Sosyoloji sözkonusu olduğunda hocam Cahit Tanyol, Erol Güngör, sohbetlerine katıldığım ilk yıllarda (8 Aralık 1977) benim için “yobaz denecek kadar ciddi” dese de “talebemdir” dediği Cemil Meriç (Haşiye, 4: Halil Açıkgöz, Cemil Meriç ile Sohbetler, 3. Bsm. İstanbul-2013. s. 285. 1987’teki vefatına kadar Cemil Meriç’le tanışıklığımız, gidip gelmeler devam eti, nitekim vefatından kısa süre önce bir iftarda bir araya gelmiştik),Şerif Mardin ve Nilüfer Göle yakından takip ettiğim kimselerdir. Seyyid Kutup ve Ali Şeriati’yi ayrıca saymaya gerek yok.
Sosyoloji üzerinde derinlemesine düşünmeme yol açan en önemli sebep Şerif Mardin’le olan ilk buluşmamızdı (1985 veya 1986).
Bu buluşmadan sonra sosyoloji ve genel olarak sosyal bilimler üzerinde etraflıca düşünmeye başladım. Cemil Meriç’in sosyoloji etrafında ördüğü güvensiz atmosferin üstüne Mardin’in sürekli değişen realitenin arkasında değişmez tarihsel ve maddi sebep arayışı ısrarı eklenince, bende sosyolojiye, bu arada sosyal bilimlerin kendisine karşı şüpheci düşünme süreci başlattı. Bu süreç bende sosyal olaylar, sosyal değişim ve değişimde rol oynayan faktörler üzerinde inceleme ve araştırma yaparken, beni “belirleyici (muayyin) faktör” ile “etkileyici (müessir) faktör” arasında ayırım yapma gerektiği fikrine sevketti.
(Haşiye, 5: Son yıllarda müsta’fi İslamcılar ve bazı ilahiyatçıların sosyal bilimlere, özellikle antropolojiye olan sarsılmaz güvenleri beni öylesine şaşırtıyor ki, bizim 1980’lerde geniş ölçekli müzakere ve kritiğini yaptığımız meseleyi bugün yeni keşfetmenin engin heyecanı içinde çoktanrıcılığın tektanrıcılıktan önce başladığını, Darwinist evrim teorisinin hakikat olduğunu öne sürüp durmaktadırlar. Fizik bilimlerde dahi kesinliğin söz konusu olmadığı bir dünyada Kur’an vahyini bu pencereden bakmak deizmin önemli sebeplerinden biridir.)
Belirleyici-etkileyici faktör ayrımını geriden besleyen usule ilişkin iki kavram vardı: Li-aynihi ve Li-gayrihi.
Eğer İslami ilimlere aşinalığım olmasaydı muhtemelen bu ayrımın farkına varamazdım. Sosyolojide daha birinci sınıfta iken fıkıh ve sosyoloji arasındaki ilişki kurulmadan Müslüman dünyanın sosyolojisinin yapılmayacağını Ziya Gökalp’ın “İçtimai fıkıh” kavramsallaştırmasından mülhem Cahit Tanyol söylemişti. Tanyol Hoca, açıkça fıkıh bilmeyenin Türkiye’de (ve elbette Müslüman dünyada) sosyoloji yapamayacağını söylüyordu. Bu zaafı Şerif Mardin’de tespit etmiştim, Nilüfer Göle ile tartışmalarımızda bu ayırımı hep göz önünde tutuyordum.
Mevcut yaklaşımdan ilk ayrıldığım nokta, değişim denen olgunun kendinde (li-aynihi) olamayacağını, olsa olsa li-gayrihi olabileceğini düşünmeye başladım. Şu halde toplumsal olaylarda ve değişim süreçlerinde li-aynihi belirleyici (muayyin), li-gayrihi etkileyici (müessir) faktör olmalıydı.
Cemil Meriç’in sosyolojiye yönelttiği iki eleştiri vardı: Biri bu bilimin burjuvazinin icadıdır, kendisi dahil meşru değildir, bizim işimize yaramaz; kendinden gayet emin bir eda ile “İçtimai ilimler birer ideolojidir, meşruiyetlerini iddia ederler. Hele sosyolojide sosyal realite devamlı değişir, kanun koyamazsınız” diye bağırırdı.
