Ana SayfaGÜNÜN YAZILARISöylencenin yerlemleri

Söylencenin yerlemleri

Tahsin Yücel, bugünün kuşakları arasında yapıtlarından çok 1990 yılında Hürriyet Gösteri’de çıkan bir yazısıyla biliniyor: Kötü bir yazar iyi bir romancı olabilir mi? Tahsin Yücel; romancı gömleğinin üstüne eleştirmen ceketini kuşanıp Orhan Pamuk’un çoğunlukla büyük bir başyapıt kabul edilen Kara Kitap’ı üstüne sert bir yazı yazmıştı. Bana göre bu yazı Türk edebiyatı tarihinde bir çeşit kırılma noktasıdır.

Tahsin Yücel, Türkçenin en tavizsiz savunucularından biriydi; ama hangi Türkçenin? 50’lerden bugüne yazılmış metinleri gözden geçirmeye kalksak iç savaş alanına dönmüş bir dilin çelişkili varyasyonlarıyla karşılaşırız. Gerçekten de bugün “Bıyık Söylencesi” ya da “Anlatı Yerlemleri” gibi başlıkları yadırgamayanlar azdır; bununla birlikte bir zamanlar güldürülere konu olan “soyut”, “edilgen” gibi kavramların da benimsendiğini, ideolojiden bağımsız hemen herkesin dağarcığına yerleştiğini kolaylıkla tespit edebiliriz. Yani adına “Dil Devrimi” dediğimiz gelişme – çok eleştirilse bile – Türkçenin verimli toprağına kendi çiçeklerini de bırakmış. Yücel’in, dil devriminin yazılı olmayan yasasına bağlılığı o kadar içtendi ki Flaubert’in “Bouvard ve Pecuchet” olarak çevrilmesi gereken romanına “Bilirbilmezler” diye başlık icat edecek kadar kendinden emindi. Yücel’in savunduğu Türkçe de cephanesini dil devrimi anlayışından derliyordu; ancak bugünlerde kitapları yeni baskılarıyla okura sunulan müteveffa yazarın tek yanı elbette bu değildi.

Tahsin Yücel en çalışkan yazarlarımızdan biri sayılabilir. Belki de yazmayı – tıpkı kendi Türkçesini savunmada gösterdiği kararlılık gibi – hayati bir görev saymıştı. Edebiyatımızda Nurullah Ataç’ın öncülüğüyle yükselen dilde yalınlaşma ve ‘öz’leşme çabasından hiç vazgeçmedi. Hatta özellikle çevirilerinde tercih ettiği dil ile bir anlamda teoriyi pratiğe çevirmek için gayret etti. 60’lı yıllarda Fransa’da bütün dünyayı etkisi altına alan yapısalcı düşünürlerin derslerini takip etti, kimilerini yakından tanıma fırsatı edindi. Fransız düşüncesinin bu yönünü Türkiye’de yakından bilen birkaç kişiden biriydi. Edebiyat çevrelerinde olduğu kadar akademide de büyük bir saygınlığa sahipti.

Ne yalan söyleyeyim, hiçbir zaman Yücel’in öykü ve romanlarının büyük bir hayranı olmadım, ama yapıtlarından çok şey öğrenilebileceğini düşündüm. Üniversite yıllarımda “Peygamberin Son Beş Günü” çıktığında bu romana dönemin edebiyat ve sanat dergilerinde, gazetelerin bugün artık iyice gözden düşen kültür sayfalarının vitrininde cömertçe yer ayrılmıştı. Peygamber lakaplı bir  solcu/devrimci karakterini kendi bakış açısıyla yorumlayan tam bir roman, yani Yücel’in hikayelerinin çoğu gibi işçiliği temiz, hedeflediğini ortaya koyan, modern romanın standartları – ne demekse! – açısından kesinlikle sınıfı geçen bir metin olarak tarif edebilirim. Aynı şeyi üç aşağı beş yukarı Bıyık Söylencesi, Yalan ya da Gökdelen için de söyleyebilirim. Tahsin Yücel, bu romanların hemen hepsinde bir ya da birkaç meseleye ışık tutar gibidir; ama ışık tuttuğu nesnenin ne olduğu romanın ilk cümlesinden önce tasarlanmıştır. Yazarı için yazdığında bir sır, keşfedilecek bir hikaye yoktur. Bir çeşit ‘mesaj kaygısı’ güttüğü söylenemez belki, ama okuruna taşımak istediği düşünce bellidir, bu düşünceden kendi çıkmadığı gibi okurun yolunu şaşırmaması için yol işaretlerini titizlikle işlemiştir. Bu tür yazarlık – Yücel’in ince işçiliği seviyesinde nadir de olsa – edebiyatımızda yaygındır. Bu yolu benimseyen yazarın toplum, tarih ve roman üstüne düşünülmüş düşünceleri vardır ve bu düşünceleri tartışmaktan çok aktarmakla uğraşır. Kuşkusuz yazarlığın tek bir yordamı yoktur ve böyle bir yazı işçiliği de özgür sanat uğraşının bir parçası olabilir; ama belli standartları sağlayıp roman sertifikası alacak tutarlılıkla bir metin ortaya koymak yeterli midir? Ya da tam tersine çarpık, bozuk hatta sorunlu bir dille bile olsa o düşüncenin kontrolden çıktığı bir metin mi sanata daha yakındır?

