Hasköy’deki atölyeler basit ürünler üretmiyor. Yaptıkları işlerin arkasında endüstri devriminin “know-how”ları, birikimleri var. “Hadi şimdi aklıma böyle bir iş geldi, ben de burada pres makineleri yapayım” demekle bu iş olmuyor. Salih usta bunu hâlâ gösteriyor. Aynı şekilde ayakkabı hünerbazı Eli de üretimin, malzemenin, kalıpların, dikişlerin nasıl incelikler içerdiğini biliyor. Kauçukla her biri müthiş bir bilgi içeren sihirli ürünler üreten Naim usta da.
Bu çeşitliliği içeren, onların farklı birikimlerini, hünerlerini, anlam dünyalarını kavramaya dönük bir çabaya ihtiyaç var.
Haliç’in şehrin kalbi, bir zamanlar endüstri hünerbazlarının mekânı olduğunun son izleri, Hasköy’deki yıkım bekleyen atölyeler… Onları yıkarken bile geçmişlerini, ne yaptıklarını, nasıl dönüştüklerini kayda geçirmeye çalışsanız, semte dair onlarca kitap dolusu bilgi çıkar.
Üretim her şeyden önce kuşaklar boyunca aktarılan bir hafıza ve deneyim demek. Şehrin istihdam yapısını geliştiren ustalık okulları bu atölyeler. Haliç’te şehrin ve bütün dünyanın endüstriyel gelişme dinamiklerinin, yeniliklerinin izleri, deneyimleri var.
Bugün kimi insanlar şehrin bir zamanlar endüstriyel merkezi, kalbi olan yerde yaşayanların, çalışanların izlerini silmek isterken, kimi insanlar da onları hâlâ muhafaza etmeye, canlı tutmaya çalışıyor. Kimi insanlar örneğin Hasköy’deki geçmişi, kendi yaşamadıkları olayları “hatırlarken”, kimi insanlar da onları “hatırlamıyor”. Hatta konuşulmasını bile istemiyor. Daha da ötesine geçip, mezarlarını tahrip ediyor. Dolayısıyla şehrin yapılanmasında ve yeniden üretiminde, kollektif yeniden inşa süreçlerinde “hatırlama”nın önemli bir yeri var.
New York’lu bir hünerbazın son nefesi
New York’lu sanatçı Serge Spitzer’in Mayor sinagogundaki “Molecular Istanbul” adlı yerleştirmesi.
Hasköy’den söz ederken, 2010 yılında Mayor Sinagogu’nda “Molecular Istanbul’ başlığı ile bir yerleştirme yapan ve tam da İstanbul’a gelmek için tekrar yola çıktığında son nefesini veren New York’lu sanatçı Serge Spitzer’i de hatırlamanın iyi geleceğini düşünüyorum. Onun bir sanatçı olarak bölgede yaşayan, çalışan insanlarla nasıl bir ilişki kurduğunu, nasıl arkadaş olduğunu.
