“Şahane mazlumların yüceltilmesi, sonuçta onları mazlumlaştıran şahane sistemin yüceltilmesinden başka bir şey değildir.” Adorno.
6’lı Masa’nın Türkiye gündemini sarsan iki günlük krizden, tek tek konuşacak olursak bir takım zararlar görmesi, genel olarak konuşacak olursak Kemal Kılıçdaroğlu’nun muhalefetin adayı olarak güçlenerek çıkması sonrasında, Türkiye’de kutuplaşmadan yorulmuş kesimler muhalefet liderlerinin yapıcı, dostane konuşmalarından duydukları memnuniyeti dile getirdiler. Özellikle Saadet Partisi önünde toplumun birbirinden çok farklı kesimlerinin yan yana gelmesi, gelebilmesi aslında 6’lı Masa gibi birbirinden farklı siyasi partilerin oluşturduğu ittifakın sadece masada kalmadığını, partilerin tabanlarının da yakınlaştığını gösterdi.
Ancak diğer yandan iktidar cephesinden, siyasetin doğası gereği, bu ittifaka oldukça sert eleştiriler geldi. Sosyal medyadan, bir veri olan “yakın çevrem” mitine baktığımda en fazla eleştirinin din temelli ve başörtüsü vurgulu olduğunu gördüm. Temelde CHP’nin başörtüsü yasakçısı olduğundan başlayarak, “din düşmanı CHP’liler” ile dindarların yan yana gelmesinden oldukça rahatsız olmuş bir kesim vardı. Bu kesim, Kemal Kılıçdaroğlu’nun başörtüsüne yasal güvence önerisinden habersiz olamaz, aynı kesim 28 Şubat konusunda yine Kılıçdaroğlu dışında zamanında 28 Şubat’a destek verdiği için helalleşmek isteyen kimsenin olmadığını da bilmiyor olamaz. Aynı kesim, Cumhur İttifakı’nın ortağı MHP’nin vaktiyle 28 Şubat’a destek verdiğini de bilmiyor olamaz. Aynı MHP’nin başörtüsü yasağının kaldırılmasındaki katkısı sonrası eski tavrı örtülmüştü; bunu bile bile tavrını değiştiren CHP’ye 28 Şubat destekçisi muamelesi yapmak, 28 Şubat bir daha yaşanmasın tepkisi değil de ancak 28 Şubat kartı elimden alınmasın isteği olabilir.
İktidarı destekleyen kesimin kullandığı dilde en fazla rastladığım vurgu din temelliydi, Allah ile korkutan bu söylem, dinin aşırı siyasallaşmış formu ve toplumu bir arada tutan en önemli etmenlerden biri olan din üzerinden ayrıştırmanın peşinde… İnsanları cennetlik ve cehennemlik olarak keskin biçimde ayrıştırmak, siyasi açıdan ürkütücü görünse de diğer yandan inanca bireysel ve dini boyutta zarar vermesi açısından daha ürkütücü, en azından benim için.
İslam tek, ancak kişisel özelliklerden yaşanan topluma kadar birçok farklılık nedeniyle birçok Müslümanlık modeli oluşabiliyor. Bunların hangisi birbirinden değerli ya da hangisi ana kaynaklara daha uygun bir fikrimiz olsa da, kimin cennetlik kimin cehennemlik olduğu, kimin münafık, kimin müşrik olduğu ilk olarak Allah’ın bileceği bir durumdur. Çoğu kez kendi halinden bile tümüyle haberdar olmayan kulların, kendileri dışında kişilerin ahiretteki yerine karar verme yetkisini kendilerinde görmesi ve özellikle belirteyim sadece siyasi bir amaç için dinden çıkartması, sonuçları açısından yanlış olmakla birlikte, böyle düşünecek hale gelinmesi nedeniyle mevcut haliyle de oldukça problemli. Bu problemin başlangıcını kulun kendisini Allah’ın yerine koyması yani kendi ahiretine zarar verme ihtimali oluşturuyorken, sonucunu dinden çıkarma eylemine girişen kişilerin bireysel ve toplumsal ilişkilere verdiği zarar oluşturuyor. Haliyle sormak gerekiyor; normal bir siyasi seçimi, din ve kimlik üzerinden, varlık yokluk meselesi olmadığı halde o hale sokup hem dünya hem de ahirete zarar verme ihtimalini doğurmaya değer mi?
Zannediyorum, 14 Mayıs genel seçimini siyasi rolü gereği ülkeyi yönetme amacıyla ele almayıp, tüm yönetim argümanını kendi varlığı ve iktidarı üzerine kurup, aşırı kişisel bir mesele haline getirenler, seçim kazanma taktiğini vatandaşı vaatler ile ikna ederek değil de vatandaşı başörtüsü yasağı (bu dünya), “bu mesele imani bir konudur” diyerek ahiretle korkutarak yürütmeyi düşünüyor.
