Geçen hafta “Öyle bir kuşak ki… müzikali”yle başladığım yazı dizisinin şeref konuğu “lambalı, mobilyalı” radyoydu. Ama o mevzuda beni doğrudan, damardan ilgilendiren ilk çocukluk hatıram bir cep radyosu. Üstelik kırmızı; en sevdiğim renk. Nerede alengirli yani hem gösterişli, cakalı, fiyakalı, hem de netâmeli, davetkâr, potansiyel olarak sakıncalı bir şey varsa kırmızı zaten.
Babam o zamanlar Ortadoğu’nun Paris’i olarak anılan Beyrut’tan getirmişti (Yok, mahallenin Amerikan pilot montlu sakinleri gibi o da CIA’de filan çalışmıyordu, Esenboğa Havalimanı’nda Meydan Müdürü’ydü). El kadardı ilk cep radyomuz, ama çok yakardı. Kısa sürede biten kalem pilini, Berecleri, Pilma Tudorları kastediyorum. O yıllarda içindeki muammayı da akıtırlardı bir süre sonra.
O yüzden cep radyolarının üzerine onun kadar gövdesiyle “batarya pilleri”ni uyarlar, bantlar, lastiklerdi bazı müteşebbisler. Uzun giderdi o sayede… O piller kuşağımızın iftihar edemeyeceği, övünme payı çıkaramayacağı tek şey olabilir. Lâkin Yeşilçam’ın altında film çevirseydim, Münir Özkul’a eve dönerken fileyle bir ekmek, bir gazete ve iki kalem pil getirtirdim. İyi replikler çıkar oradan.
Prize takılan devrimlere kontur
Zira büyükşehirli, orta direk ergenlerin, gençlerin temel ihtiyaçları barınma, beslenme, müzik ve kalem pil o zamanlar. Tarihte hakkı yeterince verildi mi bilemiyorum ama büyük icat. Pilli radyonun iç içe geçen antenini açtın mı müzik her yerde…
Türkiye evlerde “Prize Takılan Şeyler Devrimi”ni yaşıyor henüz. Şehirlerdeki hanelerde bir iki adet priz var ama bazıları öyle boş boş durduğu için çocuklar parmaklarını sokuyor. Pilli radyo prize takılan devrimlerin şaşkınlığını üzerinden atamayan, bütçeleri sarsan maliyetini sabah akşam tartışan kuşaklar için yeni bir şok şok şok.
Onunla birlikte, yeni mobilyalı radyosunu “Artık akümülatör, anot bataryası vesaireye lüzum kalmamıştır. Bir elektrik ütüsü gibi bu radyonun fişini cereyan prizine koyduğunuz zaman bütün dünya konserlerini dinlersiniz” reklâmıyla, “bilmem kime anlatır gibi” tanıtan Philips’in sadece derme çatma anteni değil pabucu da dama atılıyor.
Radyoyla piknik zulmüne son
Pil sayesinde radyo artık sabit değil. Sen de portatifsin. El-cep tipiyle radyoyu istediğin odada, mutfakta, bahçede-balkonda, sokakta, arabada, hatta varsa montelediğin bisikletinde vs. dinleme lüksü bir yana, piknikler de metronomunu, ritmini, fasıl heyetini öyle buluyor.
Piknikte bir kısım aile efradının gazına gelen kesintisiz, canlı “akraba solistler geçidi”nin, az ötedeki hasırlarda, örtülerde müziğini icra eden bozuk düzen “Yurttan Sesler”in zulmünden insanlar öyle de kurtuluyor biraz.
Çünkü “detone” bir müzik terimi değil bir müzik türü o yıllarda. En azından radyo uygun sesi, makamını, temposunu vererek, unutulup “lay lay”la geçilen sözlerini hatırlatarak eşlik edenlere yol, usul gösteriyor, ayar yapıyor. Solo icracılar ön plandaki radyonun koro üyesi olmayı mecburen kabulleniyor.
İlk transistorlu radyo fenomeni
Cep radyosunun mucizeleri onunla da bitmiyor. Yatma saati çocuklar için 21.00’e ayarlanan evlerde herkes yavrularını mışıldar sanırken yorganın altında usulca İl Radyosu’ndan “Dinleyici İstekleri”ni, bir zaman sonra “Dilek Pınarı”nı “her akşam aynı saatte” dinleyenler için de hoş kaçamak.
