“Biz ne kadar demokratız? Demokrasinin özellikleri ne? Seçimler mi, özgür basın ve ifade özgürlüğü mü, yoksa diğer özgürlükler ve haklar mı? Başkalarının demokratik standartlarını uygulayamayız. Örneğin Batı demokrasisi, Batı toplumlarının mevcut kültürünü ayırt eden gelenek ve göreneklerle sonuçlanan uzun bir tarihin sonucu. Onlarda olanı uygulamak için onların tarihini yaşamak zorundayız. Bu açıkça mümkün olmadığına göre bizim demokratik deneyimimiz, tarih, kültür ve medeniyetimizden kaynaklandığı için toplumumuzun ihtiyaçlarına ve gerçekliğimizin gereklerine bir yanıt olarak bize özgü olmalıdır.”
24 sene önce bir Temmuz sabahı parlamentoda yankılanan bu sözler, Suriye halkını ister istemez umutlandırmıştı. 30 senedir ülkeyi demir yumrukla yöneten, Hama’da 40 bin Suriyeliyi katleden Hafız Esad ölmüş, yerine 34 yaşındaki göz doktoru oğlu Beşar geçmişti. Suriye Anayasası baba Esad’ın öldüğü gün hızlıca değiştirilmiş, devlet başkanlığı için gerekli asgari yaş 40’tan 34’e indirilmişti. İngiltere’de göz doktoru olarak çalışırken veliaht seçilen abisinin ani ölümü üzerine apar topar Suriye’ye dönerek hızlı bir tek adam kursuna tabii tutulan Beşar, eğitimiyle, Avrupa görmüşlüğüyle, sakin duruşuyla kısa süreli bir “balayı” imajı estirmiş, göreve başlarken demokrasi ve yolsuzlukla mücadele mesajları vermişti. İşkencelerle özdeşen Mezzeh hapishanesi kapatılmış, çok sayıda siyasi mahkum serbest bırakılmıştı. Bu kısa süreli balayını fırsat bilen Şamlı orta sınıf eğitimli aydınlar, yazarlar, gazeteciler, tüccarlar apartman dairelerininin geniş salonlarında, lokantalarda toplanmaya, çok partili sisteme geçişi, demokrasiyi, hukuk devletini konuşmaya başlamıştı. Hükümeti eleştiren yazılar kaleme alınıyor, farklı kesimlerden, mezheplerden insanlar “muntadayat” denen bu forumlarda birbiriyle tartışıyor, Hama katliamının gölgesinde sinen cesaretlerini harlıyordu. Amaç bu kısa süreli bahar havasını fırsata çevirip toplumsal muhalefeti silkelemek, birleştirmek ve henüz gücünü konsolide etmemişken Beşar Esad’ı demokrasiye geçiş için zorlamaktı.
Şam Baharı’nda ekilen cesaret tohumları kısa bir sürede ilk filizini verdi. 99 Suriyeli aydın, yönetmen, yazar, şair ve gazeteci bir manifesto yayımladı. “Günümüz dünyasında demokrasi ve insan hakları ilkeleri, yeryüzü halklarını birleştiren ve daha iyi bir yarın için umutlarını birleştiren ortak bir insan dilidir.” gibi naif bir dille başlayan bu manifestonun talepleri de oldukça mütevazıydı: 1963’ten beri uygulanan askeri yönetiminin sonlandırılması, siyasi mahkumların serbest bırakılması, ifade özgürlüğü ve toplantı, yürüyüş hakkının etkin bir şekilde korunması. Esad rejimine en ufak bir eleştiri getirmeyen metin Suriye basını tarafından yok sayıldı, Lübnan’daki bir gazetede basıldı. Fakat Suriyeli muhalifler ilk kez seslerini duyurmuştu. Dört ay sonra çok daha sert bir manifesto kaleme alındı. Bu sefer imzacı sayısı 1000’di ve Esad rejimi açıkça eleştiriliyordu:
“Toplumumuz hakerete uğradı, zenginliğimiz yağmalandı ve baskı ve yolsuzluğun sembolü haline gelenler kaynaklarımızı kontrol etti. Her yurttaş şüpheli, hatta “olağan sanık” haline geldi. Yetkililer halkı sadece kendi iradelerine tabi edilmiş bir nicelik olarak değil, aynı zamanda reşit olmayan, ehliyetten yoksun, şüphe ve kuşkuya maruz kalan kişiler olarak görmeye başladı. Hatta fikirlerini ifade etme ve haklarını talep etme belirtileri gösterdiklerinde vatan hainliğiyle suçlandılar. Burada sivil toplumun yokluğunun devletin yokluğuna yol açtığını belirtmek gerekir ki bu da aradaki diyalektik ilişkiyi teyit eder, çünkü biri olmadan diğeri var olamaz. Sivil toplum modern devletin içeriği, modern devlet ise onun siyasi biçimidir ve birlikte demokratik sistemi oluştururlar.”
