihtiyatsız adımlar atıyor, sınırı aşıyor ve bu, dışlanmasını beraberinde getiriyor. 2021-2022’de başına gelenlere bakalım. Bir ara, hemen her akşam sahne alıyordu (başta Habertürk) bazı televizyon kanallarında. Hattâ hakkında, (yeni Çin büyükelçisinin Türkiye’ye adım atar atmaz Vatan Partisi’ni ziyaret etmesinin de etkisiyle) Çin’le iş yapmanın yolu Perinçek’ten geçtiği için bu konuma yükseldiği söylentileri dahi yaygınlaşmıştı.

Fakat çok sürmedi, çünkü hemen çizmeden yukarı çıkıverdi. 2 Kasım 2021’de, örneğin, TV-NET’te katıldığı programda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Roma dönüşü gazetecilere “Libya’da, Doğu Akdeniz’de Amerika’yla iş birliğimizi güçlendireceğiz” demesini “hayretle karşıladığını” söyledi: “Türkiye 2014-2015 yıllarından bu yana Amerika’yla sorunlarını silâhla çözüyor. Bu en büyük gerçeğidir Türkiye’nin.” Aynı koyu Batı düşmanı şovenizmin devamında, daha da net bir şekilde Erdoğan’ı hedef aldı ve eziklikle suçladı, protesto etti: “Çok ayıplıyorum [Erdoğan-Biden görüşmesinin 1 saat 10 dakika olmasıyla] övünen bir yönetimi, hükümeti. (…) ‘Türk, Öğün, Çalış, Güven’ diyoruz biz, o özgüveni yok eden ve eziklik yaratan ve bir liderde olmaması gereken bir söylem. Burada Fatih Sultan Mehmet gibi ya da Alparslan gibi ama en önemlisi yakın tarihte Atatürk’ler gibi, Birinci Dünya Savaşının kahramanları gibi davranarak Türkiye buradan çıkar. Onun için ben protesto ediyorum bu 1 saat 10 dakika ile övünme olayını, ben bunun Türkiye’de kamuoyu yapılmasını, gazetelerin bununla iftihar etmelerini, hükümetin de bununla  övünmesini çok ayıplıyorum” diye konuştu [vurgular benim – HB].

Altı ay sonra, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir milyon Suriyeli sığınmacıyı Suriye’nin kuzeyinde ev sahibi yapmak için açıkladığı projeyi de, “yobazlık ve “yağma” sözcükleri dahil gene çok sert biçimde eleştirdi: “Bu projenin uygulandığı topraklar Suriye Arap Cumhuriyeti’ne ait topraklardır. (…) Bu proje Suriye’nin toprak bütünlüğü konusunda bir takım soru işaretleri getiriyor” dedi ve devam etti: “Burada birtakım kantonlar kuruluyor. (…) Birleşmiş Milletler tarafından ve bütün dünya tarafından meşruluğu kabul edilen Suriye hükümetine muhalif olan birtakım unsurların yönetiminde olan meclisler. O unsurlara hemen dikkat çekelim. Bunlar (…) terör listesinde bulunan bazı yobaz terör örgütleri. (…)  Türkiye’den oraya gitmiş olan bazı şirketler doğrudan doğruya bir yağma düzeni kurmuş durumda. O bölgenin bakırlarını, o bölgenin zeytin ağaçlarını söküp Türkiye’de mobilya malzemesi olarak satmak gibi. Üretimle ilgisi olmayan bir yağma ekonomisi de oluşturulmuş oluyor. Bu kantonlarda bir yandan o yobaz terör örgütlerini iktidar yapıyor, onların iktidarını pekiştiriyor, bir yandan da bu yağmacı zümrenin kurduğu talan ekonomisine hizmet ediyor.” [9 Mayıs 2022; vurgular gene bana ait]

