Bu bayramı sosyal medyada neyin sınıfsal olduğunu birbirimize öğreterek geçirdik. Denizden çıktıktan sonra Pınar Hamburger yemek sınıfsal deniyor, memur çocuğu olmanın da ayrıcalıkları varmış, Kuzguncuk’ta fıstıklı kurabiye almak, Melike Demirağ’ın meşhur şarkısındaki gibi balık ekmek yemek, tatile gitmek, hattâ Eminönü’nde volta atmak… Bitmiyor sınıfsal; naneli sakız çiğnemekle bile sınıf atlamak mümkün. Ne de olsa nanesizi de var!
“Sınıfsal” tabiri aslında kabaca “yokluğu bilmeyenler var” anlamında kullanılıyor… Ya da “yokluğu en iyi bilen benim.” Yoksulluk ballandırarak anlatılacak şey değil, ama üstüne başına bakıp da halinin vaktinin yerinde olduğunu anladığımız kişiler bile pek seviyor, yokluğu bildiğini ispatlamayı… Kimi “rüyamda ekmek görüyordum” diyor, kimi “bir yumurtayı üç kardeş paylaşmıştık…”
Yoksulluk bir çeşit lisans gibi. Herkes yoksulluktan mezun olduğunu söylemek istiyor. Bir çeşit toplumsal takıntı bu. Yoksulluktan gelmeyen kişinin hayati, derin ve başka türlü edinilemeyen bir bilgiye sahip olmadığını düşünmeye eğilimliyiz. Nihayetinde memleketimizin büyük sanayicileri bile ailece aynı tabağa ekmek bandıkları yılları anmayı sever.
Halbuki romantik, kökü olmayan bir düşünce bu. Maalesef, çok açıkça yazacağım, yoksulluk insanı geliştirmiyor. Yoksulluk içinde doğup da gelişebilen insanların öyküsünü doğru okursanız, ya şanslı ya da yetenekli olduklarını göreceksiniz. Ya da ikisi birden… Yoksulluk çektikleri yıllarda edindikleri becerilere gelince… Hiç içimden gelmiyor söylemek ama, maalesef insanlar becerilerden çok kötü huylar getiriyor yokluktan…
Diğer bir deyişle, yoksulluğu kesin olarak mücadele edilmesi ve ortadan kaldırılması gereken bir kötülük, bir hastalık olarak tanımlamak durumundayız. Övülecek, sevilecek yanı var mı? Mesellerde, menkıbelerde ya da bunların pırıltılı versiyonu olan ucuz filmlerde olabilir. Paylaşmak erdemdir, evet, ama kıt kanaat geçinmek erdem midir? Suç değildir ama bir maharet ya da meziyet de değildir. Kağıt üstünde “bir zamanlar yoksul ama onurlu” gençler vardır, ama gerçekte yoksulluğun insanı düşürdüğü çaresizlik birçok kötülüğün kaynağıdır.
Bu sınıfsallık geyiğinde en çok takıldığım konulardan biri: İşçilerle ve köylülerle dayanışmayı, onların yoksulluk nedeniyle güç bela sürdürdükleri kısıtlı hayatını sevmek, hattâ yüceltmek olarak anlayanlar var.
En çirkini de, yoksulluk üstünden alelade insanlar arasında karşılıklı borç duygusu üretilmeye çalışılması. Plajdan çıkıp dandik hamburgeri yiyebilenin, yiyemeyen karşısında utanması umuluyor. Halbuki utanç o kadar bonkörce harcayacağımız bir şey değil… “Kurabiye, hamburger hepsi boğazınıza dursun!” demeyi sınıf mücadelesi sayanlar var. Vah ki vah…
*
Bu mesele niyeyse hep tüketim alışkanlıkları üstünden devreye girer. Geçmişte de ‘topu olduğu için maçlara alınan şişman zengin çocuğu’ hikayesi vardı. Bisikleti olan şımarık çocuğun ötekilere hava atması… Bisiklet ve dondurma Türk filmlerinde yoksulluğun arzu nesneleri olarak sıkça işlenir.