Evinin salonlarını bu metinlerin tartışıldığı hararetli ve sigara dumanlı toplantılar için açan muhalif aydınlardan biri de hayatının çoğunu hapiste geçirmesi sebebiyle “Suriye’nin Mandelası” lakaplı komünist Riad al-Turk’tu. Riad, gençliğinden beri sık sık hapse atılmış, 1980’de Baas muhalifi olduğu gerekçesiyle 18 yıl korkunç koşullarda tek kişilik bir hücrede tutulmuş, dış dünyayla iletişimi kesilmiş, çorbasından çıkardığı tahıllarla resimler çizerek akıl sağlığını korumayı başarmıştı. 1998’de hapisten çıktıktan kısa bir süre sonra başlayan Şam Baharı, Riad’ı da cesaretlendirmiş, elinde arak veya viskisiyle katıldığı hararetli siyasi tartışmaların aranan kişisi haline getirmişti. Riad’ın atmosfere güvenerek katıldığı bir al Jazeera yayınında Hafız Esad için “diktatör öldü” demesi ise Şam Baharı’nın samimiyet testi olmuştu.
Bu denli kısa bir bahar havasının yarattığı tartışma kültürü ve özgürlüğün meyvelerinin kendisi için zehir olduğunu fark eden Beşar Esad, baharı kışa çevirmeye karar verdi. Bir süreliğine gerçek düşmanlarını, muhaliflerini test etmek için başını kuma gömen sinsi deve kuşu kafasını kaldırdı ve Riad’dan başlayarak Şam Baharı’nın cesur kalemlerini teker teker kırdı. 71 yaşındaki Riad, 15 yıl hapse mahkum edildi. Hükümetin serbest ekonomiye geçmesini söyleyen, yolsuzlukları eleştiren Lazkiyeli Nusayri ekonomist Aref Dalila, işkence gördü, 10 sene hapis cezası aldı. İkisi bağımsız milletvekili 10 muhalif baharın etkisiyle üstündeki ölü toprağını atan muhalefete göz dağı vermek için darbe ve ırk ve mezhepsel ayrım gütme suçlamalarından iki yıldan on yıla hapis cezası aldı. Bu isimler arasında daha sonra Suriye muhaliflerinin sürgündeki liderlerinden biri olan Riad Seif de vardı. Seif yüzlerce kişinin katıldığı forumların baş aktörlerindendi.
