Geçen pazar “Hava kurşun gibi ağır” yazımla ara verdiğim yazı dizimin son bölümü bu haftaya kaldı. Kahvaltı öğün olarak hayata yerleşip zamanı da esneyince, çeşidi çoğalınca, sunumu-teferruatı da önem kazanıyor. Yazı dizimdeki safahatına bakınca… Kahvaltının akşam yemeğinden, -hadi biraz zorlayayım- rakı sofrasından da “getir-götür”lü, teferruatlı olması mümkün. Gerçi ikisinin de “çilingir”i var, maksat muhabbet.
Kahvaltıya, yemeğe bir ayrıcalık katmak/katabilmek, onun keyfini paylaşmak hoş elbette. Hele böyle organizasyonları “şahsına özel” taçlandırmayı sevenler için sanat dalı. Çayı masaya öyle bir porselen çaydanlıkla, demlik mantosu, döküm nihalesiyle getirir ki; o gül endam bir al şâle bürünür yürür, tarihi de ardınca sürünür yürür. Kahvaltı(lık) takımları, aksesuarları bile züccaciye dolduruyor artık.
Sofra da öyle. Ekmekler kızartılmalı, peynirler sunum tahtasında hizaya girmeli, zeytinler baharatlanmalı, biberler közlenmeli, domates, salatalık zaten şekilli doğranmalı, bal ahşap kaşığından süzülmeli de… Sosisleri önce ortadan ikiye, sonra dikine dörde çentip, kızartınca lale gibi açtırmayı herkes yapamaz.
“Kahvaltı onun işidir”
Kahvaltı masasının koreografisi bir yana yumurta mesela. Rafadan, kayısı, lop-katı, poşe, çırpılmış (scrambled), omlet, çılbır, sahanda, menemen vs. ile uyku sersemliği kaldırmaz. Böyle hâller, “Bi yumurta bile kıramaz”ın karşısında “Evde kahvaltı onun işidir” bröveli insanları da ortaya çıkartıyor.
O şakacı deyimiyle o da çoğu kez kadına kalıyor o ayrı: “Allah artırsın, sofrayı kuran kaldırsın…” Kahvaltıyı kimin hazırlayacağını olağanlaştıran “erken kalkan” kalıbından da yıllar boyunca kadınlara daha çok iş, hatta “sağlam angarya” düşüyor. O saatte, “sabahın köründe” yapılamayacak şeyleri anıştıran “Sabah sabah…” deyimini/söylenmesini bile oraya taşıyabilirim: “Sabah sabah kahvaltı mı hazırlanır yahu!”
Eşref Bey’in kahvaltısı
Attila İlhan’ın şiirinde film gibi sahneleniyor o tablo: “mükerrer bir yanılgı mıdır sabah /o müz’iç /‘yeni bir hayata başlamak’ duygusu) /güller vazoda buruşmuş /sisler mahzunluğunu dağıtıyor /kahvaltı sofrası çoktan hazır /harem’de balkona kurulmuş
/gümüş bir fısıltıdır semaver /kızarmış ekmek kokusu /lacivert karanlığı /böğürtlen reçelinin /eşref bey’in uykusu oldum olası ağır /hele sabahları hiç uyanamıyor.” İki tınısıyla da ilahî Eşref beyler ve onların eşref saatleri… Kim bilir kaç nesil ona göre şekillendi, öyle uyandı.
Erkeğin özel dokunuşu
Ancak tarihinde istisnai görünse de, ona rağmen ya da öyle olduğu için böyle kıymetli mevzularda erkeğin de yeri “efsane” tabii. “Kırk yılda bir iş yap, kırk yıl hatırın olsun, sefasını sür” vesilesi de kiminde. Yükte hafif, pahada ağır… Bu mevzuda da erkeğin yeri, esasında “dokunuşu” müstesna.
Yabancı, duygusal-ailevi filmlerde ne kadar vefasız, beceriksiz, sakar erkek varsa (ki “ev işi”nde eskiden ekseriyet öyle; yani pek “şirin”) kahvaltıda mutlaka yanık pankek, “parça pinçik” krep filan yapıyor. Güldürüklü temaşa, sevimli bir hadise. Huy ve eseri açısından istisnası olursa da gözleri doluyor seyircinin.
