Sokağın sesi… Yan yana gelince epey ses, hatta “gürültü” de çıkarabilen iki kelime. Öyle de zengin, çeşitli… Hoşuyla nahoşuyla kalabalığından trafiğe, siyasetten sanata, nidadan/naradan sokak müziğine her türlüsü var.
O ses de değişiyor zamanla-mekânla, yaşadığın yerle… Sokaklar değişiyor. Ankara’da sokak deyince aklıma Melih Gökçek döneminde adları değiştirilen, numaraları iskambil kâğıdı gibi karıştırılıp yeniden dağıtılan sokaklar, caddeler gelir misal. “Ah sokaklar, vah caddeler” diye mırıldanınca da hemen İlhan Berk’in dizesi: “Edibe bu sokağı al götür görmek istemiyorum.”
“Sokağa çıkma”nın mânâsının, fiilinin de çocukluğumdan bu yana epey değiştiğini söyleyebilirim. Çocuklar için bilhassa öyle de, gençler, yetişkinler, ihtiyarlar da bu değişimden pek muaf değil. Hele siyasi açılımı: Çıkmak ya da çıkmamak yoksa yasaklasak da mı saklasak… İşte bütün mesele.
Daha çok edebiyattaki, sanattaki tınısıyla “Sokak her zaman haklıdır” diyen Salâh Birsel bugün yaşasa, o cümlesi zülfiyâra dokunduğunda nerelere sündürülür, hangi adi-adli takiplere maruz kalır, süründürülürdü bilemiyorum. Gezi günlerinde deseydi mesela!
Sessizlikle mücadelede “gürültü”
“Sokağın sesine kulak ver” deyince de mevzu kalabalık. Öyle olmazsa olmaz görünen bir ses ki yokluğunda gürültüsünü bile arayanlar var. Kesintisiz 10-12 saat caddelerin, trafiğin, klaksonların, kalabalıkların, nidaların yayınlandığı, milyonların dinlediği, abone olduğu “Sokak Sesleri (Street Sounds)” siteleri gırla.
Koltuğuna oturup dinliyorsun sokağı. Hatta bazısı tonla aboneyi “uyumak için beyaz gürültü” çağrısıyla toplamış. Dön-dur uykuna o sesle, efektle bir çare arıyor, kalabalık, şamatalı rüyalara yatıyorsun. Ruhen ya da fiilen dağ başları kadar yalnızsan o da özleniyor demek.
Sessizlik de bazen mesele, dört duvar arasında bilmece… Kimi kovmak istiyor yamacından. “Büyük gürültü gibi sükûnetin büyüğü de insanı yoruyor” diyor ya Reşat Nuri. Sessizlik öyle çöküyor belki bazı evlere. Reşat Nuri bedbahtlığı gibi çöküyor. Radyoyla, televizyonla bozar da, öyle efektler de sessizliğe kalabalığın kakafonisiyle, sokağın gürültüsüyle nişan alıyor herhalde. Dinleyip “İyi ki geldim bu dağ başına” diye mırıldanan da olmalı.
Anlamı fethetmek, kazanmak
Sanat, edebiyat deyince de sokak büyülü. Bence Edip Cansever’in şiirini tanımlayan en güzel dizelerinden birisi, “Tane tane sokaklar bırakıyorum arkamda”… “Birinde bir kedilik olan /birinde bir sokak lambası sallanan”, bazen inadına kalabalık, rengârenk, her penceresinden, hanesinden farklı sesler. Ruhi Bey’e uyup “menekşe rengi papyon” da taksalar şairlerin çoğu “sokak çocuğu”. Sokaktan al haberini Ruhi Bey bile…
Sokak müziği/müzisyenleri, “sokak çalgıcıları” ise bambaşka âlem. Dünyanın müzikal harikalarından… Tarihi antik çağlara dayandırılsa da, etimolojisinde yaygın dolaşımı 19. Yüzyıl’da. İrlanda, sonradan İngiliz dilinde “sokak çalgıcısı” anlamına gelen “Busker”la… Busk fiili ise “buscar (aramak)” anlamıyla İspanyolca’dan geliyormuş. Onun da kökeninde “Hint-Avrupa Dilleri”ndeki “bhudh-sko” kelimesi var. Yani -sokakları- “fethetmek, kazanmak”!