Şam Baharı sona ermişti, fakat mirası devam etti. Kısa süren bu özgürlük döneminde Kürtlerden liberallere, Müslüman Kardeşlerden Essad diktasına muhalif demokrat Nusayrilere geniş kesimler bir araya gelmenin tadına varmış, iletişim sağlamıştı. Komünistler Marksist-Leninist çizgiden merkez sola yaklaşmış, Müslüman Kardeşler seküler muhalif isimlerle temas kurmuştu. Nitekim baharın önde gelen isimleri hapiste olsa da Ekim 2005’te Suriye muhalefeti ortak bir bildiri yayımladı: Şam Deklarasyonu. Arap, Kürt, seküler, İslamcı grupların katıldığı bu ortak bildiride demokrasiye geçiş, Kürt sorununun çözümü talep ediliyor, yeni bir anayasa yapımı için kurucu meclis, ulusal diyalog için ülke çapında bir kongre isteniyordu. Suriye muhalefeti apartman dairelerinin salonlarında filizlenen tartışma kültürünü ülke çapına yayma arzusundaydı. Esad rejiminin yok saydığı, kimlik dahi vermediği Kürtlerin varlığını kabul ediyor, ana dil haklarının korunacağını söylüyorlardı. 250’den fazla muhalif kanaat önderi ve siyasi oluşum bildiriye imza atmış ve hep bir ağızdan haykırmıştı: “Despotizm dönemini sona erdirmek için çalışacağımıza söz veriyoruz. Bu amaç doğrultusunda gerekli fedakârlıkları yapmaya ve demokratik değişim sürecinin başlaması, tüm vatandaşları için özgür bir vatan olan modern bir Suriye’nin inşa edilmesi, halkının özgürlüğünün korunması ve ulusal bağımsızlığın korunması için gereken her şeyi yapmaya hazır olduğumuzu beyan ediyoruz.”
Toplumsal muhalefet Lübnan’ın sevilen lideri Refik Hariri’nin Suriye’nin müdahalelerini eleştirmesinin ardından bombalı bir saldırıda katledilmesinden sonra Esad rejimine tepkisini arttırmış, muhalefet de bu fırsatı kullanarak değişim talep etmişti. Bildirinin içeriğindeki uzlaşıyı ise yurtdışında buluşan solcu Hıristiyan komünist muhalif Michel Kilo ve Müslüman Kardeş üyeleri sağlamıştı. Bu bildiriyi yazan 12 muhalif aynı şekilde yine tutuklandı, ağır hapis cezaları aldı. 2006’da Suriye’nin Lübnan üzerindeki etkisinin azalması gerektiğine dair yazılan bildiri de aynı kaderi paylaştı, bu sefer Kilo da hapse atılmıştı.
Beşar Essad, babasını aratmayacak bir şekilde muhalifleri bastırıyor, özellikle seküler ve Nusayri kanaat önderlerinden gelen itirazları çok sert bir şekilde karşılıyor, bütün muhalefetin “cihatçı terörist” olduğu, iktidardan düşerse azınlıkların tehlikeye düşeceği söylemini kullanıyordu. Nitekim Arap Baharı’nın makul taleplerini silah bastıran, sadece duvara Esad karşıtı slogan yazdıkları için Daralı çocukları işkenceyle gözaltına aldıran Esad rejimi, iç savaşın ilk günlerinde de ilk işlerden biri olarak muhalif Nusayri aydınları hedef almıştı.
Bu isimlerden biri de Şam Deklarasyonu’nun mimarlarından komünist Nusayri Abdul-aziz al-Khair’di. Al-Khair, Çin’in Esad’a desteğini azaltmak için gittiği bir ikna turu dönüşünde oğluyla birlikte kaçırılmış ve kendisinden bir daha haber alınamamıştı.
Geçmişten bugüne Esad rejiminin altını oyan, belki yarınların anayasa ve Esad sonrası Suriye tartışmalarına ışık tutan metinlerini kaleme alan, Şam’ın sigara dumanıyla kaplanmış salonlarında kelle koltukta demokrasi ve insan hakkı tartışmaları yapan bu cesur muhaliflerin birçoğu Esad rejiminin yıkılışına tanık olamadı.