“Bizde mangalı erkek yapar” heybeti her erkeği kesmiyor. Kahvaltı da bu açıdan kullanışlı bir alan. Sahanda gözü patlamamış “çok özel” sucuklu yumurta, şöyle acılı bir menemen, tavada takla atan omlet filan “Erkek eli değince bir başka oluyor!”. Reçel kavanozlarının kapağının açılması da hayati bazı hanelerde: “Erkek eli”, kahvaltıda erkek parmağı…
“Mangalcı”dan “açık ateşçi”ye
Erkeğin ateşe değen meselelerde ayrı bir hevesi de var herhal. Boşuna da değil… “Mangal başı” olmak bir erkeğin erişebileceği en fiyakalı rütbelerden misal. Eğer uydurmuyorsam Osmanlıdaki “baş”rütbelerden günümüze kalanı o: Mangalcı Başı. Aşçılıkta “açık ateşçi” şeflerin itibarı, forsu da ayrı günümüzde. Genellikle gür sakallı, o sahneye, tarihe uygun oluyor bildiklerim.
Ona has üniforması, üzerinde rütbesi yazılı modern erkek mutfak önlüğü bile var evin babasına; “Grillfather”. Avlanmanın birçok yerde tarihe karışmasıyla darbe yiyen kostümlü “erkek”lik portresi, ızgarayla, “et” kızartmayla, kasabından pirzola avlamayla yamanıyor biraz. Mangallık etlerin marinasyonu da bilgelik, “meslek” sırları ekliyor.
Mangallıklar da bir bakıma erkeksi yiyecekler zaten. Vikingler hariç tarihi filmlerde, bilhassa Yeşilçam’da ateşin başında dişleriyle kuzu budu sıyırıp yağlı kahkaha atan kadına pek rastlanmıyor. Masada vejetaryen erkeği ise -bulursa- taş fırında haşlıyor erkek meclisi. “Vegan erkek” zaten sağlam oksimoron. “Sebzeci kadınlar”a yutkunarak gösterdiği müsamahanın birikimini ona boşaltıyor gönlünce.
Kadının ateşle mesaisi
Oysa tarihinde ateşi yakmak, üstünde aş-ekmek pişirmek, hatta muhafaza etmek de kadının işi. Erkeği kundakçılıkta, gece ormanda ateş başındaki karanlık sahnelerde filan görüyoruz filmlerde. Eli meşaleli erkeği de hayra yoramıyorsun. Baskın, yağma, savaş, o ateşli sahneler.
Eski kadınların ise ateşle mesaisi gün ağarırken başlıyor, mutfağın taş ocağında yaktıkları ateş geceye doğru küllendiğinde noktalanıyor. Yatmadan kalan korları o küle gömüyorlar özenle… Üzerini külle örtüyorlar ki ertesi güne saklansın kor, korunsun.
Ertesi sabah külü hafifçe üflediklerinde, altında uyuyan kor yeniden alevleniyor… Kibrite, çakmağa filan gerek kalmadan yanıyor yine ateş. Evin beyi de (bu kez Eşref Ağa-Efendi) kalkınca cigarasını keyifle, ritüeliyle oradan yakıyor: “Ocağımız tütüyor şükür…”
Ateşle medeniyet sınıflaması
Jean-Jacques Annaud’nun 1981 yapımı “Quest for Fire (Ateşi Aramak)” filmi ateşin tarihi esasında… Filmde, farklı gelişmişlik düzeyinde üç ilkel topluluk anlatılıyor. Toplulukları sınıflandıran ölçüt ise “ateş” karşısındaki konumları.
En gelişmişi ateş yakmasını bilenler. İkinci seviyede ateşi saklayabilenler, muhafaza edebilenler var. Yıldırım düşen ağaçtaki ateşi mağaralarına taşıyan ve sürekli besleyerek, başında nöbet tutarak, hiç söndürmeden saklayan topluluk. En ilkeli ise ateşi anca “çalarak” elde eden barbarlar.
Barbarlar, ateşi saklayan grubun mağarasını basıyor, çalıyorlar ateşlerini… Gruptan birkaç genç de ateş aramaya çıkıyor. Sonunda ateş yakmayı bilenlerle karşılaşıyorlar: Kadınlar… Ve onlardan ateş yakmanın yanında, o denli sıcak, o denli değerli iki şey daha öğreniyorlar: Gülmeyi ve öpüşmeyi… Ateş yakmayı bilen medeni kadınlar topluluğu, ara grubun aksine gülmeyi ve öpüşmeyi de biliyor! İnternette var; Anthony Burgess’ın film için yarattığı diliyle, Desmond Morris’in düzenlediği hareket, jest kalıplarıyla bile bence seyretmeye değer.
Mangal-barbekü farkı
Erkeklerin ateşle imtihanında mangal “final mülakatı” kuşkusuz. Türk-Amerikan -dostluk- Dernekleri’ne suni teneffüs niyetine bir etkinlik planlamamı isteseler önerim hazır: Mangal-Barbekü Günleri.
