Şair üniversite yıllarında bir kız sever. Bir şiir yazar. Şiir çok sonra dillere destan olacak bir aşk şiiridir. Aşka değen herşeyin ölümsüzleşmesi gibi bu şiir de bir nevi beka kazanır. Şiir nispeten basit ama ziyadesiyle inceliklidir. Aşkın nesnesi, şiirin bahanesidir. Şairin ruhu letafette gökdelenler (belki saraylar, belki saadetten bir ev, yok hayır, şiirden bir hayat) inşa edecek ustalıktadır ancak aşkın nesnesi oralı değildir. Aşka seyirci kalmıştır. İçine girilmedikçe aşk gariptir. Garip, yabancı olan herşeyin yüzünde bir aşırılık vardır. Bu ya bir artı değer ya da bir artı keder olarak tecelli edecektir. Aşkın dili süperlatiftir. Aşkta ifade bulan sevginin en büyük özelliği taraflarını teslim almasıdır. Başa gelen bir şey olarak aşk gerçek anlamda bir kazadır. İki anlamıyla kaderin bir kazası. Aşktan yaralı çıkar bir insan (veya iki).
Aşk kuyusuna düşen şair, mecazda başladığı yolculuğunu hakikatte sürdürmek ister. Maddeden manaya, yerden göğe, kaderden takdire yükselmek için didinir. Onun hasret dolu duyarlılığında bir medeniyet dirilmiş gibidir. Eski bir his kuyudan minareye çıkmak ister. Doğu’nun bu kaçıncı oğlu kendi kalmak için yeniden doğmak ister. O artık büyük bir şair, memleketin yeniden dirilişinde bir semboldür. Ama yine de bir insandır şair. Aşktan yana yaralı. İlk günkü gibi. Tazeliğini koruyan bir yara tüm ruhanileştirme çabalarına rağmen hala kalpte ağlamaklıdır. Şairin ruhu aşkınlıkta kendisini halktan ve gündeliğin gürültüsünden azad etmişken, şairin kalbi sadece sevgiliyi görür. Bütün dünya hüzünlü bir sürgündür. Ümidini kaybetmemiştir o. Aşkın kanunudur: En sofistike acılara katlanan kalbi aşkın en basit reflekslerinden de uzağa gidemez.
Bütün inşa ettiği görkemli fikri ve estetik eserler ve poetik azamete rağmen şair de bir insandır; kalbi çırpınan bir insan. Sevdiği kadını görmek için onun yolunun geçtiği muhite gitmiştir. Onunla karşılaşma ümidiyle zamane tabiriyle ‘stalk’lama yapmıştır belki de. Aşkta tarih durduğu için sevgili yirmi yaşında ne ise doksan yaşında da odur. Ve o görünür. İşte karşıdan geliyordur. Şair yarım asır sonra hala aynı heyecanla ona doğru yürür. Elinde belki Cağaloğlu’ndan kalma bir kitap poşeti. Mahçup olmayacak ve mahçup etmeyecek bir kıvamda yakınından, en yakınından geçmek ister. Yaklaştığında gözlerinin ferinde yangın çıkmış gibidir. Tek görgü tanığına göre şair son bir kez dikkatle bakar gözlerine sevdiği kadının. Şairin gözleri beni gör dercesine bakmaktadır. Bütün bu ihtişamlı şiirleri senin için yazdım. Yarım bir asrı seni düşünerek geçirdim der gibi. Fakat heyhat sevgili sadece bir görgü tanığıdır. Oralı değildir, olamamıştır. Aşktan yana yaralanmamış bir devlet memurunun işbu idariliği içinde en fazla ravisi olur o son bakışın. Tüzük karşısında şiir. Şairin bakışları boşluğa düşer.
Şairin mecaza dair son teşebbüsü de akim kalmıştır. Sanki şair mecazdan çıkamamıştır. Akla gelen bir soru şudur: aşk-ı hakikî aşk-ı mecazînin mecazı mıdır? Bunun cevabını bilmiyoruz. Hikayenin sonunda şair ölür. Geriye şiiri kalır. Görgü tanığı, sevgilinin şairin acılarından yana bir suçluluk hissetmediğini anlatır. ‘Yüz vermemiş olmak’ ifade tutanaklarında bürokratik bir masumiyet olarak yerini alır. Şairin aşkınlıkta gezinen şiirleri ‘telef’ olurken, sevgili devlet dairesinde karşılığını bulmuştur. Ezberlediği şiir şairin şiiri değildir. Böylece herkesin aşkı kendine kalmıştır. Şairinki ve görgü tanığının.