[9-10 Temmuz 2023] Diyelim herhangi bir inceleme alanında, belirli bir dizi objeye bakıyorsunuz. Süreçler de olabilir, olay ve olgular da, organizmalar da, sosyal yapılar veya toplum tipleri veya siyasî rejimler de. Bu alanların herhangi birinde, gördüğünüz ve karşılaştırdığınız her iki “şey” tamı tamına aynı da olmayabilir, tamamen ayrı ve farklı da. Nasıl gruplayacaksınız? Aralarında nasıl bir ilişki kuracaksınız? Belki sonuçta, ikisini aynı değil ama, aynı cinsin (genus) içinde iki farklı tür (species) sayacaksınız. Bunlar Latince kökenli sözcükler. İngilizcede ilki general, generalize, generalities, generalization (genel, genellikler, genellemek, genellemeler) gibi sözcüklerle; ikincisi specific ve special (özgül ve özel) gibi sözcüklerle elele gidiyor.
Buradan siyaset sahnesine dönersek; Birinci Dünya Savaşından hemen sonra, birçok Avrupa ülkesinde önce hanedan devletleri yıkılıp yerlerine cumhuriyetler kurulmuş, anayasalar kabul edilmiş, bu açıdan demokratik bir yükseliş yaşanmış, derken bu yeni demokrasiler yerlerini kâh askerî diktatörlüklere, kâh askerî-bürokratik vesayet rejimlerine, kâh royal dictatorships denen ordu takviyeli monarşilere, kâh ilk ve orijinal halleriyle Faşizm ve Nazizme bırakmıştı. Bu yüzden Mark Mazower 1920’lerde demokrasinin halini “terkedilmiş bir tapınağa” benzetiyor.
Bugün de benzer bir dönem; demokrasiden benzer bir kaçış yaşıyoruz. Birçok yerde otoriter rejimler yükselişte. Şeklen partilerin, seçimlerin, parlamentonun varlığına (ama aynı zamanda, kuvvetler ayrılığına dayalı hukuk devletinin çok zayıflamasına) bakarak, “liberal olmayan demokrasiler” (illiberal democracies) dendiği de oluyor. Bu çerçevede, şahsen Putin de, ideolojisi de, kurduğu ve tepesine oturduğu, şimdi belki zaptetmekte biraz zorlandığı rejim de benzersiz, sırf kendine özgü, türünün tek örneği (eski deyimle “nevii şahsına münhasır”) değil. Yukarıdaki biyolojik tasnif terimleriyle konuşacaksak, cinsinin içinde bir tür. Bu açıdan, çağdaşlarına hem benziyor, hem kendi özel çizgilerini taşıyor. Her iki yönüyle incelenmesi, emsallerine de ışık tutuyor. (Aynı zamanda demokrasinin geleceğine, önündeki tehlikelere, en çok 200 yıllık şu demokrasi çağının sonlu olup olmadığına ışık tutuyor.)
Bu açıdan, hem benzerlik hem farklılık içeren bir karşılaştırma ideolojik planda yapılabilir. Putin, tepeden tırnağa Batı düşmanı bir Rus milliyetçiliğine yaslanıyor. Nitekim Ukrayna’ya saldırı gerekçelerinden birçoğu, bu Batı düşmanlığını (veya korkusunu) yansıtıyordu. Bu eski KGB albayına göre Batı, Ukrayna üzerinden fazla sokulmuştu ve sokuluyordu Rusya’ya. Daha Sovyetlerin dağılışı sırasında, bir ölçüde onlar koparmıştı Ukrayna’yı Rusya’dan. Şimdi de Ukrayna’yı AB’ye ve NATO’ya katmaya; böylece NATO birlikleri ve silâhlarını Rusya sınırına dayandırmaya kalkıyorlardı. Bu havada başladı, 24 Şubat 2022 taarruzu. Gerisi, bir “kendi kendini doğrulayan kehanet” öyküsü (self-fulfilling prophecy). Batının göz göre göre istilâ ve işgal edilmek istenen Ukrayna’yı terketmeyip askerî yardımı adım adım tırmandırması, iyice büyüttü Batı düşmanlığını Putin’in propagandasında. İşi, Rusya’yı yıkmak, ortadan kaldırmak istiyorlar noktasına getirdi. Esasen Putin ile (Rusya ölçülerinde dahi aşırı milliyetçi sayılması gereken) Prigozhin’i, bu Rus milliyetçiliği birbirine yapıştırıyor. Dahası, Rusya’yı, Rus bayrağı sallayarak her şeyin yapılabileceği, hattâ “silâhlı ayaklanma”ya dahi kalkışılabileceği ve sonra bu “silâhlı ayaklanma”nın dahi (belki) affedilebileceği bir yer haline getiriyor.