İstek sahiplerinin isimlerini tek tek yayınlayan “Dinleyici İstekleri”nde adını duymak da ayrı itibar… Programdaki afili, yeni şarkıların gedikli, herkesin ezberlediği isimleri arasında her akşam yer almak ise arşa ermek. Radyoda onların isimlerini, istedikleri parçaların sanatçılarından daha fazla duyuyorsun.
Tüm kapasitemle düşünsem de, o yıllarda “yabancı müzik” dinleyicilerinin adı-soyadıyla ezbere bildiği o iki-üç ismi şimdi hatırlayamıyorum. Her kula nasip olmayan o rütbe, medyatikliğin, sosyal medya fenomenliğin de ilk örneği olsa gerek. Göbek adı dâhil ismiyle soyadıyla transistorlu radyo fenomeni. Bir yerde denk gelip tanışsan: “Ben Bond, James Bond… Evet, radyodaki o çocuk benim.”
Radyonun tek yönlü bir iletim aracından bir iletişim aracına, karşılıklı konuşma imkânına, interaktif bir platforma dönüşme sürecinde ilk duraklardan birisi de. Sadece isminle de olsa “sen de” radyodasın. Ki kısa süre sonra seçtiğin şarkıyı armağan ettiğin isim ya da isimler de, radyodaki “biz” olacak. Orada “senin şarkıların” da, senin onayının, sunumunun, adının soyadının altında çalınacak.
Radyoda “yetişen” sanatçılar
Radyo sadece girebildiği evlere değil sanatçılara da itibar sağlıyor o dönem. İlk konservatuvar olarak anılan Dârü’l Bedâyi, Musiki Cemiyetleri bir yana, sanatçı mertebesine erme skalasında “Radyo sanatçılığı”nın da ayrı bir yeri, “diploma”sı var zira.
Radyoya “çıkan” değil oraya sınavla alınıp orada “yetişen” sanatçılar. Ankara Radyosu’nda Perihan Altındağ, Muzaffer İlkar, Sadi Hoşses, Behiye Aksoy, Güneri Tecer, Zekai Tunca, Yaşar Özel, Mustafa Sağyaşar hemen akla gelen isimlerden.
Müzeyyen Senar 1938’de Ankara Radyosu’nun yeni binasındaki ilk yıllarına omuz veren efsanelerden. İstanbul Radyosu da var tabii ama Ankara Radyosu’nun yeri başka (Devletin, Başkentin başkası). Radyonun da başkenti…
Garibim onlar da ne yapsın, müziğin Osmanlıdan gelen rengârenk, çok kültürlü mirasını, dünyanın müziğini arkalarına alarak icra heyetlerinden musiki cemiyetlerine, meşkhanelerden çalgılı kahvelere, lokantalardan meyhanelere, tavernalardan barlara, müzikhollerden gazinolara İstanbul’u her telden, milletten müziğin başkenti yapmakla yetiniyorlar mecburen!
Zeki Müren Türkçesiyle ilk anons
İstanbul’un radyofonik itibar miladında da “Sayın dinleyiciler ‘Şarkılar’ programında Zeki Müren’i dinleyeceksiniz. Bu programda eserlerin takdimini sanatkâr kendisi yapacak” anonsunun ardından ilk konserini 1951’de İstanbul Radyosu’nda veren Zeki Müren’in yeri ayrı.
Müren’in kendine has sesi, tonlaması, müzikal İstanbul Türkçesiyle “Refakat edenler Selahattin İnal (Keman), Ferit Sıdal (Tambur) ve Nevzat Sümer (Kanun). İlk olarak Hamamızâde İsmail Dede’nin Hicaz Yörük Semaisi ‘Yine neşe-i muhabbet dil ü canım etti Şeyda” anonsuyla başlayan koca bir konser. İsmail Dede’nin o şarkılarına pek aşina olmasak da “Yine bir gülnihal”ı evde, düğünde dernekte -valsiyle de- ezberlerden.