Ateşi çırayla, çalı-çırpıyı üfleyerek yakarsan, eline gelen her şeyle yelpazelersen “mangal” oluyor. Amerikalılar gibi Zippo çakmak benziniyle, pilli körükle alevlendirirsen “barbekü”. İki erkek ahalisi de doğuştan ateş ustası. Filmlere bakarsan ana numaraları o. Ateşin başına geç rakını yahut biranı al aileni besle, 40 yıl hatırın olsun.
Mangalı atıp “barbekü”ye özenirsen de mahsuru yok; bir atımda sığır pişirecek, Vosvos’dan hallice, fiyakalı bir mangal alırsın mesela… Ama onların cızır cızır domuz sosisine imrenip mangalda market sosisi yaparsan sonuç hüsran, peşinen söyleyeyim.
Ustası ya mafya, ya yamyam
Avrupalı erkek ise filmlerde daha medeni, zarif gibi: Makarna-şarap. O da tencerede fokurdattığı, durma tattığı/tarttırdığı İtalyan domates sosuyla iltifat arıyor. Beğenmesen de belli etmeyeceksin; şansına kendi çapında “mafya babası” da düşebilir, o çiçekli önlüğün altından tabancası da çıkabilir. Filmler öyle ya da böyle, gerçek hayattan.
Erkekler arasında aşçılığıyla da ünlü, entelektüel, aristokrat, “sofrası soylu” film kahramanları da var. Lâkin onlar da yamyam, cannibal maalesef. Filmiyle de, dizisiyle de “Hannibal”… Ciğerin akı-karasıyla öyle pateler, şarapta, türlü baharatta dinlenmiş böbrekler, yürekler yapıyorlar ki, masadaki seçkin davetlilerin lezzetten gözü dönüyor.
Yatakta kahvaltı zamanları
“Yatakta kahvaltı” da filmlerde “erkek işi”… O getiriyor; yumurtanın gözü patlamış, ekmek yanmış da olsa, tepside, hatta ilave bir bardakta bir çiçek yahut iki sap maydanoz filan kuraldan. Özür babından mı, yoksa “Bari iltifatı sabah alalım” umudu mu, istisnanın hayretini, biricikliğin gücünü üzerine almak mı… Senaryoya göre değişebiliyor.
Gerçi o çapkınlık da yataktan çok TV karşısında yeme aparatlarına rağmen (ya da o yüzden) eski fantezisini biraz yitirdi sanki. Lâkin filmlerde sürüyor. Film boyunca asan kesen, namusu-namlusu hep tüten adamlar, cool, ağır abiler, iş kahvaltıya gelince çiçekli önlüğü takmış koşturuyor. “Cinnet cinayeti”nden mahkemeye çıksa “Kahvaltısını bile yatağına götürüyordum hâkim bey” diyecek.
Kahvaltı-gazete, ciddiyet mesuliyeti
Güne hep aynı saatte, aynı evde, aynı masada/sofrada, aynı ailenin ilk yemeği tablosuyla başlamak zor esasında. Eşleri aynı masada kocatan, yumurtadan ömür boyu mutluluk, sıcacık yuva yaratan o eski yönetmenler de ölüp gitti. Ki onlar bile kahvaltıda erkeğe gazete okuturlardı genelde. Mutluluk için iş bölümü şart.
Kahvaltı sofrasında gazete okuyan erkek bir zamanların prototipi, anlı şanlı büstü. Gazetenin ütüsünü her sabah evin babası bozuyor. Gazeteye baksın ki evin reisliğini sürdürebilsin, güncelleyebilsin, “erkek haber”lerle nâmı yürüsün. Büst gibi, kafasını gazeteden kaldırmadan oturuyor, çıt çıkarmadan… Ciddiyeti bile mesuliyet. Yüz ifadesi Antik Roma heykellerinden bile köşeli. Edip Cansever’in şiirine de uğruyor “bey”lerin bazısı:
“Yani gümüş tepsisinde kahvaltı eden bir bey oğlu bey /Her şeyden önce gözgöze gelmemeye alışık /Ve hayret etmeye iyice /Bu dünyada ne kadar da az insan var diye /Sabahlığı üstünde, ayakları çıplak /Şişmiş gözaltları /Uykudan.” Evlere gazete girmeyince erkek de ne yapacağını şaşırıyor önce; ya çocuğun okuluna, çayın-kahvenin demine sarıyor ya da tavada pankeki havaya fırlatıyor.
Evliliği kahvaltıda yemek
“Evlilik ve kahvaltı” bence yaman sınavlardan zaten. Kim demişti (demiş miydi) hatırlamıyorum ama “Evlilik birlikteliği önce kahvaltıda yer” sözü derin, provokatif olduğu için hoş ve tehlikeli.