Bu tesbitler doğru mu yanlış mı tartışması yapmıyorum (bir kısmı doğru da olabilir, durmuş bir saat de günde iki kez doğruyu gösterir). Ben sadece, Perinçek’in hem ittifak ve yüksek himaye araması, hem de iktidar açısından ve şahsen Cumhurbaşkanı Erdoğan açısından çok hassas olabilecek noktalarda, bu tonda, bu ifadelerle konuşabileceğini sanması arasındaki çelişkiye dikkat çekmekle yetiniyorum. Reaksiyonu gelmekte gecikmedi zaten; o çok çıkmakta olduğu ekranlardan her nasılsa siliniverdi. Kendisi de farketmiş olmalı ki, telâfi etmeye çalıştı bir şekilde. Rusya Ukrayna’ya saldırdığında, gene çok tantanalı, çok iddialı ifadelerle Putin’i desteklemekle (Rusya’nın silâhlarının barış ve özgürlük getireceğini, Türkiye’den Çin’e, Orta Doğu’dan Doğu Asya’ya uzanan bir özgürlük yolu açacağını söylemekle) kalmadı; aynı zamanda bir parti heyetini apar topar Moskova’ya gönderdi. Gene aynı doğrultuda, Türkiye ile Suriye arasında arabuluculuğa soyundu. Şam’a gidiyoruz, Esed’le görüşeceğiz dedi. Suriye tarafından sürekli ertelendi bu ziyaret. Gittik, gidiyoruz, gideceğiz… yılan hikâyesine döndü. Gidemediler. Tabii Amerikan emperyalizmini suçladı. Üstelik, kendini tutamayıp bu bağlamda bir kere daha iktidarı da suçladı. Ankara’da “Amerikan yanlısı kanadın” ağır bastığını (yani onların Suriye’ye telkinlerinin bu iptallere yol açtığını) savundu.

Bu girişimlerin hiçbir içeriği yoktu aslında. Ne söylediler (veya ne söyleyeceklerdi) Rusya veya Suriye’ye? Ne gibi benzersiz fikirler verecek, ışık saçan, yol gösteren tavsiyelerde bulunacaklardı? Hepsi, sırf kendisini ve partisini gündemde tutma çabalarından ibaretti. Erdoğan’ı Biden’la 1 saat 10 dakika görüşmekle övündüğü için eleştiren Perinçek’in bütün meselesi, kâh Putin’le kâh Esed’le aynı karede görünüp bununla övünebilmekti. Ancak madalyonun diğer yüzünde, hükümetin bu özerk dış politika insiyatiflerine de, Suriye ve diğer konularda suçlanmaya da içten içe ne kadar kızabileceğini, galiba hiç aklına getirmedi. O hep “doğruları” söylüyordu ya; bütün sivrilikleri ve saldırılarından sonra, kendisine hâlâ değer verildiğini sanabildi.