Mayor Sinagogu, adını İspanya’nın Mayorka Adası’ndan almış. Sinagog, yüz yıl önce 25 bin Yahudi’nin yaşadığı Haliç’teki Hasköy semtinde. Burada yirminci yüzyılın başında yirmi beş sinagog varmış. Bunlardan büyük bir kısmı başka bir amaç için kullanılıyor ya da yıkılmış, terk edilmiş. Mayor Sinagogu’nun da kaderi başka işlevler için kullanılmak olmuş. 50 yıldır sinagog olarak kullanılmayan ve bir kültür merkezine dönüştürülmesi planlanan bu yapının etrafında günümüzde büyük bir dönüşüm yaşanıyor. Bir tarafta geçmişte nargile kafeye dönüştürülmüş, şimdi izleri silinerek Millet Kıraathanesi’ne dönüşmekte olan Esgher Sinagogu… Diğer tarafta bir zamanlar nişasta, çorap, tokyo fabrikası olarak hizmet vermiş olan Sinyora Sinagogu… Diğer tarafta hâlâ şaşırtıcı bir şekilde ayakta duran, “aman dokunmasınlar” dedirtecek Mayor Sinagogu…
Semt yol genişletmeler ve yıkımlarla büyüsünü kaybetmiş gibi duruyor. Ama burada hâlâ sihirli bir şeyler var. Bunu en iyi fark edenlerden biriydi Spitzer. O kendisine teklif edildiği gibi İstiklal Caddesini, müzeleri, ya da sanat mekânlarını kullanmadı, Hasköy’de unutulmuş bir sinagogu tercih etti. Spitzer, deyim yerindeyse “ölü bir tapınağı diriltmek” için kapalı ilişkiler kuran mimarlar gibi canlı bir mekânı öldürmek yerine, oradaki yaşamla ilişki kurdu. Orada çalışan insanları tanıdı, onlara yukarıdan bakmadı, onların hayatlarına müdahale etmedi. Hasköy’ün karmaşık dokusu içinde her biri bir mücevher gibi parıldayan bu kişilerle yakın arkadaş oldu. Şu sözleri duyunca çok şaşırmıştım, hem de oradaki ustalardan: “Spitzer ta oralardan bizi her gün telefonla arıyor, yıkımlara karşı hâlâ dayanıyor musunuz diyor, gelişmeleri merak ediyor…” Dil engeline rağmen kurulan yakın bir ilişki…
Kamu bütçesi ile güya “proje” yapan mimar hocalar sinagogun rölövesinde ölçü almak için asistanlarını gönderirken, üniversite kimliğini, ilişkilerini çıkara dönüştürmeyi amaçlarken, o çalışanlarla arkadaşça bir ilişki kurdu. Bu dünya görmüş, tanınmış sanatçı ilişkilerinde ayrıcalıklıları değil, sanatsal eylemi sırasında tanıdığı kişilerin dünyasını esas aldı. Onları New York’tan hasretle aradı ve bütün engellere rağmen oradaki yaşamla ilişki kurmayı başardı. Sulukule’de, Süleymaniye’de, Balat’ta… aklınıza neresi gelirse, şiddet uygulayan plancıların yaptığının tam tersini yaptı. Bu semtteki insanları hiçbir zaman unutmadı.
Onun sanatı, mutenalaştırıcı bir girişim olarak aradaki mesafeyi artıran değil, yok eden bir eylemdi. Mayor’un yakınında çalışan bir usta, Spitzer’i tanımadığımı düşünerek, tıpkı bir arkadaşından bahseder gibi ondan söz etmişti. Bu dostluğu sanatçıdan değil, çalışan ustadan öğrenmiş olduğumu söylemem bile fazla.
Hasköy’deki Mayor Sinagogu’nun içine yerleştirdiği hiçbir şeyi temsil etmeyen cam küreler aynı zamanda kentteki, mekânın dışındaki fragmantasyona işaret ediyordu. Onu harekete geçiren, işlevini yitirmiş bir mekânı, bir boşluğu kullanma dürtüsü değildi. Spitzer mekânla hiyerarşik bir ilişki kurmaya çalışmadı. Ama bunun da yeterli olmadığının farkındaydı. Zannedersem bu cam kürelerle kendisini merkeze almayan, izleyeni kendi isteği ile yerleştirmeye dahil eden, bağlamdan içeriğe, içerikten bağlama doğru uzanan bir yer değiştirme amaçladı.
Sonra Hasköy’deki küçük üretimi kazıyan yıkımlar, sürgünler… Bu yıkımlara dönüşümden alacağı pay nedeniyle kucak açan siyasetçiler… Bir de güya sanatla ilgili filantroplar, dönüşümden pay almaya çalışan gayrımenkul spekülatörleri, hangi taraftan olursa olsun araçsallaştırıcı mantığı hiç değişmeyen girişimciler, kamu imkânları ile imtiyaz ve kariyer elde etmeye çalışan plancılar, uzmanlar… Peki nerede onlar gibi yerle ilişki kuran; çıkarıyla, şöhretiyle değil, kalbiyle yaşayan sanatçılar, mimarlar?
Onların yokluğunu hep hissediyorum.