Winston Churchill “Eşim ve ben son 40 yılda iki-üç kez birlikte kahvaltı etmeye çalıştık ama durmak zorunda kaldık yoksa evliliğimiz mahvolacaktı. Kahvaltı yatakta yalnız yapılmalı…” diyor mesela. Rüyadan çıkıp, uyanıp her şeyi aynı bulmanın etkisi de önemli galiba.
Bir yandan da “masa”nın sabah ve akşam evi bir araya toplama mesaisini, “aile içtiması”nı unutmamak lazım tabii. Ama o masada konuşulanlar, sofra atmosferi, güne nasıl başlanacağını, akşamın geceye nasıl uzayacağını da etkiliyor. “Sabah sabah…” asılan suratın, “gece gece…” neye dönüşeceği muamma bazı evlerde.
Uzaylılara kahvaltı mesajımız
“Sabah (-ı) şerifleriniz hayırlı olsun” temennisi, söylendiği kadar kolay değil her zaman. O yüzden Voyager’la dünyadan uzaya yollanan 55 dildeki “selamlaşmalar” arasındaki -ecnebi aksanlı- Türkçe mesaj da bence netameli: “Sayın Türkçe bilen arkadaşlarımız, sabah şeriflerinize hayrolsun.”
Mesajın “dünya dışı varlıklara, canlılara” yollandığı düşünülürse “Türkçe bilen (konuşan) arkadaşlar”a olması da enteresan tabii. Ondan başka dostumuz yok, ki o da şüpheli. Ayrıca kritik mesajları sabah sabah, kahvaltıda vermek de fikrimce riskli.
Akşam alan sabah bırakır
“Akşam alan sabah bırakır” sözünde de bir görmüş geçirmişlik olmalı. Niyet öyle olmasa da, unisex vecizelerden. Yataktan suratlı kalkmak da deyim, suratsız kalkmak da… Resim yapabilsem “Bad-ı saba(h) suratları” sergisi açardım belki. Ne güzel asılırdı duvarda.
“One night stand” de kahvaltı içermiyor filmlerde. Anlamına, ruhuna, tutkusuna ters. Erkek yatağa kahvaltı, kadın dumanı tüten kahve fincanı getiriyorsa yangın alarmı çalıyor. Zira uzun soluklu, en azından öğünlü bir ilişki mesajı. Filmlerde öyle; sabahlar firar sahneleriyle ünlü. Büyü bozulmadan arabana bineceksin.
“Hiç kahvaltı” tuhaf değil
Kahvaltı ülkelere, toplumlara, kültüre, geleneğe, toplumsal sahnesinde elden avuçtan gelene, “ekmek”in paylaşımına, günün koşullarına, hatta şahsa göre değişebiliyor. O öğüne hevesle atlamak da, o öğünü atlamak da tuhaf sayılmaz.
Kahve, çay ve artık ayıplansa da sigarayla geçiştirilen “hiç kahvaltı” da ilginç değil. Hayat koşulları ve insanın koşumları: Sabah sabah kahvaltı mı hazırlanır! Kalkar kalkmaz bir şeyler yemek de her bünyeye sığmıyor. Gözün az açılmış ama miden uyanmamış henüz.
Askerde-mahpusta kahvaltı
“Askeriyede kahvaltı” da yaşamımın unutulmaz sahnelerinden mesela. Yığılma nedeniyle üniversite mezunları için çıkarılan “bedava kısacık askerlik” günlerimde tanışmıştım o kahvaltıyla. Kahvaltı alışkanlığım “çay-sigara”dan ibaret ama o da mı tahrip olurmuş!
Yemekhane nöbetinde sırası gelen kısa dönem, hızlı eratın “yıkadığı” yemek kazanında anında “demlenen”, metal kupalara “yıkanmış” çorba kepçesiyle servis edilen -yağı üzerinde gezinen- sudan hallice çaylar. Bir yanda da kantinde demlikle satılan çay, ama kuyruğa gireceksin: Sabah sabah… Ki o sabahın yeri-saati, adı bile ayrı. Adı “Sabah içtiması” olsa da, uyan(dırıl)mak “yerel saati”yle.
Son yerine, Patti Smith’in “Horses” kitabındaki kahvaltı geliyor aklıma: “Sokaklarda evsiz ve aç bir şekilde dolaşırken aynı kendisi gibi insanlarla karşılaşıyordu. İkisi beraber çürümeye başlamış bir marulun en taze yapraklarını seçip ekmekle birlikte yiyorlardı. ‘Tam bir hapishane kahvaltısı’ demişti Patti. Yol arkadaşı cevapladı: ‘Evet, ama biz özgürüz’ ve bilmeleri gereken tek şey buydu.”