Özellikle 2000ler sonrasında bilginin dijitalleşmesiyle birlikte akademik üretimde yaşanan muazzam bir patlama var. Bunda, hem Türkiye hem de dünyadaki lisansüstü popülasyon artışının etkisi de yadsınamaz. Bu durumun önümüze koyduğu ilginç bir de olgu var: Çoğu en iyi ihtimalle 4-5 kişi tarafından okunan bir makale ve tez çöplüğü.
Tam da bu noktada bilgiye ve onun üreticileri olarak akademisyenlere dair bir anlam yitimi hissediyor insan. En azından benim aklıma akademisyenler ne işe yarar sorusunu sıkça getiren bir durum bu. Bu sorunun bir cevabı elbette öğrenci yetiştirmek ve ücreti karşılığında ders vermek olabilir. Fakat ben Daron Acemoğlu ve James Robinson’ın ”Dar Koridor” kitabındaki temel tezi dayanak alarak, bir entelektüel temsil olarak akademisyenin daha politik ve toplumsal bir işlevi olduğunu düşünüyorum.
Dar Koridor’un temel tezi, toplumsal özgürlük ve adaletin ancak devlet ve toplum arasındaki bir güç dengesiyle gerçekleşebileceği. Çünkü devlet sürekli güç kazanmaya ve bu gücü istismara yatkın bir kurum. Yazarlara göre bu durum, gücün adil kullanımını sağlayacak sınırlandırıcı bazı karşı güçleri gerektiriyor. Demokratik toplumlarda sınırlayıcılık çoğunlukla idare ve hukuk arasındaki güçler ayrılığında temellense de, yazarlar, bu ayrılığı ortaya koyan kurumların tek başına bir işlevinin olmadığını söylüyor. Çünkü otorite yeterli güce sahipse kurumları kendi gayesine göre dizayn ederek işlevsizleştirebilir.
İşte tam da bu noktada toplumun devreye girmesi gerekiyor. Toplum devlete karşı mücadele edebildiği ölçüde onun aşırılıklarını giderebiliyor. Toplum açısından bakıldığında bu mücadele, devletin aşırılıklarına karşı itiraz etme gücü anlamına geliyor.
Peki ama toplum gücünü ve itiraz kabiliyetini nasıl oluşturur?
Bu sorunun en genel cevabı devlet dışı aktörlere ve etkinliklere işaret eden sivil toplumun güçlenmesidir. Sivil toplumu üreten ise özel kuruluşlar, partiler, okuma grupları ve dernekler olabileceği gibi her türden küçük sosyalleşme alanları da olabilir: Dergi kulüpleri, kafeler ve sosyal medya gibi.
Tüm bu alanları sivil toplum olmak anlamında öne çıkaran özellik, devletin etkinliği dışında bilgi akışının sağlandığı ve toplumsal farkındalığın üretildiği alanlar olmalarıdır. Bu anlamda en önemli sivil toplum kuruluşları otantik bilgi üretimini ve akışını temsil eden üniversitelerdir. Ancak kurumsal özerkliği her geçen gün zayıflayan ve iktidarın yeni temsil alanlarına dönüşen üniversitelerimizde sivil toplumun üretilme imkanı giderek zayıflamaktadır. Bunun sonuçlarını sosyal medyada ortalama bir Anadolu ilçesi kadar takipçisi olan akademisyenlerimizin paylaşımlarında görebiliriz. Neredeyse hiçbir toplumsal, politik meselede konuşma sorumluluğunu üstlenmeyen; fotoğraf, kitap ve özlü söz paylaşımı yaparak kişisel popülaritelerine oynayan ve her geçen gün birer influencera dönüşen komik bir hali ifade ediyorlar.
Bilindiği üzere pre-modern dönemde bilgi üretimi, yönetici elitin ekonomik ve sosyal korumacılığı altında çalışan küçük bir ulema sınıfının tekelindeydi. Bu bilginler finansal ve toplumsal açıdan bağlı oldukları koruyucu yöneticilerine karşı pasif ve minnettar olmak zorundalardı. Orta çağ yazarlarının eserlerine yönelik yüzeysel bir taramada, söz konusu hamilere/koruyuculara ithaf edilmiş pek çok kitap görebilirsiniz. Dolayısıyla pre-modern dönemde bilgi, politik eleştiriden büyük ölçüde yoksun bir üretimdi.
Kadim düşünürlerin politikaya yönelik düşünceleri teorik, genel ve kavramsal bir çerçeveden ibaretti. Eleştiri, adalet talebi, otoriteye yönelik itiraz ancak ima yoluyla ifade edilebilirdi. İslam dünyasında ortaya çıkmış nasihatu’l-müluk (hükümdarlara öğütler) literatürü bunun güzel bir örneğidir. Nasihatu’l-müluk yazarları, bu eserlerde hükümdarlarına ahlaki-dini vaazlar verip, onlara adil olmayı öğütlerlerdi. Muhtemelen bu eserlerde verilen öğütler, her yazarın hükümdara karşı örtük eleştirilerini de içeriyordu fakat bunlar oldukça cılız seslerdi. Bağımlılık ilişkileri, yazarları dolaylı konuşmaya mecbur bırakıyordu. Ürettikleri bilgi ise tıpkı yazının başında bahsettiğimiz gibi bir azınlığın, hatta yine kendilerinin oluşturduğu azınlığın tükettiği bir şeydi. Çünkü tarımsal üretimin belirleyici olduğu pre-modern ekonomilerde bilginin toplumsal yayılımı çok da gerekli görülmüyordu. Aksine çiftçinin toprağa bağlı kalması bir devlet politikasıydı. Bilginin üretebileceği sosyal hareketlilik ve sınıfsal değişimler hiç istenmeyen şeylerden sayılırdı.
Kim bilir belki akademisyenlerimiz de kendilerini hala siyasi patronaj ilişkileri içinde bilgi üreten pre-modern dönem entelektüeli olarak görüyorlar ve hamilerine karşı ses çıkarmayı kariyer hedeflerine engel olarak kabul ediyorlardır. Ya da kim bilir, bilgi tekellerinin sarsılmasından endişe ederek arkadaş grubunda kendilerinin çalıp yine kendilerinin oynadıkları makaleler onlar için yeterli geliyordur. Fakat böyle bir düşünceleri varsa, birilerinin de onlara modern üniversitelerin kimliğini ve sivil toplumun neliğini hatırlatma gereği var.