İlk deneme yayınları İstanbul Büyük Postahanesi’nin hemen önüne yerleştirilen hoparlörden halka müzik dinletilerek kamusallaşıyor. Gazetelerde silme “Radyo konserleri başlıyor” manşetleri… Düzenli yayınlar ise Mayıs 1927’de. Merkezine Riyaseticumhur Filarmoni Orkestrası’nı, yeni devleti yerleştiren Ankara Radyosu’nun aksine İstanbul Radyosu döneminin çok renkli, çok kültürlü “Musiki Ansiklopedisi” gibi.
Afedersiniz hepsi ayrı milletten
“Tanburi Dürrü, Kemençeci Anastas, Kemani Nubar, Udi-kemençeci Arşak, lavtada Ovrik Efendiler, Kanuni Mustafa Beyler ve Hânende Hafız Kâmil, Behçet, Faruk Efendiler”le Alaturka saz heyetinin ardından, 15 dakika “Anadolu Ajans Havadisleri”.
Sonra yine tanburacı, zurnazen beylerin, efendilerin “Nimed Vahid Hanım ve Madam Hege refakatiyle” konserleri. Saat 21.30’a gelince “Alafranga konser”: “Orkestra Mösyö Popof, piyano solo Matmazel Bortman, soprano Matmazel Dominiçi, Tenor Mösyö Dönari, Madam Liyanskaya, Madam Apostalidas.” Radyo yayını Peyami Safa Beyefendi’nin okuduğu şiirlerden sonra saat 22.00’da başlayan “Orkestra ve Cazband ile geceyarısına kadar dans”la noktalıyor.
Yayınlar hoş da millî açıdan zayıf. Sanatçıların hepsi afedersiniz ayrı milletten. Ankara Radyosu yayınına devletlû millî aralıksız devam ederken, İstanbul’da kesintiler başlıyor. Zarar ettiği için şirketle sözleşmesi yenilenmeyen, kendini tasfiye ederek 1936’da PTT’ye devredilen ve 1938’de yayınına ara veren İstanbul Radyosu anca 1949’da yeni binasında kapılarını açıyor.
Nostaljik “radyocu” repliği
Döneminin gurur kaynağı olan radyo sanatçılarını, sinema âlemi açısından “Radyo Günleri”ni, Woody Allen de unutulmaz kılıyor. Kılıyor da filmde “radyocu”lara dair o hazin replik de eski pirinç bir tabela gibi asılı kalıyor: “Gelecek kuşaklar bizim hakkımızda bir şeyler duyacak mı merak ediyorum. Sanmıyorum, belli bir süre sonra her şey geçiyor. Ne kadar ünlü olduğumuzun veya dinleyiciler üzerindeki etkimizin hiç önemi yok.”
Yazı dizim “müzikal” ama radyoyla hayatımıza giren tiyatro sanatçılarını, onların radyo programlarını da birkaç cümleyle olsa da yadetmek gönlümün borcu. Sanıyorum o kuşak “Mikrofonda Tiyatro”nun anonsunu unutmamıştır: “Efekt: Ertuğrul İmer-Korkmaz Çakar, Birinci kadın: Macide Tanır, Birinci erkek: Yıldırım Önal, İkinci erkek: Haluk Kurdoğlu, Çocuk: Sancar Altuğ…”
Bazı aileler topluca, bazı şanslı çocuklar ise uykuya dalmadan yatağında küçük pilli radyosundan dinliyor klasikleri. Tabii bir de sabah kuşağında yer alan “Arkası Yarın” var.
Filmiyle de gişe yapan “Brahms’ı Sever misiniz”i mi dinlersiniz günlerce… “Bülbülü Öldürmek”i mi, yoksa Rus klasikleri dâhil dünya edebiyatını mı? Edebiyatçılar “Radyo Oyunları” yazıyor, birçok radyo dinleyicisi klasiklerin repliklerini bile ezberliyor.
“Denize geldik” diyen radyolar
İkinci radyofonik hatıram ise şehirlerarası seyahatlerden, uzun yollardan geliyor. Ankara’dan gece yolculuğuna çıkıldığında yanı başımızdaki köyler, kasabalar bile solgun, tek tük ışıklarıyla uzak geliyor bana: “Ne kadar ışıksız, küçücük yerler…” Başta biraz direniyorum uykuya. Ama kısa süre sonra genellikle “deniz”e giden o gece yolculuklarında deliksiz uyuyorum çocukken. O nedenle uzun yol dakika kapsamında geçiyor.