Tahsin Yücel, bugünün kuşakları arasında yapıtlarından çok 1990 yılında Hürriyet Gösteri’de çıkan bir yazısıyla biliniyor: Kötü bir yazar iyi bir romancı olabilir mi? Tahsin Yücel; romancı gömleğinin üstüne eleştirmen ceketini kuşanıp, Orhan Pamuk’un çoğunlukla büyük bir başyapıt kabul edilen Kara Kitap’ı üstüne sert bir yazı yazmıştı. Bana göre bu yazı Türk edebiyatı tarihinde bir çeşit kırılma noktasıdır. Ancak bunu söylerken Yücel’in eleştirisinin içeriğini tamamıyla ayrı tutuyorum; Orhan Pamuk’un hiçbir zaman yanıt verme gereği duymadığı bu yazıdan sonra Türk edebiyatı bir yol ayrımına girmiş ve tabiri caizse makas değiştirmiştir. Başlığından da anlaşılabileceği gibi Yücel, Orhan Pamuk’un romanını beğenmemekle yetinmemiştir. Kara Kitap, Tahsin Yücel’in o zamana kadar edebiyat, roman ve Türkçe adına doğru bildiği her şeye aykırıdır:

Kimi yazarlarımızın öve öve bitiremedikleri bu kitabı alıcı bir gözle okumayı denerseniz, tekdüze ve topal tümceleri, günümüz Türkçe’sinin çok gerilerinde kalmış sözcük dağarcığı, sıradan imgeleri karşısında, böyle bir kitabın yazarını “iyi yazar” olarak nitelemenin olanaksız olduğunu görürsünüz.

Tekdüze ve topal ‘tümce’ler,  günümüz Türkçesi, sıradan imgeler… Yücel daha yazının başında bir disiplin olarak benimsediği edebiyat uğraşısının kurallarını ortaya koymuş. Arama motorlarına başvurularak kolaylıkla bulunabilecek bu yazının devamında Yücel o yılların tipik eleştiri anlayışına uygun olarak bir tür düzeltmenliğe soyunuyor ve örneklerle Orhan Pamuk’un Türkçesinin ne kadar kötü olduğunu gösteriyor. Pamuk da açıkçası bu yönden gerçekten kolay bir hedeftir. Romanları “Pencerenin kulpu” ya da “ince belli çay fincanı” gibi gaflarla doludur. Ancak Yücel’in o yazıyı yazdığı zaman bir türlü kafasına oturmayan şey de sanırım buydu: Sanılanın aksine Edebiyat bir Türkçe dersi değildir. Ataç’tan sonra 80’li yıllara kadar Türk edebiyatı sırf “günümüz Türkçesi” için örnek oluşturabileceği düşünülen romanlara verilen ödüllerle doludur. Yazarların köylüleri “Allah korusun” yerine “Tanrı korusun” diye konuşturmaktan çekinmediği yıllar… Belki de yıllar içinde ülkemizde edebiyat ödüllerinin kıymetinin azalması biraz da bundandır.

Yücel’in yazısının yarısından çoğu Orhan Pamuk’un dil yanlışları ve cümle kurma becerisi üstüne odaklanıyor. Kalan bölümündeyse Yücel kabaca Pamuk’un işlediği temaların basmakalıplığından ‘Balzac’tan Michel Butor’a’ romanda bakış, işlev değişimi gibi noktalar açısından nasıl değiştiğinden, Pamuk’un aslında geri kalmış bir türün yazarı olduğundan söz ediyor. Bir disiplin kurma çabası roman pratiğiyle roman analizinin birbirine girmesine yol açıyor. Tahsin Yücel aslında söylediği her şeyde haklıydı, ama kendi Türkçesi açısından ve fazlasıyla haklıydı. Ancak ne dil ne de yaşayan dilin çarpıklıklarıyla hayata tutunabilen roman sanatı, bir düzen getirmeye elverişli alanlar değil. Yücel malum yazıyı yazdığında yıllardır sürmüş ama artık tamamlanmış ve istenen sonuca varmış gibi görünen dil savaşında hiçbir şeyin kazanılmadığını görmüş olabilir miydi? İlk yıllarından beri güç bela döndürülen kültür çarkı durmakla kalmamış, boşalmış, ters yöne doğru hızlanmaya başlamıştı. Hep olduğu gibi!

Andığım yazının çıkışından dört yıl sonra, 1994’te Orhan Pamuk yeni romanı “Yeni Hayat” ile İletişim Yayınları’na geçti ve yakın zamana kadar bu yayınevini değiştirmedi. Yıllar içinde sanırım Tahsin Yücel’in dil bilinciyle ilgili titizliğini sahiplenen yazarların sayısı gerçekten çok azaldı. Bugün dil devrimi ve dil devrimine bağlı olarak savunulan değerler tamamıyla olmasa bile anlamını yitirdi, bu bir bakıma Türkçenin de kırılganlığını artırdı. Kavramlar arasındaki ayrımların kesinliğini kurmakta hala çok zorlanıyoruz. Yücel 1990’da, belki o zaman yarım yüzyılı aşan entelektüel çabasının bir kumdan kale gibi çözülüp dağıldığını görmüştü. Bugün Türkiye’nin Nobel ödülü kazanan tek yazarı kötürüm Türkçesiyle Orhan Pamuk. Heyhat!

- Advertisment -