Ana SayfaGÜNÜN YAZILARITarık Buğra’nın büyük eseri: Küçük Ağa

Tarık Buğra’nın büyük eseri: Küçük Ağa

Küçük Ağa’yı okuyan biri en temel kafa karışıklıklarımızdan birinin merkezinde yer alan, din ve dindarlık tam olarak nedir ve dindar adam kime denir sorusunun kesin bir açıklıkla cevaplandırıldığını düşünecektir. Dini nerede aramalıdır, bu ülke için dinin önemi ve değeri nedir soruları bir daha tereddüde yer bırakmayacak şekilde cevaplandırılmıştır adeta. Ama ne gariptir ki bu aynı zamanda bitmeyen bir kafa karışıklığı halinde sıradan insanların bir türlü son bulmayan ‘çelişmesi’dir.

Tarık Buğra’nın Küçük Ağa’sı (İletişim Yayınları) neden büyüktür sorusunu çok farklı şekillerde cevaplandırabiliriz ki onu büyük yapan belki tam da budur. Ya da şöyle de denebilir ki büyük bir eserin neden büyük olduğu, üzerinde uzlaşılabilir bir şey olmamalıdır. Eğer bir kitaba ya da sanat eserine otoritelerce kesin bir büyüklük atfediliyorsa çok büyük ihtimalle zamana karşı yenilecek demektir.

Çünkü, büyüklük esasında elle tutulabilir ve dışarıdan kolaylıkla görülebilir olmayan, gizli bir içkinlik içerir. Her zaman müphem ve muğlak kalacak kısımları vardır. Hissedilen ama tam olarak açıklanamayan, size geçen ama kaynağı bilinmeyen, kesinlikten uzak nedenler gerektirir. O, hemen her zaman kolayca yakalanabilecek ama asla ele geçirilemeyecek bir rüyanın ürünüdür. 

İyi bir eserin, herkese göre farklı şekillerde yorumlanabilecek yanları vardır çünkü kimse için yazılmamıştır. Aynı zamanda, zamansızdır. Farklı zamanlarda farklı anlamlara kapılar açar, kendini sürekli yenileyen canlı bir varlık kazanır. Yalnızca siz ondan beslenmezsiniz o da sizden beslenmekte ve her okuyanla ya da üzerine düşünenle birlikte yeniden hayat bulmakta, var olmaktadır.

Bir diğer önemli kriter ise iyi bir eserin kimsenin ideolojisine hizmet etmiyor -ve de ettirilemiyor!- oluşudur. Diğer bir deyişle, bu tür eserler ‘kullanışlı’ değildirler ve bu nedenle siyasetin mevzi savaşına döndüğü zamanlarda popülerliklerini yitirirler ama ironik olan şu ki en çok böylesi zamanlarda okunmaya ihtiyaç gösterirler. Beşir Ayvazoğlu, Büyük Ağa Tarık Buğra kitabında (Kapı Yayınları) bu duruma dair şöyle der: “Hiçbir ideolojik gruba angaje olmaması ve kafa bağımsızlığını sonuna kadar koruması, başka bir ifadeyle, eserlerinin mevzileri tahkim amacıyla kullanılamaması Tarık Buğra’yı hak ettiği ilgiden mahrum bırakmıştır.” (s.16.).

Neden böyle yazdığını elbette anlamakla birlikte, ben biraz büyük bir eserin hak ettiği ilginin ne olduğuna bu kadar kesin yaklaşmamalıyız diye de düşünüyorum. Bunu bilemiyor olmalıyız. Ne zaman ne şekilde nasıl bir etkide bulunacağını bilemiyor ve dolayısıyla hakkını tayin ya da teslim edemiyor olmalıyız. Biraz anlaşılmaz bulmalıyız. Hatta tam tersine bir şekilde, sayılar çok az okunduğunu söylese de herkesi etkilediği hissine kapılmalıyız. Bu esere hiç kimsenin kayıtsız kalamayacağını, bir gün herkesin mutlaka okumak zorunluluğu duyacağını düşünmeliyiz. Yine de bu satırlar önemlidir çünkü onun ‘kullanışsız’ bir yazar olduğunu gösterir. Ve kullanışsız yazarlar her zaman çok işe yararlar! Ne zaman kafamız karışsa, başımız sıkışsa, yönümüzü bulamadığımızı hissetsek ilk müracaat edilmesi gerekenler arasında yer alırlar. Bizi bilinmeyen bir güçle kendisine çeker bilinmezlikleri azaltırlar.         