Uyumak bir an önce denize ulaşmanın yarattığı kemirgen sabırsızlığın, bozkır çocuğuna has “deniz tut(tur)ması”nın tek ilacı. Hani küçük çocuklara sonraki günü “Yatıcan kalkıcan yarın olacak” diye anlatırlar ya, öyle bir terapi. Açılan radyonun sesi ve onun dolaylı mesajı uyandırıyor beni: “Denize geldik…”
Özellikle Ankara-İstanbul seyahatlerinde “Gözünüz yolda, kulağınız bende olsun efendim” anonsunu sabırla bekleyen uzunyol sürücüsü denizi, körfezi gördüğü an açıyor radyoyu: “Yurttan Sesler”. Muzaffer Sarısözen yönetiminde “Beraber ve solo şarkılar” eşliğinde deniz.
Ne yana baksam deniz!
“Şarkılar” deyince “Nuh Nebi”nin mırıldandığı melodiler, “Dede Efendi”ler filan gelmesin aklınıza. Programda “Yazması oyalı, kundurası boyalı” derleme türküler revaçta. O çağıran, gezdiren, iç kıpırdatan sesle ben de gözlerimi açıyorum, hava da açmış, yavaştan aydınlanıyor. Alacakaranlığın sis gibi dağıldığı o ömre bedel dakikalar.
Ve Ankara çıkışında en son gördüğüm “Polatlı 53” kilometre tabelasından sonra, aniden denizle karşılaşıyorum. Ve anlattıklarımın hepsi aynı anda oluyor. Gözümü bir kapamış bir açmışım ki, hepsi önümde, deniz önümde… Gözlerim mahmur, yüreğimde bir kuş… Her seferinde ilk kez görmüş gibi bakıyorum denize.
Bakıyorum da, Yılmaz Erdoğan’dan mülhem ne yana baksam deniz sanıyorum. Mesela güneşin oyuncu ışıklarıyla deniz niyetine baktığım yer meğer ovaymış… Yanından geçerken anlıyorum. Kimimiz Erdoğan gibi şehirlerarası otobüslerde vazgeçiyor çocuk olmaktan, kimimiz çocukluğuna muhabbetle yaklaştıkça büyüyor, serpiliyor hâlâ.
O nedenle radyo (da) beni hâlâ insanın mutsuzluğunu iki damla gözyaşıyla anında defnettiği, gözyaşları hâlâ yanaklarından süzülürken neşeyle gülümsediği, kahkaha attığı o çocukluk günlerine götürebiliyor: “Yatıcan kalkıcan, gözünü kapatıp açıcan sabah olacak, yarın olacak, mutlu olacak, kahkahalar atacaksın”.
“İkimizin şarkısı” yoksa düğün olmaz
Çocukluğumda, ergenliğimde radyo farklı müzik programları, telifsiz diskoteğiyle de sürpriz. O sürprizi “Bundan sonra çalan şarkı size gelsin” diyerek “biz”leştirmen, hatta daha flörtöz mimiklerle “Ondan sonraki şarkıyı sen bana söylemiş ol”, “Sonrakini de ben sana söylemiş olayım” kurgusuyla iyice hususileştirmen, cüret edemediğin serenadını şarkılara bırakman, kıkırdaman da mümkün.
Biliyorsun zira… İlk aşklarda sevgililerin başı şarkılarla da dönüyor. O müzikalin başrolüne yerleşirsen, ona her şarkı seni hatırlatırsa ne âlâ. Yanından ayrıldığında aşk, sevgili şarkılara emanet… Kelimelerin kifayetsiz kaldığı, cesaretin tıkandığı, cüretin mahcubiyete yenildiği yerde şiirin peşisıra müzik, güftesiyle, ritmiyle de giriyor devreye.
Hem aşkta “ikimizin şarkısı”, “bizim şarkımız” diye bir şey, bir ünite var, zorunlu müfredat o zamanlar. O yoksa ağız tadıyla düğün bile yapamazsın, ilk dansında sıradan taşralılar gibi “La Cumparsita” ile sağa sola sallanırsın. Uruguaylı emperyalizm yanlısı bestecinin o şarkısıyla düğünleri kimliksiz kalan milyonlarca Jane-John Doeların arasına katılırsın.