Diğeri sosyolojinin ilk kurucusunun İbn Haldun olduğunu sıkça tekrar eder, batılı sosyolojiyi yerden yere vururdu. Bu eleştiri tutarsızdı. Burjuvazinin tarih sahnesine çıkmasından önce sosyoloji denen disiplini İbn Haldun kurmuşsa, bu disiplinin sahasına aldığı konuların bir hakikati, bir gerçeği olması lazımdı; farklı mahiyet ve suretlerde ortaya çıksa da benzer hakikatler dünyanın her yerinde yaşayan beşeri topluluklar için söz konusu olabilirdi. Batıya hasredildiğinde ise, sosyoloji sadece batı toplumlarının değişimlerini açıklayan veya Marxistlerin düşündüğü gibi toplumu açıklama yoluyla denetleyip yönlendiren –hatta manipüle eden- bir bilim olup çıkardı ki, bu durumda İbn Haldun’un yaptığı şey de manipülasyondan başka bir şey olamazdı.
Fıkıh ve Fıkıh Usulü’nün ilham ettiği bu kavramlardan artık şu kanaate vardım:
Toplumsal değişim bir gerçektir, bu gerçeğin iki sureti olaylar ve olgulardır, olaylar ve olgular karşılıklı olarak birbirlerini etkilemektedirler. Değişim genellikle üç tarzda olur: Tağyir (iç dönüşüm), tahvil (halden hale geçiş) ve tebdil (birinin yerine bir başkasın yer alması).
Kur’an-ı Kerim, “Allah’ın sünnetinde bir değişiklik/değişim (tebdil) olamayacağını “ (48/Fetih, 23) belirtir. Allah’ın sünneti (fiziksel, tarihsel ve toplumsal yasalar) değişmez sabitelerdir. Sabiteler hem varlık alemi ve hem insan için kendinde iyidirler. Ama değişim her zaman kendinde (li-aynihi) iyi’de, iyi yönde değişmez, kötü yönde de değişir. Artan yemeği saklama kabında buzdolabına koymayacak olursanız ertesi güne kalmaz, bozulur. “Bozulma” bir değişimdir ama iyi/hayırlı değişim değildir. Bozulmaya yol açan değişim münker ve kabih, iyi yöndeki değişim ma’ruf ve hasenedir.
Batı sosyolojisi değişim olgusunu prensipte değerden bağımsız ele aldığından, beşeri ve toplumsal iradeyi vuku bulana teslim eder, iradeye hak ettiği kadar rol biçmediğinden, merkezi güç –ki bu iktidardır- modernitenin bilimsel, politik ve felsefi araçlarını kullanarak bireyi ve toplumu denetler. Bu açıdan bakıldığında batı sosyolojisi Cemil Meriç’in ve Marxistlerin dediği gibi toplumu, bilgisini elde etmek suretiyle denetleme, manipüle etme aracı olarak kullanılır. Bu işlemde bilgi bizi doğru ahlak ve siyasete götüren “ameli hikmet” vasfını kaybeder, Aristo’yu takip eden Bacon’un tarifiyle “güç” olur. Bu gücü ele geçiren muktedir olur, iktidarlar bu güç sayesinde ulusal, bölgesel ve küresel hegemonya ve tahakkümlerini devam ettirir.
Oysa ki li-aynihi iyi olan değişim söz konusu olduğunda “hayır (iyi) vuku bulan’da (el hayru fi mâ vaka’) değil, “hayır Allah’ın murad ettiği şeyde ve yönde olur (el hayru fi mâ ihtara-hu Allah). Allah’ın muradı ise işleyen sünnete muvafık bireysel ve toplumsal iradi tercih ve eylemdir ki, bizdeki tamı tamına karşılığı “iman ve salih amel”dir. Bu durum tespiti, beni Şerif Mardin ve Nilüfer Göle sosyolojisinden ayırdığı gibi, İbn Haldun’un de değişimin motoru kabul ettiği “mülk ve asabiyet” teorisi ile çevrimsel döngü fikrinden ayırdı.
