Leyla Zana 8 yıl süren sessizliğini bozdu ve Diyarbakır Newrozunda yeni bir barış ihtimaline göz kırpan mesajlar verdi. Öte yandan, geçtiğimiz haftaya damga vuran bu çıkışları nedeniyle Zana muhalif kitlelerin öfkesini çekti ve partisi iktidar ile işbirliği yapmakla suçlandı. Kürtler açısından total bir siyasi yabancılaşmanın yaşandığı bir dönem içerisinde böylesi bencil bir muhalif düşünce ufku, kendi gerçeğini önceliyor. Bu bencil anlatıda ciddi problemler bulunuyor.
Zira İstanbul’daki gerçekliği Diyarbakır’ın gerçekliği olarak dayatan bu olağanüstü kibir ve her türlü siyaset çabasını “iktidarla işbirliği” olarak okuyan bu siyasi dil, kendisi dışında hiç kimsenin siyaset yapmasını arzulamıyor. Bu dil, Kürtleri total bir siyasetsizliğe mahkum ederek Batı’daki “efendilerinin” çıkarları için hizmet eden robotlara dönüştürüyor. Bu akıl yürütme süreci sadece demokratik bir tasavvurla çelişmemekle kalmıyor, aynı zamanda da siyasetin doğasına aykırı. Kendi gerçekliğini mutlaklaştıran ve siyasi meşruiyeti tamamen Erdoğan’la mesafelenmeye eşitleyen bir pozisyon bu.
Oysa Diyarbakır’da farklı bir gerçeklik var: kamusal hayatın daralma yaşadığı ve aidiyet krizinin derinleştiği bir gerçeklik. Belli ki Kürt siyaseti açısından yerel seçimler, bu gerçekliği tersine çevirebilme ihtimaline uygun bir siyasal zemin olarak işlev görebiliyor.
Başkancı bir rejimin anayasallaştığının, devletin sivil ve kamusal hayat içerisindeki rolünün etkinleştiğinin ve Cumhur İttifakı idaresinin önümüzdeki 4 yıl boyunca gitmeyeceğinin farkında olan Zana ve Türk gibi siyasiler, bugün bu siyasal zemin için çabalıyorsa, yeni bir üçüncü yol stratejisi kurgulandığı aşikar.
Çünkü bu siyasetin ta kendisi: siyasal görevler ve makamlar için yarışma hakkı, kitle ve parti çıkarlarına uygun olarak ilişkiler geliştirmek ve siyasal süreçlere ilişkin insiyatif almak kurumsal siyasetin doğasında var.
Kürt meselesi ve demokratikleşme konuşulduğunda; muhafazakar, liberal ve sol aydınlar genel olarak “yabancılaşma” kavramı üzerinde dururlar. Ak Parti hükümetlerinin 2010 yılına kadar gerçekleştirdiği reformcu adımlara ve AB sürecinde kat edilen mesafeye rağmen, erken-cumhuriyetin etno-seküler ulus inşa politikalarından bugüne kadar gelen süre zarfında Kürtlerin yabancılaşmasına giden yolu bütünüyle aşabilmiş değiliz. Öte yandan, yabancılaşmanın başka bir veçhesi Türkiye merkez-solu ve muhalefetinde ivmeleniyor.
Zira Diyarbakır’da yaşanan gerçekliğin Batı illeri’nde yasaklanan festival ve konserlerin yarattığı hoşnutsuzluğu aşan çok daha ciddi bir gerçeklik olduğunu idrak edememek, Kürtlerin gerçekliğine yabancılaşmaktır. Ya da 2019 yerel seçimleri ve 2023 genel seçimleri’nde bütün bir tarihsel hafızaya rağmen ana-muhalefetin cumhuriyetçi geleneği ile beraber hareket eden DEM seçmenini bugün “ihanet” içinde görmek, aynı yabancılaşmanın çıktısıdır. 2019 ve 2023 yılında aday çıkarmayarak muhalefet bloğuna destek verildi, Hatta, geçmişte yaptığı çıkışlara rağmen Yavaş gibi bir figüre Kürtler oy vermedi değil. Bütün bu süreç, sadece olan bitene yabancılaşmayı değil, aynı zamanda koca bir bencilliği de gözler önüne seriyor.
Bütün bunlara rağmen muhalif kitlelere mübah olan siyaset yapma ve bu doğrultuda stratejiler geliştirme çabaları, Kürtlere neden mübah olmasın? Bir parti’nin kendi adaylarıyla seçimlere girmesi ve parti içindeki elitin bir kısmının reel durumdan ötürü çözüm için Erdoğan’ı işaret etmesi tam da siyasetin ta kendisidir. Hele hele 1 dönem daha sürecek olan Erdoğan idaresi düşünüldüğünde, kategorik olarak reddedilmeyi gerektirecek bir viraj da değildir. Türkiye demokrasisinin kaderini İstanbul’u İmamoğlu’nun kazanmasına indirgeyen muhaliflerin bir kısmı ise, Kürtleri siyasetsizliğe itmek dışında bir öneri ile gelemiyor. Oysa ki İstanbul seçimlerini İmamoğlu’nun kazanması ile Kürtlerin durumunun iyileşmesi arasında herhangi bir nedensel ilişki olmadığını gördük.
İşin daha genel boyutunda ise, Türkiye merkez-sol’u ile hareket etmenin Kürtler için ampirik olarak maliyetli olduğu görüldü: Türkiye muhalefetine eklemlenmenin Kürt siyaseti açısından pek de yararlı olmadığı görülmüş olacak ki, Zana ve Türk gibi siyasetçiler barış için Erdoğan’a işaret ediyor ve kendi adaylarıyla seçime girerek Kürt seçmenin aidiyetini daha güçlü bir biçimde kurgulamaya çalışıyor. Yani siyaset yapılıyor, el yükseltiliyor ve alternatif bir politik süreç arayışına kapı aralanıyor. Doğal olarak belki de mesele, muhaliflerin bir takım Ak Parti çevrelerine taş çıkartacak cinsten öne sürdükleri komplo teorileriyle açıklanmayacak kadar çetrefillidir. Bu yüzden elinden oyuncağı alınmış bir çocuk gibi (Batı’lı muhalifler için burada oyuncak statüsüne indirgenenler Kürtler) sızlanmaktansa, serinkanlı bir biçimde anlamakta fayda var. Doğal olarak siyasal meşruiyet üzerindeki bu denge-denetim çabası, siyasetin ve diyaloğun imkanını tersten dinamitliyor.
Karar Gazetesi’ndeki köşesinde Yıldıray Oğur, “Kürt Memet Şimdi de Sandığa mı?” diye soruyor. Ben de “Türk Memet’e mübah olan, Kürt Memet’e mübah değil mi?” diye sorarak Oğur’un tezine katılıyorum. Kürt Memet’in en doğal hakkı kendi çıkarları ve imkanları el verdiği ölçüde siyaset geliştirmektir. Evet, bu siyaset gerekirse Erdoğanla masaya oturmayı ve onu işaret etmeyi bile gerektirebilir.