Gandhiyi Gandhi yapan şey, çokça tekrarlandığı için artık karine haline gelen “pasif direnişi”nden çok satyagraha diye adlandırdığı, her koşulda hakikatle olan bağını koruyabilme gücüdür. Satya, Sanskritçe hakikat anlamına gelmektedir, agraha ise sıkıca tutunmak ve ısrarcı olmak demektir. Gandhi’nin büyüklüğündeki asıl sır, hakikat bildiğini hiçbir şey için hiçbir zaman feda etmeyişinde ve ısrarla onu isteyişinde gizliydi.
Adaletsiz ve baskıcı bir sömürge düzenine karşı Hint halkının binlerce yıllık kültüründe yaşattığı değerlerlere sıkıca sarılır ve bu bağlanma her türlü korkuya galip gelir. Onun dehası hakikati kendinden daha çok sevebilmesindeydi belki de. Hakikat sevgisindeki gizli gücü siyasi bir harekete dönüştürürebilmesindeydi. Onun için din de hakikat sevgisi ve bu dünyanın hırslarına kapılıp kendinden vazgeçmeye karşı yeniden kendine gelme demekti. O ise hiç kendinden gitmedi. Kendi dışına hiç çıkmadı.
Diğer bir özelliği de kalbinin her zaman için küçük görülen, aşağılanan ve altta kalan insanlarla birlikte atıyor oluşuydu. Bunda büyük bir vecd duyuyordu bile denebilir çünkü hakikatin sesini duymak için benlik gururundan sıyrılmak ve kelimenin çifte manasıyla kendinden geçmek gerekir.
Aşağılan ve horlanan insanlar küçük ve “değersiz” görüldükleri için tam da hakikatin kıyısında yaşarlar. “Kendinden geçmek” ancak kendi gibi olmayan, kendinden olmayanlarla ilişki kurmakla mümkündür belki de ve Gandhi’nin öğretisinin özünü kısaca söylemek gerekirse, herkesin kendi gibi olmayanlarla bağ kurarak hakikate bağlanmasıdır, denebilir. Onun için din tam anlamıyla ötekidir; ötekiyle bir olabilmenin yol ve yöntemidir.
Gandhi, 40 yaşındayken yazdığı, yakın zamanda Dergâh yayınlarınca Bengisu Karakurt çevirisiyle yayımlanan “Hind Swaraj: Gerçek Özgürlüğün Peşinde” adlı kitabında bütün bunları anlatır. Çevirmenin Sunuş’unda da belirttiği gibi Hind Swaraj, “hacim olarak küçük bir eser olsa da Gandhi’nin hayatının sonuna kadar koruduğu en temel düşüncelerini ihtiva eder.” (s.9).
Bu en temel düşünceleri arasında, ruhun isyanından doğan bir gücün her türlü baskıya ve zorbalığa galip gelebileceği, insanın ancak kendine hükmederek özgür olabileceği ve elbette bir insanın halkına olan bağlılığının aslında o halkın ruhsal derinliğinden süzülüp gelen bir hakikat bilgisine bağlılık olduğu sayılabilir. Hind Swaraj kitabı bütün bunların anlatıldığı ve bu sayede satyagraha’nın nasıl mümkün olabileceğinin sade ve anlaşılır bir biçimde ifade edilmesidir.
Satyagraha’ya ulaşabilmek için ilk başta, basit ve sade yaşamak, parlak ve süslü olan ne varsa terk etmek, makinenin bir hırs aleti, Batılı modern medeniyetin ise büyük bir aldanış olduğunu bilmek gerekir. Bu, ilkel yaşamak ya da insan aklının evrensel buluşlarından faydalanmayarak karanlıkta bir ömür geçirmek demek değildir.
Buradaki temel mesele, modern medeniyetin insanı kaçınılmaz olarak kendinden uzaklaştırması ve her türlü zenginliği ve gücü, “bedensel refahı” (s.64) ana amaç haline getirmesinin öldürücü sonuçlarını görebilmedir. Kendine hükmetmek ve kendinden vazgeçerek, görülmeyen, duyulmayan insanlara ulaşabilmek ancak ruhsal bir isyanla mümkündür ve Gandhi’nin ahlakı hiç şüphesiz bir isyan ahlakıdır; canlılığını sürdürmek için daimi bir isyan halinde olmak zorundadır.
Satyagraha, batılı modernleşmeyle sert bir hesaplaşma içerir ve son derece önemli bir biçimde kadim Hindistan ruhunun modernleşmeyle olan karşıtlığı onun için bir zorunluluk veya istenmeyen bir durum değil bilakis varoluşsal bir tercihtir. Hindistan’da daha çok kazanmaya dayalı bir ekonomi hiçbir zaman yaşamın ana amacı olmamıştır ve bu yüzden kendi ahlakının dışına çıkmamıştır. Hindistan makineleşmediyse ya da modernleşme süreçlerine geri durduysa bunun nedeni kendi ruhuna olan tutkulu bağlılığıdır: “Biz makine icat etmeyi bilmediğimizden değil, bizden önce gelenler böyle şeylere gönlümüzü kaptırırsak köleleşeceğimizi ve ahlaki yapımızı yitireceğimizi bildiği için böyle oldu. Gerektiği üzere tedbir alarak bizim yalnız ellerimizi ve ayaklarımızı kullanarak yapılabilen şeyleri yapmamıza karar verdiler. Gerçek mutluluk ve sağlığın el ve ayaklarımızın düzgün kullanılmasıyla sağlanabileceğini gördüler. Daha da ileri giderek büyük şehirlerin tuzaktan ve gereksiz sorumluluktan ibaret olduğunu ve insanların buralarda mutluluğa erişemeyeceğini…gördüler ki krallar ve kılıçları ahlakın kılıcından aşağıdadır.” (s.94).