Böyle gezinince, dildeki bu zenginliği, devredilen âlemi, tarihi görünce “Dudu dudu dilleri, lıkır lıkır içmeli” diye oynayası geliyor insanın. O şarkının da söz yazarı Sezen Aksu’dan solosu, korosuyla Ermenice “Sarı Gelin (Sari Gylan)”i, yine bir gelinin, yaşlı bir adamla evlendiren küçücük kızın ardından yakılan Kürtçe ağıtı (Bûkê) dinleyin derim. Üstüne bir de Rumca Girit türküsünü… Hangi kale, gönül duvarı dayanır?
Ehil olmayanı bile lezzetli
Sokak müziği tam öyle işte; sokağı, penceresinden sızdığı evleri fethediyor, gönülleri kazanıyor. Her dilde. Huysuz ya da fazla “huylu” değilsen ehil olmayanı bile hoş. O da bir tat, hatta mekteplisinden lezzetli, derin bazen.
Haddim değil, kapı gibi amatör ehliyetine dil uzatmak gibi olmasın da… Halil Sezai’nin “İsyan”ını dirilten, o şarkıyı söyleyince bir dönem hakkıyla fenomen olan “meyhaneci” delikanlı mesela. Farklı bir lezzet. Daha damardan, “mekân”dan…
Bu arada Halil Sezai’nin (Paracıkoğlu) ailesinin Bulgaristan’ın Paracık köyünden olduğunu eklemem lazım. O “göçmenlik” cebimizde dursun… Youtube’la ülkesini, hatta dünyayı dolaşan, fetheden sokak müzisyenlerini anmaya-saymaya kalksan, işin içinden çıkamazsın. İyi, münasip de olur; içinden çıkmamak lazım bazı işlerin.
Yağmurun altındaki mızıkacı
Aralarında yola Mississippi sokaklarından çıkan B.B. King, üniversitedeyken elinde gitarıyla Austin’de dolaşan Janis Joplin de var. Playing for Change’de dünyaca ünlenen Grandpa Elliot, Roger Ridley gibi dizi dizi inci müzisyenler de…
Youtube’a “street performance” yazdığında başlıyorsun devriâleme. Her türden, her ülkeden, milletten sokak festivalleri, resitalleri. İsimli-isimsiz kahramanlar. 80’lerin darbe günlerinde, Kızılay’ın ortasında gördüğümüzde Reha Mağden’in hikâyesine isyan tablosu gibi ilişen o sahne:
Şiddetli yağmurda genç bir adam çınar ağacının altına oturmuş. Yüzünde yağmur var. “Varsın yağsın” umursamazlığıyla küçük ağız armonikasını, “mızıka”sını üflüyor. Var gücüyle… Melodi tanıdık, sakıncalı. O duruşundan sakıncalı olmasın… Attilâ İlhan boşuna yazmamış vaktiyle; “Boynuna o yeşil fuları sarma çocuk /Gece trenlerine binme kaybolursun /Sokaklarda mızıka çalma çocuk /Vurulursun”. Yani mızıkayla da olur, “Yort Savul”.
Ankara’nın sokak sesleri
Ankara’da son sekiz yıla kadar ömrümün geçtiği Bahçelievler-Emek Mahallesi, bir köşeye yerleşen “sokak müziği”nin, sokakları dolaşan müzisyenlerin mekânı olmadı pek. İstanbul’un sazlı-sözlü sokaklarının yanında belki Ankara öyleydi. Yine de Kızılay’daki bazı siluetler ilk gençliğimdeki flu fotoğraflarım arasında.
Okullardan duyulan İstiklal Marşı, afişli-bayraklı arabalardan bağıran seçim şarkıları, gençliğimde dağı(tı)lan gösterilerin bazen sokaklarda marşlarla, türkülerle gelen finalleri, seyyar satıcıların müzikal nidaları, kamyonetiyle dolaşan overlokçunun, tüpçünün farklı cıngılları gelirdi kulağımıza. Ta ki 17-18 yıl filan öncesine kadar.