Benim bakış açımdan bize ait sosyolojinin iki ayağı var: Biri yöntem (usül), diğeri anahtar kavramlar. Bir Mecellesi kaidesi olarak “Usul esasa takaddum eder”. Bu manada usulsüzlük vusulsüzlüktür. Biz batı toplumunun tarihsel olay ve olguları üzerinde olan değişimi anlamaya matuf sosyolojinin farklı yöntemlerini kullanmaya devam ettikçe, tarihimizde ve bugün olup bitenleri anlayamayız.
Batıda olup bitenler önemlidir, beşeri zengin ve anlamlı bir tecrübedir, bundan bigane kalamayız ama genel olarak bilime ve özellikle sosyal bilimlere esasa takaddüm eden usulden bakacak olursak büyük batılı sosyologlar, kendi toplumlarında olup bitenlere bakıp (ayne’l yakin nazar), ilme’l yakin (teorik ve doktriner) kuramlara varmışlardır ki, bu iki açıdan kesin ve küresel/evrensel bilgi değildir: Bir, batıya özgü bir gözleme ve tecrübeye dayalı bilgidir; iki beşeri hiçbir bilgi türü bizi kesin bilgiye (Hakka’l yakin’e) götürmez. En büyük filozofların veya bilim adamlarının –müslüman olması veya olmaması fark etmez- bilgileri mutlak değil “zanni”dir. Ne Durkheim ve Karl Marx’ın, ne Max Weber’in sosyolojileri bizde değişimde rol oynayan belirleyici ve etkileyici faktörleri anlamaya uygundur. Şerif Mardin gibi bize Max Weber’i tatbik etmeye çalışan Sabri Ülgener de bu zanni bakış açısından iktisadi zihniyetimizi açıklamaya çalıştı.
Sosyoloji için batılı sosyologları bir kenara bırakıp sadece İbn Haldun okumak yetmez, asıl ve münhasıran kurucu imamların kendi dönemlerindeki sosyal hayatı düzenlemeye matuf fetva ve içtihatlarını bilmek lazım. İslam tarihinin belki de en yetkin bilgini ve fakihi olan İmam Şafii, ayrı bölgelerden gelen iki kişinin sorduğu aynı suale ayrı cevaplar vermişti, öğrencileri bunun sebebini sorunca, sual sahiplerinin yaşadıkları bölgenin, coğrafi ve sosyal çevrelerinin farklı olduğunu söylemişti. İmam Şafii, bölgesel farkı etkileyici faktör görüp maksada iki ayrı fetvadan gidilebileceğini göstermiştir.
Zihnimdeki söz konusu fıkhi arkaplan benim Şerif Mardin ve Nilüfer Göle ile tartışmalarımızda rol oynamıştı. Çünkü bu iki değerli sosyolog bu arkaplandan yoksundular.
Batılı sosyoloji perspektifinden yola çıkanların insanlığı, tarihsel bir durum içine yerleştirip, oradan anlamaya çalışma çabaları, gerçekte sorunun kendisini teşkil etmektedir. Toplumsal durum bundan ayrı düşünülemez. Kısaca ifade etmek gerekirse, bu bakış açısından hareket edildiğinde -ister “açıklayıcı model” olsun ister “anlayıcı model”i kullanıyor olsun-, insan sosyal çevrenin bir ürünü farzedilir. Eğer insan rüzgarın önünde sürüklenen bir güz yaprağı hükmünde ise, ahlaki ve hukuki sorumlu özne olmasının manası kalmaz, bu ise insan ile Allah, insan ile toplum ve insan ile tabiat/canlı hayat arasındaki ilişkilerin tümünü geçersiz kılar. Bu elbette her zaman açıktan telaffuz edilmez, ama zımnen öyledir. Dolayısıyla toplumsal durum da sosyal çevreyle bağlantılı olarak anlaşılmalıdır.
Bunun yanlış bir hareket noktası teşkil ettiği, başka bir deyişle yanlış bir paradigma olduğu doğru ise, bu durumda özneyi hariçten gözlemeye tabi tutulan davranışlarıyla ilgili yapılan sosyolojik –ve psikolojik- inceleme ve araştırmaların paradigmaları itibarıyla malul oldukları ortaya çıkar.