Satyagraha, tıpkı tasavvuftaki gibi bir arınma ve riyazetle dünyadan uzak durarak kendini bulma içerir. Burada gücün ve mutluluğun bütün kaynağı kendiyle mücadele eden ve her türlü dünyevi hırsa galip gelen insan ruhunun ruhsal bir coşkuyla dolması ve her türlü haksızlığa içsel bir neşeyle karşı koymasıdır. Böyle bir insan için gerçek manada düşman kalmamıştır. Bu nedenle, “düşman”a düşman gibi davranmamak esastır. Düşmana düşman gibi davranmak sonuçta zafer kazanılsa bile kendini kaybetmektir.
Gandhi için hangi yüce amaç için olursa olsun başkalarını öldürmek korkakçadır. Esas kahramanlık kendini feda edebilmekle gelir. Hakikate duyulan güçlü bağ nedeniyle ölümü göze alabilmek yaşamın ana canlılık kaynağını oluşturur. Kaba kuvvete kaba kuvvetle karşılık verildiği zaman ulaşılan şey, kullanılan aracın zorunlu sonucudur ve şiddet hiçbir koşulda yapıcılık içermez, hep yıkıcı sonuçlar üretir: “Kaba kuvvet kullandıkları ve bizim de kullanmamızın mümkün olduğu tamamıyla doğrudur. Ne var ki aynı yolu kullanırsak onların elde ettiğinin aynısını kazanırız. Bunu istemediğimizi kabul edersiniz. Kullanılan araç ile amaç arasında bağlantı olmadığına dair inancınız büyük bir yanılgıdır…araçlar tohuma, amaç ağaca benzetilebilir; tohumla ağaç arasındaki bozulmaz bağın aynısı araçla amaç arasında mevcuttur. ” (s.104).
Gandhi’ye göre gerçek güç yok edilemeyen ve yok olmayan güçtür. Yok olan hiçbir şey, gerçek manada güçlü olamaz. Dolayısıyla herhangi bir toplumsal direnişte esas güç, ölmeyecek olan hakikatlerden süzülüp gelir. Adalet gibi, eşitlik gibi, özgürlük gibi amaçlar bu nedenle aynı zamanda araçtırlar. Satyagraha’da araçla amaç birleşir ve tekleşir. İkisi aynileştiğinde, yapılan en küçük eylem bile çok büyük bir anlam ve sonuç doğurur. Benzer şekilde her küçük katkı çok büyük bir yaratıma ve ürüne neden olur. En alttaki insanla en üstteki eşitlenir. Her yol, aynı yere çıkar hale gelir.
İnsan, hakikati yeterince sevdiğinde kendisine karşı koyamaz ve kendinden geçme bununla başlar. Sonrasında ise diğer insanları ve en çok da kendisine en benzemeyenleri sevmekle olgunluğa erer. “Sevginin gücü, ruhun ve hakikatin gücüyle aynı”dır (s.110). İnsan yanlış bulduğunu yapmadığında onun sonuçlarına katlanmak için gerekli gücü kendi içinde bulamıyorsa hakikatle bağı yeterince güçlü değil demektir; “Dolayısıyla, yanlış bulduğunu yapmamalı ve netice neyse ona katlanmalıdır. Ruh gücünü kullanmanın kilit noktası budur.” (s.112). İnsanın, hakikati, şu ya da bu nedenle terk etmesinin yegâne nedeni, çok çeşitli biçimler alabilen korkularıdır: “İnsan hakikati terk ederse bunun sebebi bir tür korkudur.” (s.117).
Bütün bunlardan sonra şunu söyleyerek tamamlayabiliriz ki kitabın alt başlığında olduğu gibi gerçekten özgür olmak asla pasif kalarak mümkün değildir, tam aksine en küçük, en zayıf, en basit ve en alttakilerin sayısız küçük eylemiyle, insanın kendiyle olan mücadelesiyle ve yanlışlıklara hiçbir durumda boyun eğmeyişiyle mümkündür. Satyagraha, kendini bilmek için ülkesini bilmek gerektiğini ima eder.
Bunun tersi de doğrudur: yani, ülkesini bilen kendini bilir. O nedenle, bugünlerde çokça tekrarlanan bu ülkeden bir şey olmaz lafı, satyagraha’yla apaçık bir çelişkidir ve daha çok kişinin kendiyle ilgili bir sorunun dışavurumudur. Dahası, ülkesini bilmek, keyfe keder bir tercih değil gerçek özgürlük için geçilmesi gereken zorunlu bir aşamadır.
Aksi halde, satyagraha kitaplardaki ilginçliklerden ibaret olmaya devam edecek demektir!