Evlere sızan “Tuna Dalgaları”
Sanıyorum 2005, 2006 baharıydı. Bilmiyorum belki o ânı o mevsime yakıştırdım. Giderek yakınlaşan bir akordeon sesi: “Tuna Dalgaları…” Emek Mahallesi sokaklarında elinde akordeon, eski ceket-pantolonu, parlamış, siyah, ip gibi kravatıyla dolaşan bir adam.
Pencereden, balkondan bakanlar olunca duruyor, aynı eseri notaları, temposu dalgalanarak devam ettiriyor. Geçiş nağmeleri biraz ağır aksak, tıknefes. Arada notası eksik kalsa da devam ediyor. Aşağı inmiştim; ailesiyle Bulgaristan’dan geldiğini hatırlıyorum. Esmerdi, koyusundan…
O dönemde hiç kulağımızdan eksilmedi akordeon sesi. Örnekleri çoğaldı. Ama hep, ille de “Tuna Dalgaları”. Ya göçmen, ya mevsimlik Balkan çalgıcıları… Birazdan değineceğim, bir muhacirlik var akordeonda. İlkokulda Müzik Dersi’nde öğrendikleri bir müfredat şarkısı mıydı acaba? Melodikayla mesela.
“Yıldızların Altında” akordeon
Sokaktan gelen o sese pürtelaş ilgimde belki Türkiye’de bir dönem dışında popüler olmayan, grup, enstrüman seçimi deyince pek heves yaratmayan akordeonun da etkisi olmalı. Benim için çocukluktan farklıydı. Annem de, dayım da sıkı akordeon çalıyordu. Kökleri bir taraftan Makedonya’ya, Yunanistan’a ulaşan ailemizde ortada dolaşan, o eski muhabbetlere konuk olan enstrüman.
Annem Hohner marka yorgun akordeonunu bir kuytuya kaldırmadı hiç. Çocukken dayısı hediye etmiş. İyice ihtiyarlayıp akordeonu omuzlayamadığında küçük, dizüstü dijital bir klavyede usulca dolaştı parmakları. Akordeonunun da bir-iki tuşu bozulmuştu epey kocadığı o günlerde; ehlini bulup tamire götüremedik, vefasızlıktır. İkisine de…
Sesi de güzeldi doğrusu… Piknik, eş-dost, aile toplantıları, yeri-zamanı gelince akordeon eşliğinde toplu şarkılar. “Yıldızların Altında” akordeonla şarkı marşı; sözleri herkesin ezberinde. Birlikte sazlı-sözlü muhabbetin açılış faslından… Sonra kadim ya da popüler ne varsa. Neyi mırıldansan çalardı.
Temposu/solosuyla çok sesli
Emekli “Mızıka Astsubayı” dayım desen, o da akordeonuyla estirmiş bir zamanlar. Gençliğinde atının terkisinde nikelajı-sedefiyle parlayan, yoldan geçerken kıpırdayan perdelerin ardındaki kızlara ışık oyunları yapan, ayna tutan kırmızı Hohner.
Ondan söz açıldığında aile albümünde önce o vesikalık, o efsane. Oysa “aykırı” hikâyeleri bitmez ve ondan ibaret değil. Bir vesileyle birazını yazmıştım bir zamanlar. “Vicdan”ı, o âsî donanımı onda da gördüğümü… (14 Aralık 2018, Serbestiyet.)
“Bando Astsubay Yüksek Meslek Okulu”na “Askeri Mızıka Okulu” deniyormuş dayımın zamanında. Akordeona da bando demek fazla abartı sayılmaz; bir el küçük düğmelerin üzerinde gezinip temposuyla müziğe ritmini verir, eşlik eder, solosu, melodisi de diğer elin gezindiği klavyeden akar gider. Çok sesli… Bir de sesin güzelse, daha ne olsun.
“Fukara piyanosu” ama…
“Fukara piyanosu” demişler bir zamanlar da… Yazarken baktım, oyuncak sayılmayanı 40-50 binden başlayıp 160 bin liraya tempo tutuyor. Dolar müzisyene de kur yapmıyor artık. Eskinin ille de “piyanist aristokrasisi-burjuvazisi” ölçeğinde bir deyim, burun bükme herhalde.