Aksi takdirde, 1 Mart’ta (hem de “kaosu önlemek” adına) “Erdoğan’ın önderliğinde AK Parti+MHP+VP ortaklığında yeni bir hükümet mimarisi” önermesi nasıl açıklanabilir? Yani herhangi bir kişi, hele ayağı birazcık yere basması gereken bir politikacı, kendini ne kadar dev aynasında görebilir? Son kamuoyu yoklamalarına göre, AKP en kötü ihtimalle yüzde 31-32, MHP yüzde 6-7 oranında desteğe sahip. Gerçi şu anda anketler Vatan Partisi’ne hiç yer vermiyor, ama 2019 yerel seçimlerinde, belediyelerde aldığı oy yüzde 0.25, il genel meclislerinde aldığı oy yüzde 0.20 gözüküyor. Ve düşünün; bu yüzde 0.25’lik parti, toplamı yüzde 40’a yaklaşan, yani kendisinin en az 160 misli oy alan Cumhur İttifakı’na, ben sizin iktidarınıza dahil olayım da size doğru yolu göstereyim, beni dinleyin de sizi kaostan kurtarayım diyebiliyor. (Ne yapacak; kendini İletişim Başkanlığı’na mı lâyık görecek?) Her birine kâh parti, kâh günlük gazete, kâh televizyon çerçevesinde birer rütbe bahşettikleri bütün o kravatlı, takım elbiseli, genç ama ruhsuz aparatçikler de öğrendikleri bu yeni kavramı ezberleyip papağan gibi tekrarlıyor, artık kendilerinden başka misafiri, konuşmacısı kalmamış Ulusal Kanal’da: “Yeni bir mimari gerekli.” Lâkin bu önerisi mutlak bir sessizlik ve ilgisizlikle karşılandığı halde, geri çekilip vakur duramıyor, illâ üstüne üstüne gidiyor, beni de alın ısrarından vazgeçmiyor Perinçek; kendi açıklamasına göre, üç hafta sonra, 22 Mart’ta bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan’a başvuruyor, Cumhur İttifakı’na katılmak için. 24 Mart’ta red cevabı alıyor. Yani Cumhur İttifakı da istemiyor onunla beraber olmayı. Yeni Refah’a evet diyorlar, HÜDA PAR’a evet, hattâ en son DSP’ye de teklif ve evet; ama AK Parti’nin gözünde bunların hiçbiri kadar olamıyor Perinçek ve Vatan Partisi. Gene aynı tarihlerde, cumhurbaşkanı adaylığı için de 100,000 değil ancak 27,000 imza toplayabiliyorlar. Geriye sadece sızlanmak kalıyor. İlkini “Erdoğan, Vatan Partisi’ni değil Hüda Par’ı tercih etti” sitemiyle, ikincisini de “Amerika Vatan Partisi’nin önünü kesti” diye geçiştirebiliyor.

Daha doğrusu, geçiştirdiğini zannediyor. Hele ikincisi: böyle bir açıklama olabilir mi, kitle desteğinin cılızlığı karşısında? Ne yapmış Amerika; 2002’de Süper NATO’nun yaptığı (?) gibi, kampanya mı yürütmüş VP’nin imza toplama çabalarına karşı? Ama bunu tahayyül etmesi daha bile zor; nereden bilecekler, kimlerin seçim kurullarına gidip imza vermeye niyetlendiğini ki ablukaya alsınlar, yolunu kessinler, vazgeçirsinler? Halk bizi sevmedi, desteklemedi diyemiyor; dönüp dolaşıp suçu, zaten altetmeye çalıştığı, altetme hedefini koyduğu düşmanına yıkıyor. Fakat bu sakat muhayyilenin 2002 balonundan sonra en müthiş örneği, şu Altılı Masa’nın toparlanması meselesi. 1 Mart’taki “yeni hükümet mimarîsi” teklifinden iki gün sonra, 3 Mart’ta Meral Akşener Millet İttifakı’nı terkediyor. Ertesi gün (4 Mart Cumartesi) Aydınlık bunu “Ayaklarını ABD’nin kurduğu masa devrildi” diye sevinçle duyuruyor. “Altılı Masa dağıldı, ABD şimdi ne yapacak” manşetiyle çıkıyor ve birinci sayfasında Perinçek’in “Biden tayfası Tayyip Erdoğan’la yarışı bırakmıştır, kendi aralarında yarışa başlamıştır. Türk Milleti’nin önü açılıyor” demecini yayınlıyor. Derken durum değişiyor; 6 Mart’ta Akşener geri dönüyor ve Kılıçdaroğlu, Altılı Masa’nın ortak adayı oluyor. Hüsran — fakat açıklama hazır. Aydınlık’ın 7 Mart tarihli manşet haberinde, Ankara’da “yabancı operasyon şefleri” ile “FETÖ artıkları”nı kapsayan bir “gizli karargâh” kurulduğu; Kılıçdaroğlu ile Akşener’in “gizli karargâh”la iletişimlerini dinlenmeyen mekânlardan, kurmaylarına da haber vermeden yürüttükleri anlatılıyor. Gazete, son dönemde futbol maçlarında atılan “hükümet istifa” sloganlarının arkasında da bu “gizli karargâh”ın olduğunu savunuyor.