Keza Türkiye de, günlük hayattan biliyoruz, hep Türk bayrağı sallayarak ve İstiklâl Marşını söyleyerek çok şeyin yapılabileceği bir ülke ve toplum. Ve Türk milliyetçiliğinin de hep bir Batı düşmanlığı veya karşıtlığı boyutu olageldi. Tek ve mutlak değildi, ama vardı böyle bir damar. Tanzimatçılar, sonra İttihatçılar, sonra Kemalistler, Batı ile karmaşık bir “aşk ve nefret” ilişkisi içindeydi. Bazı koşullarda aşk (hayranlık, öykünme, edinme, yetişme ve parçası olma arzusu) ağır basıyor, başka konjonktürlerde nefret (kovalama, kaçırtma, yenme, püskürtme, aşağılama) refleksleri öne çıkıyordu. Millî Mücadelede âşikâr ki nefret unsuru yoğundu, apaçık ortadaydı. 1923’le başlayan ve 1925-27 krizinin ardından Tek Parti’yle hız kazanan topyekûn modernleşme hamlesi tabii yeni bir aşk dalgasıydı ama nefret de hep vardı, alttan alta. 1950-1990 arasında ise nefret boyutu bu sefer Soğuk Savaş gereği bastırılıyordu.
Sovyetler çökünce ve komünizm korkusu kalmayınca, Batı düşmanlığı daha bir serbestledi. PKK’nın silâhlı eylemlerinin doruğa çıktığı ve Kürt sorununun iyice uluslararasılaştığı yıllarda, bu soruna “dışarıdan müdahale” ve “çözüm baskısı”na duyulan derin devlet tepkisi, Batı düşmanlığını köpürttü. Böyle bir Çiller-Güreş konjonktüründen de geçtik. Derken AK Parti, en azından ilk on yılında yeni bir aşk dönemine girdi. 2002-2012 arasında, ülke içinde demokratlaşma, vesayet rejiminden kurtulma, hak ve özgürlükler, kamusal alanda her şeyin tartışılabilirliği, hattâ Kürt ve Ermeni açılımları ile, paralelinde, Batı ile dostluk ve AB’ye katılma ısrarı elele gitti. İster Anayasa Mahkemesi’nce kapatılma, ister yeni bir 27 Mayıs veya28 Şubat’a maruz kalma tehlikesine karşı himaye ve garanti Batıda arandı. 2013’ten itibaren tersi bir değişim yaşandı. 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin Batıya maledilmesinden ve bir “işgal” girişimi olarak nitelenmesinden sonra ise Batı düşmanlığı artık tamamen frensiz kaldı ve doruğa tırmandı. Nefret boyutunun tekrar ve adamakıllı egemen olduğu şimdiki duruma gelindi.
Birkaç gün önce Etyen Mahçupyan, herhalde benzer tesbitlerini çok kritik bir noktaya taşıdı. İttihatçılık (veya Yeni İttihatçılık) adını verdiği iktidar konfigürasyonunu (ya da ideolojik yönelimini) beş noktada toplarken, önem sırasında dikkat çekici bir değişiklik yaptı (bkz “Asıl yenilgi, “yerlileri” anlamamak mı acaba?”, 5 Temmuz 2023). Bu konuda 22 Kasım 2022’de çıkan bir yazısında,“4) Batının son kertede ezeli ve ebedi bir hasım olarak tanımlanmasından, amacının Türk varlığını ortadan kaldırmak olduğu inancından beslenen bir Batı düşmanlığı; 5) Türklüğün haksızlığa uğramış olduğu ve hakkını geri alması gerektiğine dayanan yayılmacı bir dış politika”yı, beş noktasının son iki basamağına yerleştirmişti. Şimdi ise bunları alıp ilk iki sıraya yükseltti: “1) Türklüğün ve Müslümanlığın haksızlığa uğramış olduğu ve hakkını geri alması gerektiğine dayanan bir hissiyat ve ondan beslenen yayılmacı bir dürtü; 2) Batının son kertede ezeli ve ebedi bir hasım olarak tanımlanmasından, amacının Türk varlığını ortadan kaldırmak olduğu inancından beslenen bir Batı düşmanlığı…” Bu ideolojik belirleyiciliği, iktidarın temel yönelimi bakımından çok daha gerçekçi bulduğunu vurguladı.