Riad al-Turk, 1 Ocak 2024’te vatanından uzakta Paris’te sürgünde hayatını kaybetti. 93 yaşına kadar dayanmış, Esad’ın devrilişini 11 ayla kaçırmıştı. Yine de Dürzilerin çoğunluk olduğu Süveyda kentinde 2023’ten beri düzenlediği protestoları da sözleriyle etkilemiş, posterlerde dirilmişti.
2011’den beri iç savaşa taraf olmayan, İslamcıların etkin olacağı endişesiyle Esad rejimine sessizlikleriyle destek veren Dürzilerin de devrime kadınların başrolde olduğu barışçıl gösterilerle katılması, Esad’tan desteğini çekmesi kaçınılmaz değişimin de habercisiydi. Nitekim Esad İdlib’ten askeri harekat başlatan HTŞ ve müttefiklerinin Aralık ayı boyunca hızlıca Halep, Humus, Hama’yı almasıyla tamamen kaybetti, Rusya’dan gelen talimatla önce Şam’ı sonra ülkesini halkına tek bir açıklama bile yapmadan terk etti.
Riad ve arkadaşlarının rüyası yıllar sonra gerçekleşti. Esad rejimi yıkıldı.
Özgüvenli tedbir
Sığınma hakkı karşılığında işkence, sıkı takip, toplu infaz metotlarındaki tecrübesini Baas rejimiyle paylaşan Nazi subayı Alois Brunner gibi profosyonel canilerin tavsiyeleriyle şeytani yaratıcılığını pekiştiren Esad ailesi, arkasında 100 bin kayıp insanı, binlerce insanın yargısız infaz edildiği, kadınların tecavüze uğradığı Sednaya hapishanesini, toplu mezarları, 11 bin muhalifin sistematik işkence sonucu katledildiğini gösteren Ceaser raporu fotoğraflarını, yaklaşık 500 bin ölüyü, 12 milyon göçmeni bırakarak kaçtı. Kendi halkına karşı kimyasal silah kullanacak kadar koltuğuna yapışan bir diktatör, sırtını Rusya ve İran’a dayayarak kendi halkının itirazına rağmen yıllarca görevi bırakmadı ve nihayetinde Moskova’dan gelen telefonu duyar duymaz uçağa atlayıp ülkesini terk etti. Esad’ı Moskova’da ailesi ve daha öncesinden adım adım kaçırdığı serveti karşıladı.
El-Kaide ile bağlarını koparan, daha sonrasında isim değiştiren HTŞ ve lideri Colani’yi ise Şam’da kutlamalarla dolu bir meydanlar, bomboş bir başkanlık sarayı ve görüşmek için sıraya girmiş diplomatik heyetler karşıladı. İç savaş sırasında ve İdlib’teki yönetimde Dürzilere, Hıristiyanlara ayrımcılık, kadın-erkeklerin okullarda ayrılması gibi uygulamalar gibi insan hakkı ihlalleri nedeniyle eleştirilen HTŞ, şimdi geçiş sürecine dair kapsayıcı açıklamalar yapıyor, 3 aylık geçici bir yönetimden sonra BM Güvenlik Konseyi kararları doğrultusunda her kesimin dahil olabileceği bir hükümetin kurulacağını ve ardından yeni bir anayasanın yazılacağını, seçimlerin düzenleneceğini söylüyor.
Anayasa tartışmalarının başlaması için de bir komisyon kurulacağı açıklandı. Komisyonun üyeleri, temsil kompozisyonu meçhul. Bu belirsizliği geçmişten bugüne mücadele veren muhalifler nezdinde en iyi tanımlayan duygulardan biri ise ihtiyatlı iyimserlik. Suriye’nin sürgündeki liberal muhalif siyasetçilerinden Bassam Al-Kuwatli de bu isimler arasında. HTŞ ile büyük ihtimalle Esad muhalifliği dışında pek bir ortak noktası yok, ama bir an önce Suriye’ye dönmeyi, liberal bir parti kurmayı, geçiş sürecine katkı sunmayı planlıyor: “Esad rejiminden kurtulmak için yapılan onca fedakarlık ve dökülen kandan sonra, herhangi bir aktörün başka bir otoriter rejim kurması kolay olmayacaktır.”.