Buselik makamından arkadaşlık teklifi
Radyoda “Bu şarkı sana gelsin” cilveleşmesi o yıllarda risksiz ayrıca. Hangi şarkı çıkarsa çıksın mahçup, hatta rezil olman ihtimal dâhilinde değil. Adı sanı, tüm hikâyesi “Allah belanı versin” olan, güftesi “İnim inim inleyesin”le karakter kazanan şarkılar, arabesk beddualar bir yana, “Hafif(meşrep) Türk Musikisi” de popüler değil henüz. Müzikal Angara pornografisi zaten yok.
Halk türkülerinde, onların sözlerinde aşkın her meyvesine, onları toplama, yeme usullerine detaylarıyla rastlanıyor elbet. Ama öyle “Çamdan sakız akıyor, kız nişanlın bakıyor”muş, “Koynundaki memeler turunç olmuş kokuyor”muş, yok efendim “Ah çinçini çinçini, öpem ağzın içini”ymiş filan çalmıyor radyolarda. Ruhi Su söyleyince de yasaklanıyor hemen: “Hem edep bilmiyor, hem de komünist herkesten…”
Şarkılar muhatabına edep dâhilinde, kurallara uygun, efendi efendi çıtlatıyor aşkını. Seviyeli arkadaşlık teklifinin kanun taksimi… En cüretkârı buselik makamından. O hudutlar dâhilinde, o nedenle de aşkın, tutkunun ne olduğunu öldüğünde bile çözemeyenlerin toplu mezarlıkları var ülkenin her yerinde: “Burada, bu tek kişilik mezarda refikam yatıyor, bitişiğinde de bendeniz uzanıyorum.”
Radyoman Cevdet Bey’in derdi
Şarkı söyleyen radyolar elbette güzel. Rengârenk bir dünya… Lâkin çocukluğumuzdaki, ilk gençliğimizdeki “radyonun sesi” öyle hoş değil her zaman. Nâzım Hikmet 80 yıl önce “Memleketimden İnsan Manzaraları”nda radyo meselesine ihtişamıyla, güzel güzel giriyor da sonrası öyle gelmiyor maalesef.
“Altı, sekiz lambalı Telefunken”lerden, pırıl pırıl parlayan minik ekranlarıyla istasyonlardan, hapishanedeki “dört lambalı 1929 yapımı” cızır cızır radyoya, radyonun başından ayrılmayan “Halil, Ressam Ali, Bethoven Hasan”a geliyor mesele.
Aynı “insan manzaraları”nda evinde kendine has “Radyo Odası” olan “Cevdet Bey” her gün dünyanın tüm müziklerini gezerken, aklında dünyanın derdi de var: “Kokainman, eroinman, nikotinoman, megaloman filan var ya Hacıbaba, /ben de elli beş yaşında bir radyomanım. /Yani illetimiz radyomani. /İnsanların seslerini dinliyorum, /dünyanın dört bucağından bana sesleniyorlar. /Onlarla alakamız uzaktan, /yaptıkları işler umrumda değil /bunları nasıl anlattıklarına meraklıyım. /Şarkılarını da seviyorum doğrusu, hangi dilde, hangi usulde olursa olsun, /yeryüzünün bütün şarkılarını. /Fakat farkında mısınız? /Şimdi hem şarkı söylüyorlar, Hacıbaba, /hem de gırtlak gırtlağa harbediyorlar yine. /Nasıl harbettiklerini de bir anlatıyorlar hani, /sanırsın şarkı söylüyorlar aşka dair.”
Bizim kuşak öyle harpleri, dünya savaşlarını evinde, cephesinde yaşamadı, bir nebzesine mahallesindeki “Kore gazisi manav amca”nın o savaştan beri aksak, dalgın, hep yorgun yürüyüşünde aşina oldu ama muharebe üniformalı, “kamuflajlı” darbeleri gördü bolca. On yılda bir periyodik yaşadı. Onlara, radyolu, transistorlu darbelere filan da gelecek pazar değinmeye çalışacağım.