Bir yönüyle daha hakkı-hukuku yenmiş olabilir biraz. Zira her yere götürebilir, yanında taşıyabilirsin. Taşınabilir enstrüman daha cazibeli, baştan çıkartıcı, daha “serseri” fikrimce. Yaygın rivayet-i hakikatine göre aşk meşk onu severmiş. Serenadı yanında, karşısında, canlı heyecanlı istermiş.
Celal Şahin’den “Sesle Çizgiler”
Yine çocukluğuma dönersem, doktor… Bir zamanların efsanesi Celal Şahin’i hatırlıyorum. Akordeonu, arada melodikasıyla parodilerini, hayati, siyasi, kafiyeli hicivlerini müzikle, temposuyla sergiliyor. Tren, dolmuş-otobüs efektleri filan da yapıyor sesi, enstrümanıyla.
Ses, lehçe taklidinde de mahir. Siyah beyaz TV ekranında programının adı “Sesle Çizgiler”. Bürokrasiden yakınan“Bugün git, yarın gel”, sülâle boyu piknikleri hicveden “Pazar gezmesi, badem ezmesi” yurt çapında popüler. Güldürükçü muhalefet daha etkili galiba da, ondan ibareti bazen biraz saman alevi. Oturur güleriz ağlanacak halimize.
Piazzolla da göçmen kuşlardan
Akordeon iki yüz yıldır klasik müzikten folk müziğe, etnik örneklere, bluesdan caza dolaşıyor dünyayı. Sonraki yıllarımda enstrüman dünyasının gölgesinde kalsa da Astor Piazzolla arada uğruyor evimize. O da muhacir; hem doğumunda İtalya’dan Arjantin’e göçen ailesiyle öyle… Hem de ailesiyle New York’a göçtüklerinde. Yakın arkadaşlarının meskeni Sing Sing, Alcatraz hapishaneleri oluyor. O müzik sayesinde kurtarmış.
Sonra yeniden Arjantin, sonra Paris, Arjantin’de diktatörlük döneminde İtalya. Arjantin’de öldüğünde “nereli” bilmiyorum. Bilincini iki yıl önce Paris’te kaybetmiş. Bir sıla hasreti, çığlığı, vatan arayışı yahut vatansızlık, bir göçmenlik akordeonun sesinde de var. Enstrümanın da tarihi göçmen zaten.
Akordeonun nefesi ciğerden
Müzik dinlerken vefasızlık etsem de çocukluk hatıralarımla abidevi bir çalgı gibi sevdim akordeonu. Her enstrüman insanın başka teline, beynin-bedenin saklı notalarına değebilir de… Büyülüydü, farklıydı akordeon. Çocuksu, hoppa, uçarı bir hüznü vardı sanki. Hakimdi çok sesli ama tek tabanca resitaline.
İlke Ulaş Kuvanç şöyle tanımlıyor: “Üflemesi rüzgârdır, rüzgârı müzik. Nefes alır, nefesini verdiğinde ise dünya üzerindeki tüm duyguları ifade edebilecek güzellikte notalar dökülür ciğerlerinden…” Nefesli çalgılardan önemli bir farkı var. Ciğerli… Körüğüyle çalanın değil kendi nefesini üretiyor-üflüyor, çalanın sesini-nefesini de özgür kılıyor, kendi rüzgârını estiriyor notalara. Ciğerden…
“Esmerimiz biçim biçim” ama…
Bütün bu hatıraları aklıma, bu yazıyı klavyeme bugün düşüren Ciguli oldu. Bulgaristan Hasköy’de (Haskovo) doğan Angel Yordanov Kapsov. Melek ismini yakıştırmışlar. Sonradan nâmını Volga (İdil) kıyısındaki dağlardan estiren Jiguli otomobilinin hızlılığına atfen Ciguli lakabını alıyor. Öyle hızlı çalıyor akordeonunu.