Gel gör ki bu yaklaşım tarzından İslam ile modernleşme arasında “araçsal” bir ilişki kuruluyor ya da 1980 sonrası, özellikle İran İslam Devrimi’nden sonra, İslami hareketlerde rol oynayan zati (li-aynihi) faktör görmezlikten geliniyor, harici/konjönktürel (li-gayrihi) faktör belirleyici konumda kullanılıyor. Murat Belge de –kısmet olursa onunla da maceramızı yazacağım-, 1980 sonrası İslami akımları bu çerçevede açıklamaya çalıştı. Benim açımdan ister sosyologlarımızın ister aydınlarımızın olsun, davranışsal ve işlevsel çerçevede rol yüklemeleri, en başta yapılmış bir hatadır.
1980’lerden sonra İslam, herkesin ilgi alanına girdi, keza daha öncede oryantalistlerin ilgi alanı içindeydi. Sonra sosyal bilimciler İslami hareketlerle daha yakından ilgilenmeye başladılar. Bundan sonra da adına İslamologlar dediğimiz yeni bir araştırıcı profili ortaya çıktı. Örnek vermek gerekirse, en başarılı isim Mardin’in rahle-i tedrisatından geçen Ruşen Çakır’ı zikredebiliriz.
(Haşiye, 6: Ruşen Çakır, kendini İslamcılığı ve İslami hareketleri anlamaya o kadar verdi ki, neredeyse bizim dili kullanmaya başlamıştı. Sıkça görüştüğümüz halde, bende işini iyi yapan bir İslamolog olarak Çakır’ın kendi dünya görüşünü korumakla birlikte çalıştığı konuyu manipüle ettiği kanaati oluşmadı. Birgün Birleşik Dağıtım’da ona Kelime-i şehadeti getir artık, dedim. Neredeyse Muhammed Esed’in kelimeyi telaffuz etmeden önceki ruh halindesin. Bana iki şeyden vazgeçemediğini söyledi, fetvası olsaydı belki Kelime-i Şehadeti getirirdi. Ona “-Fetvası benden, sen namaza başla, yeter” dedim. Müslüman öznenin eylemini belirleyen faktörün öylesine farkındaydı ki, gülerek “-Sen bana namaz kıl, nasılsa namaz kötü fiilleri (münker ve fahşa) giderir” (Ankebut, 45) demek istiyorsun, dedi. Ruşen’le dostluğumuz hala devam ediyor, içeride iken benimle ilgili destekleyici şeyler yazdı, kendisine müteşekkirim.)
Tabii, iş bununla da bitmedi; tamamen bu bakış açısından elde edilen bilgileri, daha küresel seviyelerde strateji merkezlerinde toplayıp, bunları özel bir işleme, üretime tabi tutan ve bunlardan siyasi, askeri, ekonomik stratejiler geliştiren ve adına stratejistler denilen yeni bir araştırmacı gurup teşekkül etti. Şimdi bunlar, öznenin somut davranışlarını nesnel bir dil çerçevesine oturtup buradan bir sonuç elde etmeye çalışıyorlar. Böylelikle akademik yöntem, büyük oranda buna hizmet eder hale geldi.
(Haşiye, 7: Bu netameli jeo-stratejik mesleğe özenen bir zat –ismi lazım değil-, sahih İslamcılığın gidiği ikinci fetret döneminde iş başına gelen iktidarda etkili görev alınca, mesleğin kendine dikte ettirdiği hissiyat ve ideolojiyle hareket ederek Suriye’yi darmadağın edecek bir strateji çizdi, sınırsız bir iştah ve ihtirasla uyguladı ve uygulattı. Bütün günahı ona yüklemek haksızlık olur, İkinci Nesil İslamcıların kahir ekseriyeti bu stratejik dehanın önünde selama durdular, Neo-Osmanlı hayali kurup üç ay içinde Beni Ümeyye Camii’nde namaz kılacaklarını ilan ettiler. Atamız Yavuz Sultan Selim, bunu kolayca başarmamış mıydı? Hadi Türki Cumhuriyetler bizim “abeyliğimizi kabul etmedi, Araplar bizi beklemiyor muydu?
Meğer İkinci Nesil içinde yetişen “İslamcımsılar” ne doymaz bir iştaha sahiplermiş, stratejik derinliğe indiklerinde anlamış olduk.
Ah güzel ve bahtsız Suriye! Senin günahınla dünyanın bütün ormanlarını sırtımıza yüklenip öbür tarafa gideceğiz.)