Suriye’nin kadın muhalif liderlerinden Dima Moussa da ihtiyatlı iyimserlerden: “[HTŞ’nin] iktidarı ele geçirmeye ya da tekelleştirmeye çalışıp çalışmayacağını söylemek için henüz çok erken, zira Suriyelilerin hiçbir şekilde tiranlık istemediğini çok iyi bilmeleri gerekiyor.”
Nitekim Esad zamanında en ufak barışçıl bir gösterinin kurşunlarla bastırıldığı Şam’da Esad’ın devrilmesinin ardından düzenlenen ilk muhalif gösterinin teması da laiklik ve demokrasiydi. Yüzlerce Suriyeli kısa sürede organize oldu ve seküler, kapsayıcı bir anayasa yazım süreci talep etti.
Bu ihtiyatlı iyimserliğin arkasında birkaç sebep var. İlk sebep İdlib ile Suriye’nin büyük kentlerinin farklı olması. Yaklaşık 40 bin kişilik HTŞ’nin, seküler Sunnilerin, Nusayrilerin, Hıristiyanların da yaşadığı büyük kentler, Dürzilerin hakim olduğu Süveyda gibi şehirler ve Kürtler karşısında tavır değiştirmemesi zor. Bir diğer sebep ise Suriye’nin yeniden kalkınması için gerekli olan finansmanın sağlanması. ABD, Suriye hükümetiyle inşaat alanında işbirliği yapan şirketlere yaptırım uygulanmasını öngören Ceasar yaptırımlarının uzatılmaması için Suriye’deki geçiş sürecini gözlemleyecek. ABD heyetiyle geçici hükümet arasındaki görüşmenin ardından, Colani’nin yakalanması için başına konan 10 milyon dolarlık ödülün kaldırılması bu kademeli politikaya dair bir ipucu. Demokrasiye geçişin sekteye uğraması bu tür yardımları da aksatabilir.
Fakat en büyük etken, Suriye halkı. Suriye halkı, 13 sene süren korkunç bir iç savaş neticesinde denizlerde boğuldu, evlerini kaybetti, ırkçılıkla karşılaştıkları sürgün ülkelerde zor koşullarda hayata tutundu, yeni hayatlar kurdu, Esad rejimi hapishanelerinde işkence gördü, infaz edildi, kimyasal silahlara maruz kaldı, İŞİD’inden rejim milislerine her türlü zalimin sopasını yedi, isimsiz mezarlara gömüldü. Dünyanın dört bir yanına dağılan bu insanların ülkelerine dönmesi, yeni bir vatan inşa etmesi elzem. Fakat en önemlisi, geçmişten bugüne demokrasi için mücadele veren Suriyelilerin, bugün başları dik bir şekilde “Özgür Suriye’deyiz” diyebilmeleri. Suriyeliler, bu onurlu duruşu yıllar sonra çekilen onca acıdan sonra ancak elde edebildi. Bu nedenle de bu özgürlüğü kimseye kaptırmamak, başka bir otoriter rejimin kapısını açmaya çalışanları engellemek isteyecekler. Başarısız olabilirler, belki Suriye yine bir kaosa sürüklenir, belki HTŞ bu geçiş sürecini kendi lehine domine ederek yeni baskı rejimi kurabilir. Suriye’nin geleceği kesinlikle belirsiz, fakat bu gelecekte Esad’ın ve Baas rejiminin olmayacağı da kesin. Ve bu durum yıllardır korkunç bir diktatörlük altında ezilen milyonlarca Suriyeli’nin mutlu olması için şimdilik yeterli. Baas rejimin yıkmanın verdiği özgüven ve bölge koşullarının da etkisiyle önlerine çıkacak yeni engelleri aşabilmeleri muhtemel.