Bu da öyle bir zırvalık, öyle bir uydurma, öyle bir palavra ki, beni yazımın başına koyduğum şaka ve alaya geri getiriyor. 3 Nisan’da yaptığım gibi (bkz Perinçek fenomeni (2) Büyük 2002 balonu), gene tane tane soracağım: (a) Nedir bu acayip, bu zoraki esrar havası? Kimdir bu “operasyon şefleri” ve nedir, nerededir bu “gizli karargâh”? Amerika’nın başını çektiği Batı emperyalistleri yaptı diyorsanız, öyle deyin o zaman. Elçilikler var, elçilik binaları var, bütün elçiliklerin askerî ataşeleri ve ayrıca, ev sahibi devlete deklare edilen-edilmeyen istihbarat görevlileri var. Diplomasi böyle çalışıyor. O zaman neden bir “gizli karargâh”a ihtiyaç duysunlar? İster ABD, ister Büyük Britanya, ister Fransa veya Almanya büyükelçiliği olamaz mı? İllâ, herkesin gözle görebildiği iki binanın açılması ve aralarından üçüncüsünün, sihirli “12 Numara”nın mı çıkması lâzım? (b) Keza, özel “operasyon şefleri” mi gerekli bunun için? Diyelim ki var böyle bir komplo. Yok ama diyelim ki var. Yapılacak iş çok basit değil mi: Kılıçdaroğlu yumuşak bir yol izlemeyi kendi kendine akıl edemeyecek; ona bu yönde telkinde bulunacaklar. Akşener hatâ yaptığını kendi kendine kabul edemeyecek; ona da bu yönde telkinde bulunacaklar. İki taraf birlikte, İmamoğlu ve Yavaş konusunda bir uzlaşma formülü bulmayı kendi kendilerine akıl edemeyecek; keza bu bilinç de her iki tarafa dışarıdan verilecek. Yani sonuçta amaç, iç politikada herkesin gözü önünde cereyan eden, hayli şeffaf bir pazarlık ve uzlaşma sürecini, mutlaka dış güçlere maletmek, bu suretle kötülemek. Öyleyse elçiler, müsteşarları ve/ya birinci kâtipleri ne güne duruyor?

(c) Gelelim, şu “dinlenmeyen [veya dinlenemeyen] mekânlar” meselesine. Öyle ya; Kılıçdaroğlu ve Akşener “gizli karargâh”taki “operasyon şefleri”yle böyle mekânlardan konuşmuşlar. Yani, ben tercüme edeyim, Amerikalı ve sair emperyalist patronlarından talimatı bu yolla almışlar — ki Millî Güçler müdahale edememiş, bu haince gelişmeye. Bu imâ ediliyor, açıkçası. Peki, (a) siz nereden biliyorsunuz, bu “dinlenmeyen mekân”ları? (b) Siz mi dinlemeye çalıştınız da dinleyemediniz, yoksa başkaları dinleyemedi de size mi haber verdi, dinleyemedik diye? Yoksa (c) “gizli karargâh”ı da, “operasyon şefleri”ni de, “dinlenmeyen mekân”ları da siz mi toptan uyduruyorsunuz?

Açıkçası, bal gibi uyduruyorlar, toptan uyduruyorlar ve bunun da birkaç nedeni var: (1) kuyruklu yalanı böyle esrarlı ifadelerle süsleyip güya daha inandırıcı kılmak; (2) başarısızlığı hep bu tür komplolara izafe ederek şuursuz, irrasyonel bir milliyetçiliği pompalamak; (3) birisini kurduğu hayal âleminde rahatlatmak, cinlerle, perilerle dövüşen bir masal kahramanı kimliğini ayakta tutmak. Bundan sonrası, belki ancak antropolojinin (veya psiko-patolojinin) konusu olabilir. Benim aklım ilkine, antropolojiye erer. İnsanların ne tuhaf âdetleri var, nelere inanabiliyorlar? 19. yüzyıl antropolojisi böyle anlatımlarla doludur; bizde de, Erken Cumhuriyet döneminde kâh çevrilip kâh özetlenip yayınlanmıştır bazıları. Faraza Faik Sabri Duran’ın İnsanlar Âlemi kitabı (1939), “ilkel” Afrika kabilelerinin yaşantısı ve kültüründen seçilmiş “egzotik” dilimleri, hayli Avrupa-merkezci bir sansasyonalizmle Türkiye okuyucusuna taşır.

