Ana SayfaGÜNÜN YAZILARISosyal bilimlerde “Türkiye” problemi

Sosyal bilimlerde “Türkiye” problemi

Bir zamanlar bir komünist fıkrası vardı. Kim hatırlar bilemem. Eski Tüfekçiler neslinden kalma. Babamdan dinlemiştim (dört gün sonra öleli 47 yıl olacak, 9 Şubat’ta). Nazizm yenilirken, Müttefik liderleri Yalta’da toplanıyor (4-11 Şubat 1945; o da 78 yıl önce dün başladı, haftaya son bulacak). Ünlü Churchill anekdotuna göre paylaşıyorlar Avrupa’yı: batısı Batının, doğusu Sovyetlerin, arada Yunanistan da fifty-fifty. Yalnız Türkiye’ye dokunmayacaklar. Bir kenarda dursun -- tuhaf, benzersiz, görünüşte hiçbir açıklaması olmayan sosyo-politik süreçlerin inceleneceği bir laboratuvar olarak.

[4-5 Şubat 2023] İlk dinlediğimde pek anlamadığımı, hattâ içten içe tepki duyduğumu da itiraf etmeliyim, gençliğimin dogmatizmi ve arrogansıyla. Bir kere, ne demekti, herhangi bir toplumun tarihsel materyalizmin genel kanuniyetleri dışında sayılması? Böyle bir garabet olur muydu? Sosyal sınıflar yok muydu Türkiye’de? İşçi sınıfı yok muydu? Burjuvazi yok muydu? Tamam, Türkiye gelişmiş kapitalist değil geri kalmış (geri bıraktırılmış) yarı-sömürge, yarı-feodal bir ülkeydi; ama işbirlikçi burjuvazisi ve toprak ağaları da mı yoktu alt tarafı? Esasen bu nedenle, er geç devrim (tabii Millî Demokratik Devrim) olmayacak mıydı?

İkincisi, doğru muydu yani, gerçek miydi, Churchill’in küçük bir kağıda bunları yazıp Stalin’e verdiği, Stalin’in de üzerine bir tik atıp geri verdiği, her şeyin iki dakikada olup bittiği, ülkelerin bağımsız iradesi yokmuşçasına böyle bir Büyük Devlet oyunu oynandığı? Henüz Maocu değildim, Sovyetlere toz kondurmamaya fazlasıyla yatkındım (daha sonra Çin’e toz kondurmayacağım gibi). Dolayısıyla biraz hayretle bakıyordum, babamın Stalin’in soğuk amansızlığına nasıl gülebildiğine. Başka bir vesileyle susup, karamsarlaşıp, evet, gizli diplomasi diye bir şey gerçekten var galiba diye hayıflandığını da hatırlıyorum. Bugün bütün bunlar bana sosyalizm tarihinden trajik sayfalar sunuyor; çok karmaşık, çok acılı şeyler imâ ediyor, o nesillerin (belki sadece en iyilerinin) nasıl bir iç dünyası olduğu; hem neleri görüp bildiği, hem de nasıl ideolojiye ve parti çizgisine sadık kalabildiği hakkında.

Bir yanda, çok şey yaşamış bir adamın vakur, bastırılmış kederi. Diğer yanda, henüz hayatı ve dünyayı tanımayan ukalâ bir çocuğun duygusuz Doğrucu Davutluğu. Hiç açığa vurmadım gerçi. Ama yarım yamalak düşünmüş olmam da yeter. İçimi hüzün kaplıyor, hoyratlığımı (hoyratlıklarımı) anımsadıkça.

Ve üstelik, son yıllarda gitgide daha fazla hissediyorum, bu fıkradaki gerçek payını. Türkiye çok anlaşılır bir ülke mi, eninde sonunda? Bari ben de bir espri yapayım. Fazla uzağa gitmeye gerek yok; işte Süleyman Soylu, bütün bir tuhaflıklar yumağını somutluyor. Bir düzeyde, bir kişilik sorunu (gibi). Gelgelelim, bir seçen/ler var. Nasıl seçiliyor? Nasıl bir “doğal seleksiyon”dan geçerek öne çıkıyor? Üst düzeyde bir siyasetçi, bir bakan, İçişleri Bakanı. Kamu görevlisi. Güvenlikten, kanun ve nizamdan, öncelikle şiddeti önlemekten sorumlu. Toplumun (ve dünyanın) meşru siyasî bileşenlerine karşı az çok eşit mesafede durması lâzım. Pratik pek öyle değil. Son derece sert, öfkeli. İktidar kanadında olmayan herkesi, kendisinden farklı değil, muhalif değil, düşman sayıyor. Benzersiz bir dil kullanıyor. Son derece ideolojik. Nefret ve tehdit dolu. Bağırıp çağırıyor, horluyor, aşağılıyor. Yakın zamanda bir diğer siyasetçiyle, Zafer Partisi genel başkanı Ümit Özdağ ile karşılıklı hakaret yağdırdılar. Kabadayılık gösterilerinde bulundular. Gel dövüşelim demeye getirdiler. İkisinin de davranış kültürünü hayret ve dehşetle izledik. İkide bir, emniyetin muazzam başarılarına imza atıyor. Kâh bir casusluk şebekesi, kâh başka bir suç örgütü açığa çıkarılıyor. Çok sayıda insan tutuklanıyor. Benzersiz bir iş yaptık, bellerini kırdık diyor. Derken hepsi birer birer serbest bırakılıyor. Susuyor, hiçbir yorumda bulunmuyor. Belki hiç aldırmıyor. Belki unutulacağını umuyor.