Büyük resme bakarken esas hikayeyi kaçırmak
Suriye’de Esad sonrası istikrarlı bir devletin kurulması için sadece yıkılan kentlerin, şehirlerin inşa edilmesi, ekonominin düzelmesi, imar çalışmalarının başlaması, bütün militan grupların silah bırakıp düzenli orduya geçmesi yeterli değil. Suriye’nin ve bölgenin istikrara kavuşması için gerçek anlamda bir demokrasiye geçiş sürecine ihtiyaç var. Esad rejiminin ve iç savaştaki tüm tarafların, grupların işlediği insan hakları ihlallerinin ortaya çıkarılması, hakikat komisyonlarıyla kayıpların, işkencelerin raporlanması, mezarların açılması, işkence merkezlerinin, hapishanelerin araştırılması gerekiyor. Hak ihlallerinde payı olanların yargılanması, en azından bir daha kamu gücünü ellerinde bulundurmayacak şekilde arındırılmaları şart. Esad ve iktidar ortaklarının yargılanması için uluslararası mekanizmaların kurulması veya mevcut mahkemelere başvurulması, sorumluluların isimlerin belirlenmesi, ifşa edilmesi gerekiyor. Bu hesap verme aşamasında ise bireysel sorumluluğunun esas alınması, insanların kimliklerinden, mezheplerinden ötürü kolektif bir şekilde cezalandırılmasının kesinlikle önüne geçilmesi gerekli.
Yakınlarını, evlerini kaybedenlere tazminat ödenmesi, özür dilenmesi, kayıpların karşılanması da elzem. Uzun yıllar süren diktatörlüklerde gizli işkence merkezlerinin olduğu mahallelere yatırımın az yapılması sistematik bir tercih. Esad döneminde rejim, adeta İsrail’in Gazze’yi yerle bir ettiği gibi kendi şehirlerini, halkını bombaladığı için Suriye yıkık mahallelerle dolu. Bu evlerin tapularının belirlenmesi, Suriyelilerin mülteci oldukları ülkelerden dönmeleri, vatandaşlıkların ispatlanması, sürgünde doğan çocukların durumu belki çok karışık meseleler ama çok hayati.
Bütün bu teknik detayların ardında ise belki de geçiş dönemlerinin en önemli unsuru var: Güvence. Suriye’nin istikrara kavuşması için Nusayrilerin, kadınların, Dürzilerin saçının telinine dokunulmayacağı, Kürtlerin anavatanında hissedeceği, her kesimin haklarının güvence altına alınacağı, geçmişteki hak ihlallerinin tekrarlanmayacağı bir demokrasinin inşa edilmesi gerekiyor. Bunun içinse Sunni’sinden Nusayrisine, Kürdünden Türkmenine herkesin söz sahibi olacağı bir anayasa yapım süreci şart.
Özellikle Suriye’nin geçici hükümeti üzerinde etkili olan Türkiye gibi ülkelerin bu nedenle bu anayasa yapım sürecinde bu kapsayıcılığı vurgulaması hayati. Yıllardır ev sahipliği yaptığı Suriyelilerin aracılığıyla, nüfus çoğunluğu Müslüman olan seküler bir demokrasi olma tecrübesiyle, insan kaynağıyla, hukukçularıyla Türkiye, Suriye için bölgesel bir çıpa görevi üstlenebilir. Böylece hem Suriye’nin ulaşmaya çalıştığı normların ne kadar doğru olduğunu kendi içinde bir kez daha teyit eder hem de Türkiye’nin 101 yıllık Cumhuriyet tecrübesindeki en kötü dönemi bile yıllardır canla başla arzulayan Suriyelilere Batı’ya nazaran daha tanıdık, yerel bir el uzatır. Türkiye’den Suriye’ye kendi zaviyesi, ideolojisiyle bakan herkes için el uzatabilecek bir aktör bulmak zor değil. Feministinden, aktif sivil toplumuna, liberalinden insan hakları örgütlerine, solcusundan komünistine Suriye her çeşit görüşten insanın olduğu, aktif bir orta sınıfa sahip bereketli bir ülke.