Türkiye’de dindar ve laik diye iki cephe vardı, bu cepheleşmenin hiçbir hayrını görmedik, ancak bununla da yetinilmedi, tam dindar-laik gerilimi biter umudu doğan bir süreçte, dindar-laik kutuplaşmasına, dindarların kendi aralarında siyasi parti nedeniyle oluşabilecek bir gerilim ekleniyor. Nasıl da yanlış, nasıl da ürkütücü.
Türkiye’de kendi aralarında mesafeli olan dindar gruplar olsa da, dindarların doğrudan karşı karşıya geldiği bir zemin olmadı. Hatta Ortadoğu’da bu tarz gerilimlerin olduğunu görünce şaşırırdık. Çünkü Türkiye’de ayrışma laik ve dindar kesimler arasındaydı. Bir dönem tahakküm imkânını laik çevreler ellerinde bulundurduğu için ezilen taraf olan dindarlar, mücadelelerini otoriter laik anlayışa yöneltiyordu. Ancak bugün o otoriter laiklik yerini din ve vicdan hürriyetine, yönetimin toplumun her kesimine eşit mesafede olması anlayışına dönüştürmeye çalışırken bu kez dindarlar arasında bir gerilim hattı oluşuyor. Bu hat o kadar derin ki, aynı secdeye yönelen iki dindardan biri, bir oy tercihi nedeniyle bir diğerinin imanını sorgulayacak, onu İslam dışı bırakacak kadar ileri gidebiliyor. Ne yani, 6’lı Masa’ya oy verdi diye birkaç hafta sonra aynı anda oruç açacağın Ahmet’e, Ayşe’ye “dinden çıktın” mı diyeceksin, ne dediğinin farkında olduğundan şüphem var.
28 Şubat’tan bugüne kadar yan yana mücadele etmiş, haklarını elde etmek için çabalamış kesimler, onları madun haline getiren, mağdur-mazlum haline getiren bir sistemden kurtulmanın yollarını arayıp bulmuşken, üstelik onları mazlumlaştıran sistemin cenderesinden çıkmışken, şimdi birlikte mücadele edip kazanan kesimler, birbirlerine karşı mı mücadele edecek? Niye?
Bazı akademik çalışmalar, başörtülü kadınları madun olarak tanımlıyor. Yani, “konuşan ama daimi olarak duyulmayanlar” olarak, hatta bu madun kesimin oy hakkının olmasının da onları madun olmaktan kurtarmadığını söylüyor. Her tür iktidar, kendi bilgi üretimini oluşturur, bu oluşturduğu bilgi üretimi içerisinde neyin doğru neyin yanlış olduğunu da kendi belirler ve bu o iktidara bir çeşit sömürü imkânı tanır. Madun kavramı aslında sömürgecilik, post-kolonyalizm ile bağlantılı bir kavramdır. Türkiye bir sevinç vesilesi olarak, dışarıdan gelen bir sömürgeciliğe maruz kalmamış olmasa da maalesef kendi içindeki yönetici seçkinlerin sömürüsüne maruz kalmıştır. Sonuç olarak bu sömürü, madun olmanın hem sebebidir hem de madunu avutmanın bir yöntemidir. Bu sömürü sayesinde madun, konuşamaz olduğunu, onun yerine başkalarının konuştuğunu idrak edemez ve hatta kendisinin konuşan etkili bir aktör olduğunu düşünür. Aynı zamanda maduna sürekli mağdur olduğu ve mağduriyetten kurtulmak için mücadele verdiği öğretilir. Dolayısıyla başörtülü kadınlar, madun olmaktan kurtulmuş olsa bile mağdurluğa, yeniden mağdur olacağı korkusuna bilinçli olarak itilerek, iktidar tahakküm ilişkilerinin aracı haline getirilir. Sonuçta, Adorno’nun dediği gibi “Şahane mazlumların yüceltilmesi, sonuçta onları mazlumlaştıran şahane sistemin yüceltilmesinden başka bir şey değildir.” Yani burada başörtülü kadın, mağdur olduğu için değil artık mağdur olmamasına rağmen, iktidar onun mağdurluğundan beslendiği için mağduriyet pozisyonuna hapsedilir ve kendisini mağdur eden sisteme karşı olduğunu zannederken onu yüceltme gafletine düşürülür. Aynı, bir zamanlar laiklik elden gidecek korkusuyla yönlendirilen, yakın zamanda din elden gidecek korkusuyla yönlendirilen ve kendilerini yönlendirenlere değil kendileri gibi mağdur edilen kaderdaşlarına savaş açanlar gibi…