Öte yandan, bazı çıkışları daha da büyük. Katastrofik denebilir. Hemen bütün kötülüklerden hep dış güçleri sorumlu tutuyor. Denebilir ki, bu zaten iktidarın genel çizgisi. Fakat Soylu, bütün diplomatik kuralları da yok sayıp, işi doğrudan ABD’yi suçlamaya kadar vardırıyor. 13 Kasım Pazar günü Taksim’de, İstiklâl Caddesinde meydana gelen bombalı saldırıyı salt PKK’ya değil, özel bir vurgu (iltisak?) ekleyip “Amerika’ya bağlı PYD/PKK terör örgütü”ne izafe etti. İsveç’teki Kuran yakma eyleminin ardından, El Kaide, IŞİD veya Taliban gibi örgütlerin karşı-teröre başvurabileceğinden endişelenen bazı ülkeler, Türkiye’deki konsolosluklarını geçici olarak kapattı. İktidar bunu Türkiye karşıtı bir tavır olarak gördü. Dışişleri Bakanı Mevlût Çavuşoğlu eleştirdi. Olabilir. Ama gene Süleyman Soylu çok daha ileri gitti. 3 Şubat’ta Antalya’da yaptığı konuşmada, bir, ABD’nin Türkiye’de sürekli darbe peşinde koştuğunu öne sürdü: “Türkiye’nin şöyle bir talihsizliği var, Türkiye’ye gelen her Amerikan büyükelçisi, ‘Ben Türkiye’de nasıl darbe yaparım, yaptırırım’ telaşı içerisindedir. Bu, Türkiye’nin temel bir talihsizliğidir. Her Amerikan büyükelçisinin ‘Türkiye’de acaba ben ne yaparım, ne yaptırırım ve Türkiye’ye nasıl zarar veririm, babalarıma nasıl yaranırım’ dertleri budur. Türkiye’nin yıllardan beri en önemli talihsizliklerinden bir tanesi budur, hep de bu olmuştur.” Bununla da kalmadı; iki, doğrudan ve benzersiz sözcüklerle ABD elçisine saldırdı: “Amerikan Büyükelçisi’ne buradan söylüyorum, hangi gazetecilere yazı yazdırdığını biliyorum, pis ellerini Türkiye’nin üzerinden çek, çok net söylüyorum, pis ellerini Türkiye’nin üzerinden çek. Neleri yaptırdığınızı, hangi adımları attırdığınızı, Türkiye’yi nasıl karıştırmak istediğinizi net bir şekilde biliyorum. O pis ellerinizi, o maskeli, sırıtan yüzlerinizi Türkiye’nin üzerinden çekiniz. Bu kadar açık.”

İşte sırf bunun için diyebilirim ki o eski komünist fıkrasında Türkiye’ye yakıştırılan laboratuvar rolünde, herhalde var bir gerçeklik payı. Çünkü böyle bir üslûbun, bu hitap tarzının diplomaside, uluslararası ilişkilerde hiçbir yeri yok. O kadar yok ki, rasyonel açıklama çabalarına zerrece sığmıyor. Hakikaten, başlı başına bir inceleme ve araştırma konusu olmaya lâyık. Kimileri gene daha kişisel sebep-sonuç ilişkilerine başvuruyor. Sağda solda deniyor ki, Sinan Ateş cinayeti sonrasında İçişleri Bakanı çok zor durumda kaldı. Emri altındaki polis teşkilâtına, özellikle de özel harekâtçılara MHP veya Ülkücü sızmasının ürkütücü boyutları gözler önüne serildi. O yüzden haftalardır susuyor. Düşük profil veriyor. Sadece, bu örnekte olduğu gibi, dış korkusu ve Batı düşmanlığı fırsatlarının üzerine atlıyor. Amerika’ya karşı sözlü kahramanlık demarşlarında bulunarak, “anti-emperyalist” kimliği ve konumunu sağlamlaştırmaya çalışıyor.

Olabilir. Kısa vâdede mantıklı da geliyor. Ama geriye, bütün bir çerçeve ve arkaplan sorusu kalıyor. Bu kadar ölçüsüzlüğün, bu kadar kuralsızlığın, herhangi bir ülkede, herhangi bir toplumda, herhangi bir kültürde nasıl mümkün olabileceği sorusu kalıyor.

Madalyonun diğer yüzünde, tümüyle bilinemezci değilim kuşkusuz. Var bir izahı. Fakat çok zor. Çok karmaşık. Payitaht Abdülhamit’te sultanın (güya) İngiliz sefirine tokat atmasını seyredip özeniyor diyebiliriz, kestirmeden. Ama o zaman da Payitaht Abdülhamit’i açıklamak lâzım. Daha doğrusu, II. Abdülhamit’in nasıl böyle kendisine çok aykırı bir rol modeli haline gelebildiğini. Getirildiğini.

Ne demiş Orhan Veli: Bir yer var, biliyorum; / Her şeyi söylemek mümkün; / Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum; / Anlatamıyorum.

- Advertisment -