Büyük ihtimalle büyük güçlerin sinsi komplolarıyla süslü “büyük resme” bakanlar veya Suriye’yi elinde çubuk sadece bir savaş sahası görenler için bu sözler önemsiz. Fazla iyimser, fazla naif, fazla hayalperest. Fakat Suriye sadece bir savaş sahası veya kutlu zafer naralarının atıldığı bir arena değil. Suriye, dünyanın dört bir yanına dağılmış milyonlarca insanın anavatanı. Bu kadar farklı insanı bir arada tutabilecek, bu kanlı kaosu durduracak, yılbaşı ağaçlarıyla camilerin, Şii ve Sunni türbelerinin yan yana durmasını sağlayacak başka bir formül de yok.
Esad zamanında Sednaya’da tecavüze uğrayan kadınlar için sesini çıkarmayıp şimdi feminizmi hatırlayanların, kendi kavmi tehlikeye düşmedikçe kavimcilik yapanların, Esad zamanında sanki özel hukuk alanında şeriat hükümleri uygulanmıyormuşçasına Baas’ı laiklik şövalyesi görenlerin de sözünün, uyarısının, bir prensip olarak kendisine benzemeyenlere güvenmediği için karşı tarafın “kazık attığı” her olumsuz senaryoda kaçınılmaz olarak haklı çıkanların kronik ve tutkulu karamsarlığının da pek bir anlamı yok. Bu “büyük resimde” son sözü Suriyeliler söylecek. Kendi topraklarının, kültürlerinin, yaşadıkları ve yaşayacakları kavgalarının ardından kendi demokrasilerini inşa edecekler, bunun için çabalayacaklar.
“Demokrasi, bu coğrafyaya uygun değil, hak etmiyoruz, hak etmiyorlar.” diyenlere en yanıtı da yine Suriyeliler verecek. İşleri zor, aksini ispatlamaları gereken çok önyargı, aşmaları gereken çok engel var. Neyse ki 24 sene önceki Şam Baharı’ndaki o sigaralı, viskili salon toplantılarında konuşan Suriyeli aydınlar bugünleri çoktan öngörmüş, komünist muhalif Riad al-Turk şimdiden bugünü uyarmış, demokrasiye geçiş için yapılacakları şöyle sıralamıştı:
“Adaletsizliklerin giderilmesi, rejim tarafından haksızlığa uğrayanlardan özür dilenmesi ve tazminat ödenmesi, siyasi tutukluların serbest bırakılması, sürgünlerin geri dönmesine izin verilmesi, kayıpların akıbetinin açıklanması, olağanüstü hal yasalarının yürürlükten kaldırılması ve güvenlik güçlerinde reform yapılması yoluyla güven ve güvenliğin yeniden tesis edilmesini içerir.
Ulusal diyaloğun unsurlarını belirlemek ve gizli gündemler ya da otoriter taktikler olmaksızın şeffaf, dürüst tartışmalar için kamusal alandaki tüm paydaşları sürece dahil etmek.
Halk, rejim ve muhalefet arasındaki ulusal uzlaşı hayati bir önem taşımaktadır ancak bunun için düşmanlık yerine uzlaşmayı tercih eden somut adımlar atılarak güvenin tesis edilmesi gerekmektedir.
Baas Partisi destekçileri, muhalif gruplar ve İslamcı hareketler de dahil olmak üzere tüm siyasi güçler birbirlerini tanımalı ve kendi kendilerini reforme etme ve yeniden düzenleme taahhüdünde bulunmalıdır.