Bir, katılıyorum. İki, bu Batı düşmanlığı da çok yaygın günümüzde. Demokrasinin gerilemesiyle hep elele gidiyor. Fakat üç, kendi içinde farklar arzediyor. Putin, Lukaşenko veya Orban gibi bazı Doğu ve Orta Avrupa yöneticileri ve yönetimleri için, tabii en fazla da Çin ve Şi Cinping için, Batı düşmanlığı daha ziyade güncellikle sınırlı. (a) Öncelikle nüfuz alanları mücadelesinde başvurulan jeopolitik bir araç. “AB ve NATO çok yakınımıza gelmesin. Amerika Ukrayna’yı da, Tayvan’ı da korumasın.” (b) Otoriter rejimlerinin hak ve özgürlükleri yoketmesine çağdaş demokrasi ortamı ve düşüncesinden gelen eleştirileri göğüslemek için kullandıkları bir kalkan. Demokrasi = Batı = emperyalizm = içişlerimize müdahale. “Bize yaramaz. Biz size benzemek zorunda değiliz. Bizim kendi demokrasi anlayışımız var.” Altını çizmek istediğim husus, burada bir medeniyet karşıtlığının olmadığı. Moderniteye dinî-kültürel bir tepki söz konusu değil. Spesifik olarak Rusya açısından, ister Büyük Petro, ister Stalin, hep gayet modernist. Üstelik yetişmeci, hızlandırmacı, zorlamacı modernist (Petro Tanzimattan, Stalin Kemalizmden çok daha fazla). Petro’yu geçtim; Marksizmde veya Leninizmde veya Stalinizmde, kapitalizm karşıtlığı dışında özcü bir Batı düşmanlığının zerresi yok. Tersine, kendilerini Batı medeniyetinin olanca kazanımlarının asıl mirasçısı ve devamı kabul ediyorlar. Burada (Çin bir yana, ki Çin hem emperyal, hem hiçbir anlamda Batı değil), özellikle Orta ve Doğu Avrupa için iki faktör dikkat çekici. (1) Batıyla dinî bir karşıtlık ve düşmanlıkları söz konusu değil. (2) Geçmişte büyük bir imparatorlukları vardıysa bile, onun yıkılışından, onu yitirmişlikten Batıyı sorumlu tutmuyorlar. Böyle bir olay yok, yaşanmamış. Özetle, Çarlığı Batı yıkmadı. Post-emperyal travma ve nostaljileri varsa da Batıyı hedef almıyor, alamıyor.
Batı ile özdeşleştirilen demokratik norm ve kurumları kestirmeden emperyalizme indirgemek, tabii Türk milliyetçiliğinde de 19. yüzyıldan beri mevcut. Fakat gene Türkiye’de ve Türkiye gibi bazı ülkelerde, Batı düşmanlığının çok daha derin tarihsel kökleri de var. İşin içine dinî bir karşıtlık, Ortaçağ ve Yeniçağ boyunca uzanan Müslümanlık – Hıristiyanlık karşıtlığı da giriyor. Bir ucu Haçlı Seferleri’nde, bir ucu Mondros Mütarekesi ve Sèvres Antlaşması’nda. Fakat asıl merkezî anlatı emperyal geçmiş etrafında dönüyor. Geçmişte büyük ve son zamanlara kadar gelen bir imparatorluğun olmuş olup olmaması, İslâm dünyası içinde önemli bir ayırım. Bu çizginin bir yanında Türkiye (Osmanlılar), İran (Safeviler, Kaçarlar) ve Hindistan (Mughallar ya da Babürlüler) var. Diğer yanında ise, 20. yüzyıl başlarında hemen tamamı sömürgeleştirilmiş bulunan daha küçük ve zayıf devletçikler ve devletsiz toplumlar; özetle, bir imparatorluksuzluk coğrafyası uzanıyor. Oradan, meselâ Abdülrezak Gurnah’ın Zanzibar’ından, intikamcı ve restorasyonist bir kibir yükselmiyor. Ama buradan yükseliyor. “Osmanlı İmparatorluğu vardı. Bizimdi. Onu Batı yıktı, Batılılar yıktı. Bu büyük İslâm medeniyetinin yerine, kendi kültür ve medeniyetlerini dayattılar. Böyle bir komploya kurban edildik. Elimizde ne varsa zorla aldılar (Balkanlar, Kuzey Afrika, Arap eyaletleri). Şimdi geri geliyoruz ve özgün medeniyetimizi yeniden kuracağız.”
Kabaca bu şekilde özetlenebilir. Kuşkusuz çok önemli boşlukları var. İmparatorluklar sırf dış baskı ve saldırılarla mı yıkılır? Kendi iç yapılarının, ekonomilerinin, siyasal kurumlarının, kültürlerinin, zihniyet yapılarının hiç mi payı yok bu sonuçta? Modernite neden Batıda gelişti de Osmanlılar (veya genel olarak Doğu) geri kaldı bu açıdan? Bu soruların cevabı yok, günümüzün İttihatçı-İslâmcı söyleminde. Sadece şimdi değil; 200 yıldır yok. Çünkü şöyle bir açmaz söz konusu: O takdirde iş gelip, tarihsel bir vakıa olarak Batı ile, Batının elinde çıkagelen; zaaf, bağımlılaşma ve yarı-sömürgeleşme ile özdeşleşen; bu yüzden de “yabancı” diye nefret edilen Modernite kültürü ve kurumlarını zamanında alamamışlığa, benimseyememişliğe, içselleştirememişliğe dayanıyor. Bu da dönüp dolaşıp, Batıyı suçlama ve toptan reddetmenin altını oyuyor.
Mesele, artık geride kalmış sanabileceğimiz bir tarih yorumuyla da sınırlı değil. Nerede, bu restore edilecek “medeniyetimiz” vizyonu? Asıl onun cevabı gözükmüyor. Dolayısıyla (değişik ve daha derin köklerden gelse bile) bu Batı düşmanlığı da sonuçta beka söylemiyle, kalkan işleviyle, mevcut durumun apolojisiyle sınırlı kalıyor. Ne ki, bu arada, geçen yıllarla birlikte sürekli kendi kültürel temellerini yaratıyor.