Çocukluğumda sayfalarını paramparça edercesine, defalarca okumuş ve hayretler içinde kalmıştım. Şimdi de benzer bir hisse kapılıyorum, bu ulusalcıları izledikçe. Erkan Koca Spinoza’da teselli bulmuştu yaklaşık bir ay önce. Şöyle diyordu, 17. yüzyılın büyük düşünüründen naklen: Buradaki insanların en bariz özellikleri söyledikleri, düşündükleri ya da inandıkları hiçbir şeyden -ve de başta kendilerinden tabii!- şüphe etmemeleridir. (…) Bu alanları tutanlar, neredeyse değişmez bir nitelik olarak tekelcidirler ve tek yetkili olmak isterler. Sonrasında kendi yarattıkları bir teklik ve tek olma üzerinden üstünlük devşirirler. (…) Kendinden başkasını sevemeyen insanlar dinle ve politikayla uğraştıklarında bu durum, kendi kendini üreten bir yanılmazlık getirir. Yanılmazlık ve yanlış yapamamazlık hali, batıl bir tanrı ihtiyacı doğurur, bir tür kendi kendine tapınma biçimi olarak sahip olunan iktidarı bütünüyle içselleştiricidir. Bu bir sevgisizlik iktidarıdır; kendisi gibi olmayana duyulan öfke ve hınçtan beslenir, ötekini düşmanlaştırmak zorunluluğu duyar ve ancak bu sayede farklı düşünceleri ehlileştirebilir. (12 Mart 2023)

Böyle insanlar kendilerini hiç mi göremiyorlar dışarıdan? Söylediklerinin, yazdıklarının gerçek dışı olduğunu bilmiyorlar mı? Ne kadar gülünç durumlara düştüklerini anlamıyorlar mı?

Diye düşünüyordum ki bir de BBC’de, “felâket trolleri”nin yaydıkları komplo teorilerine inanıp inanmadığı hakkında bir yazı okudum (8 Nisan: Do ‘disaster trolls’ believe the conspiracy theories they promote?). BBC’nin Dezenformasyon ve Sosyal Medya muhabiri Marianna Spring, “Onları”, diyor, “kendi yarattıkları dünyanın kralı olmak ilgilendiriyor.” Genel kamuoyu değil, hayranları, takipçileri, fan’leri tâyin edici. Kendilerine her nasılsa bir dinleyici, izleyici kitlesi peydahlıyorlar. Onları alıştırıyorlar, belirli malzemeleri tüketmeye. Ve sonra başarılarının devamı uğruna, o müşteri kitlesine habire yeni teoriler servis ediyorlar. Dışına çıkamıyorlar bu patika bağımlılığının. Fan’leriyle ilişkilerinde, bütün öykünün kontrolü onların elinde. Kendi cemaatlerine hükmediyor; bu dünyanın dışından gelen eleştirileri ise gerçekleri bastırmak isteyen “gizli el”lere atfediyorlar.

Sanırım bütün taşlar yerine oturuyor. Bir ara şaşıyor ve kızıyordum. Arada gene tavana vurduğum oluyor. Ama artık sadece hüzünleniyorum. Bir, Öcalan’a acımıştım uçakta Türkiye’ye getirilişini seyrederken. Bir, Akşener’e acıdım, kalktığı masaya mecburen dönerken. Belki bir de şimdi, sadece acıyorum, hırsın insanı nerelere sürükleyebildiğine. Allah kimseyi bu hallere düşürmesin. Emekli olmayı bilmek lâzım. Hazır, Harry Potter lego’ları da varken.

- Advertisment -