Ulusal çıkarlar ve modernleşme ile uyumlu, yapılandırılmış ve zamanlanmış bir yaklaşımla demokratik değişim için bir program formüle edilmeli. Bu, modern bir anayasa ile desteklenen demokratik bir rejime giden aşamalı bir süreç olmalıdır.”
Riad, bugün Suriye’ye bakıp ahkam kesen Batılı hukukçuların tespitlerini tek kişilik yataksız kodesinden çıktığı günlerde Şam’daki salonundan tam 24 sene önce öngörmüş, geçiş dönemine dair ihtiyatlı yol haritasını şekillendirmişti. “Bizden zaten olmaz, ya şeriat ya diktatörlük” diyenleri haksız çıkartırcasına yüzlerce insan dikta rejiminin gölgesinde salonlarda toplanarak ortak yaşamı, demokrasiyi ve hukuk devletini konuşmuş, geleceği tasarlamıştı.
Şimdi Şam’da belki bu fikirler viskili, araklı salonlarda konuşulmuyor. Esad, bugün Suriye’ye burun kıvırarak bakanları memnun edecek muhaliflerin çoğunu göreve gelir gelmez ezdi geçti, bu profildeki eğitimli, orta sınıf birçok insan korkunç bir iç savaşta taraf olmaktan çekindi, korktu, ülkesini terk etti veya evine kapandı. Fakat şimdi bu insanlar koltuk şiltelerinin içine gizledikleri Özgür Suriye bayraklarını çıkarıyor, evlerinin pencelerine asıyor, kutlamalara katılıyor. Geçmişe nazaran çok daha özgüvenliler. Zira böyle bir tiranlığın zulmünde öğütülmemek, ayakta kalmak da büyük başarı. Bu başarının ödülü ise herkesin anavatanında hissedeceği bir devletin kurulması.
Bunun içinse Esad’ın elinden alınan sopanın el değiştirmesi değil, kırılması gerekiyor; her mezhepten, ırktan, kesimden Suriyeli’nin 24 sene önce olduğu gibi geleceği kurmak, yeni bir devlet ve demokrasi inşa etmek için salonlarda, kongrelerde bir araya gelmesi, yıllar önce kaleme alınan o metinleri yeniden yazması, bugünler için mücadele eden yerel demokrasi kahramanlarını yeniden içinden çıkarması gerekiyor. Zor ama imkansız değil.
Sanırım bizim de bu yolda iyi bir pusula olmak için Suriye’yi konuşurken harita önünde kullandığımız çubuklarımızı bir noktada artık kenara koymamız, uzun zamandır üzerine düşünmediğimiz anayasa, demokrasi ve insan hakları gibi kavramları tekrar hatırlamamız şart.
Bu da zor, ama imkansız değil sanki.
İlgilisine bir özeleştiri- 2011’den beri göç geçmişine, tarihi, kültürel ve coğrafi yakınlığa rağmen Türkiye’de Suriyeliler ve Suriye birer özne olarak konuşulmuyor. Güney Kore’den Senegal’e, California’dan Özbekistan’a her türlü seçimi takip edip yazan çizen biri olarak Suriye’deki 2011 öncesi demokratik muhalefet tecrübesinden, muhafazakar, sol, liberal, komünist, seküler, Nusayri, Sunni Esad karşıtı aydınlardan bihaberdim. Bu yazıyı kaleme alırken, araştırırken yaşadığım şaşkınlık benim için utanç vericiydi. Baas rejimi tarafından öğütülen binlerce insanın çığlığını, sesini, yazdıklarını duymak için 13 senelik bir iç savaşa, yüzbinlerce kişinin öldürülmesine, milyonlarca insanın ülkesini terk etmesine pek de gerek yoktu. Umarım bu utancı kolektif bir şekilde hisseder ve “sopayı” kırmak isteyen Suriyelilere geç de olsa elimizi uzatırız.