Bir de zengin semtlerdeki güzel kızların parayı seçtiği, dürüst, namuslu, temiz ve muhtemelen fazlasıyla lümpen Beşiktaş taraftarı (Fenerbahçe ve Galatasaray da olabilir) delikanlıları gözü yaşlı bıraktığı hikayesi… Güzelliğin bile yoksulluğa borcu vardır ne de olsa. Öyle olsun, ama bu delikanlılar daha dişlerini bile fırçalamaya üşenirken ne diye zengin kızların peşinde? Bakımlı, havalı ve özgür oldukları için sanırım. Ayağı nasır tutmuş, merdiven altı atölyelerde erken yaşlanmaya başlamış işçi kadınlara aşık olsanıza! Hiçbir şey bedava değil…
Bu tüketim karşılaştırmaları aslında orta sınıfın kendi katmanları arasında sürdürüğü bir laf dalaşı… Başka şey değil, yoksa Cemal Süreya gibi tarif edilirdi yoksulluk:
Afyon garındaki küçük kızı anımsa, hani,
Trene binerken pabuçlarını çıkarmıştı…
Çünkü yoksulluğu tarif etmek için gördüğünü olduğu gibi söylemek yeterli. Eh, sonuç çoğunlukla “şiirsel” olmayacak o durumda. Telefonunu göster diyen dayılar, kürtaj karşıtları, Arap göçmenler, travestiler, tinerciler, gaspçılar, hapçılar, imar affıyla barınabilenler, ahırdan farksız konduya kira isteyenler, doktor dövenler, kömür karşılığı oy satanlar, köpek öldürenler, engelli maaşı için akrabalarını bıçaklayanlar, işini doğru yapmayan taksiciler, tarikat yurdunda yetişenler, Tiktok’tamemelerini gösterir gibi yapanlar… Hepsi orada olacak, daha yüksek oranda, daha çok sayıda. Yokluk kimileri için iyi bir öğretmendir, doğru, ama çoğumuzu da haşat eder.
* * *
Yoksulluğu sistematik olarak azaltabilen ülkeler var mı? Sanırım Kuzey Avrupa ülkeleri başı çekiyordur, tabii muazzam kaynakları küçük bir nüfus üstünde tasarruf etmenin rahatlığıyla.
Afrika ve bazı Güney Asya ülkeleri yoksulluk oranında başı çekiyor. 80’lerde TRT’de “kardeş ülke” diye övülen Bangladeş ilk sıralardaymış; haliyle tekstil üreticilerinin cenneti olmaya devam ediyor. Biz bu ülkeleri daha çok turistleri taciz eden tuhaf tiplerden tanıyoruz. Yoksulluğun da dibinde insanlardan… Dünya Bankası verilerine göre Türkiye’de günlük $7’dan az kazananlar nüfusun %12’sine karşılık geliyormuş 2019’da. Göçmenleri de istatistiğe katarsak vaziyet kafa karıştırıcı bir hal alacaktır.
Küba ya da Kuzey Kore gibi kağıt üstünde sosyalist, ama özünde otoriter rejimler bu tür verileri açıklamamayı tercih ediyor. Kansere çare buluyor, puro sarıyor ve liderlerinin saç modeline uygun atom bombası üretiyorlar. Sosyal mücadele siyaseti büyük dalgalar yarattı, ama yoksulluğa çare bulmakta pek başarılı olamadı. Sovyet Rusya ya da Çin’in bu konuda karnesi pek iyi sayılmaz.
Zaten toplumun zenginlere ihtiyacı var demekle işçi sınıfının öncü kadrolara ihtiyacı var demek arasında pek fark yok…
Kapitalizmi kendi haline bırakmanın da çare olmadığı aşikar… En fazla, ucuz iş gücünü büyük nüfuslu yoksul toplumlardan ithal edip Finlandiya’da güya dünyanın en iyi eğitim sistemini yaratmakla övünüyorlar. Rusya şöyle gerinip boğazını temizleyince de korkuyla NATO’nun etekleri altına koşuyorlar.
Yoksulluğa karşı etkili çözüm ne olabilir? Bu kadarlık yazıda böyle bir soruya karşılık veremem elbette… Hayatımın tamamını buna çözüm bulmaya adamış olsam da karşılık bulamayabilirdim. Ama bir gayret şart, bir ihtimal yaratmak, bunun için imkanlarını kullanmak… Şart.
Yalnız yoksulluğu sevmek, övmek ya da yeterince yoksul olmadığı için birilerinin üzülmesini ummak yersiz. Aslında bu tutumların ikisi de züppelik… Gösterişçi tevazu gibi, çekilmez bir züppelik türü hem de. Yoksulluğu anlatmak ya da açıklamakla sergilemek aynı şey değil. Hele şöyle bir bakınca alı al moru mor olduğu belli birisi o bitmeyen yoksulluk hikayelerini anlatırsa… Yoksulluğu sergileyip bundan yarar ummanın bir adı var. Ama söylemeyelim, Allah versin deyip geçelim.