Nasıl da “milli”ydi bir zamanlar. İnternetteki kronolojilerden bir ölüm tarihine bakarken karşıma çıktı. Ciguli dokuz yıl önce bugünlerde, 31 Ekim’de Sofya’da ölmüş. Sekte-i kalpten, 57 yaşında. “Yürek enfarkt”ı. Vay Ciguli ya… Sen de mi küçücük kaldın bir tabutta?
Sokaktan muhacir, mevsimlikçi akordeoncular ondan sonra da mı eksildi? Heves, ihtiras mı kalmadı, hayaller mi yıkıldı… Bir dönem öyle de mi bitti? “Esmer göçmenlik” bugün iyice başa bela zaten. “Esmeri biçim biçim” Türkiye’de bile daniskasını yaşıyoruz bu rezaletin.
Kül Sokağı’ndan nağmeler
Ben sevdim Ciguli’yi… Sesi, müziğiyle de varlığını. Akordeonundan öte… Nağmesinde, sesinde, kulağa gelişinde bir Raj Kapoor mevsimi, bir “Avare mu (Awaara Hoon)” baharatı, tadı mı desem… Hatıralı çağrışımlar; siluetiyle hep gülen farklı telden Cilalı İbo mu yoksa! Cin gibi gözler, stilde bir pelteklik, sokak çocukluğu.
PopStar Bayhan da öyle yakalamıştı beni, o ucundan… Nağmeleri, nakaratları, ciğerden, uzun yoldan geliyor. Öyle tılsımlar, şeytan tüyleri var müzikte. Hatta meydan okuyayım bu gazla: Olmasa ne işe yarardı?
Hatırladıklarım böyle işte; nostalji hayatın boyunca tempoyu ayarlar, anıların da solo yapar, dile dökülür. Gelecek pazar yine gönlümdeki Kül Sokağı’ndan nağmeler, taşıyabildiğim kadarıyla gazinolardan, İstanbul Radyosu’ndan, Çiçek Pasajı’ndan, Pazarı’ndan “Esmer Laleler” getireceğim.
Sarısı değil asıl siyahı, karası efsane, nadir. Bizde Erzurum’un Karayazı ilçesindeki kısa ömürlü, siyaha çalan mor rengiyle “ters lale”ler gibi. Ağlayan Gelin, Yere Bakan da diyorlar o ters laleye. Dil işte, enstrüman gibi o da her şeyi bir anda, bir tınısıyla bile anlatabiliyor, hissettirebiliyor. Gezdiriyor…
ŞARKICI KARISI BİNNAZ’LA GIRNATACI BABATİ
Ciguli’nin ünlü şarkısına mevzu olan hikâye de gerçek hayattan: “Şarkıcı karısı Binnaz /Kumarcı karısı Binnaz…” Ciguli’nin klarnetçisi Ahmet Babati ile eşi Binnaz’ın hikâyesi… O hikâyede kalkıp göbek atılacak bir durum yok ama ülkeye öyle “işleyen” şarkılardan. “Dom dom kurşunu”yla pistte az zıplamadı insanlar. Tempo işte bazen güftesi lafügüzaf.
Binnaz da Bulgaristan’da “Roman Mahallesi”nde yaşıyor. Ciguli’nin “Bulgaristan’ın Padişahı” olarak anıldığı mahallede… Zira tahtını ülkeye de kurmuş. Ciguli Binnaz’ı arabayla kaçırıp “Gırnatacı Babati”yle evlendiriyor. Lâkin Binnaz’ın deyimiyle Ahmet “çok (h)aylaz”: Çok kumar oynuyor, çok mastika içiyor. Üçgeni eşine şiddet, küfürbazlığı tamamlıyor.
Anlatıyor Binnaz: “Ciguli baktı ki Ahmet’i yola getiremiyor, ip kopacak. ‘Gelin sizin hayatınıza bir şarkı yapayım, bu yuva yıkılmasın’ dedi. Şükürler olsun bizim evimiz de başımıza çökmekten kurtuldu. Artık çok iyiyiz, elini barbuta sürmez, ağzına mastika değdirmez, gacılara bakmaz, aldığı sipaliyi (Roman dilinde, argoda müzisyenin kazandığı para) elime koyar.” (Hürriyet, 16 Ağustos 1999, röportajı yapan gazetecinin adı yazılmamış)