Küçük Ağa’yı her zaman biraz böyle görmüşümdür. Ne zaman okuduysam çok başka şeyler düşünmüş, her defasında içimde derin bir hüzünle bitirmişimdir. Çolak Salih’i, Ali Emmi’yi ya da Ağır Ceza Reisi’ni okurken kaynağını bilemediğim bir acıyı üzerimde hissetmişimdir. Burnumun direkleri çokça sızlamıştır. Buradan hareketle, bir sanat eseri nasıl biterse bitsin her zaman hüzünle son bulur desem yeridir. Peki bu eser bize tam olarak ne söylemektedir? Önemi nerededir?  

Bunca şeyden sonra bunun cevabını tam veremiyor olmam gerekir herhalde! Ama kendi açımdan nasıl gördüğümü ve yorumladığımı söylememde bir engel yoktur. Önce konusunu bir cümleyle söylemek gerekirse, bu halkın kurtuluş mücadelesinin cephe gerisindeki trajedisidir denebilir. Mücadelenin küçümsenen adsız kahramanlarına bir saygı duruşu ya da. Tarık Buğra’nın ifadesiyle, her şeyini kaybettikten sonra ümidini de kaybetmek üzere olan ve her şeye rağmen yitirmediği inancını sorgulamak zorunda kalan bir halkın cephede olandan daha şiddetli bir iç mücadelesi yaşadığı tarifsiz kafa karışıklıklarının, fikir ayrılıklarının, iç bunalımlarının ve düştüğü açmazların varoluş destanıdır. İmparatorluktan cumhuriyete geçişinin ölüm kalım savaşıdır.  

Beşir Ayvazoğlu kitabın önemini şöyle anlatır: “Milli Mücadele’nin başlarında bu mücadeleye muhalif olanları suçlamak yanlıştır; çünkü milletin büyük çoğunluğu için vatan sevgisi, devlet şuuru ve din iç içedir. Bu üç kutsallık tek bayrakta birleşir. Ve cihat gerektiğinde bu bayrağı ancak ‘halife-i ruy-i zemin ve şah-ı cihan’ açabilir. Şimdi bir başka bayrak açılmıştır ve kurtuluş ümidi, altı asırlık bir yaşama geleneğinin karşısındadır. Tarık Buğra, ‘Hiçbir milletin tarihi bu kadar trajik bir çelişme göstermemiştir’ der ve şöyle devam eder…” (s.117). Bu kısmı Tarık Buğra’dan alıntılayalım: “Bu çelişmede doğru yolu seçmek bir fazilet işi olmaktan çıkıyor, herkesten beklenmeyecek bir görüş üstünlüğü gerektiriyordu. Buna karşılık yanılanları suçlandıramazdınız; zira menekşe, rengi mor olduğu için ne kadar suçlu ise, bu insanlar da yanılmaları yüzünden o kadar suçlu idiler. Bu kurtuluş ümidi ile altı asırlık gelenek arasındaki büyük çelişme, hatta mağlubiyet ve istiladan da koyu bir trajediye sebep oldu. Bu roman işte bunu iddia etmekte ve bu trajediyi anlatmaktadır.” (Önsöz).    

Buradaki menekşe benzetmesi bana hep sorunlu gelmiş olsa da onu büyük kılan, her dönem yaşadığımız benzer kafa karışıklıkları ve açmazlara, trajik çelişmelere dair sürekli söyleyecek yeni şeyleri olmasıdır. Toplum olarak kafamızın neden sürekli bu kadar karıştığı da ayrı bir inceleme konusudur herhalde. Menekşe kadar çaresiz olmak da ayrı! Burada farklı bir yorumla şu da söylenebilir ki kitap bize dindar insanların da yanılabileceğini göstermiştir.

Küçük Ağa’yı okuyan biri en temel kafa karışıklıklarımızdan birinin merkezinde yer alan, din ve dindarlık tam olarak nedir ve dindar adam kime denir sorusunun kesin bir açıklıkla cevaplandırıldığını düşünecektir. Dini nerede aramalıdır, bu ülke için dinin önemi ve değeri nedir soruları bir daha tereddüde yer bırakmayacak şekilde cevaplandırılmıştır adeta. Ama ne gariptir ki bu aynı zamanda bitmeyen bir kafa karışıklığı halinde sıradan insanların bir türlü son bulmayan ‘çelişmesi’dir. Küçük Ağa, bunun niye böyle olduğunun da romanıdır bana göre. Dinine ve ‘padişah efendimize’ sarsılmaz bir inançla bağlı, Kuvayi Milliye karşıtı İstanbullu Hoca’nın bir zaman sonra Küçük Ağa’ya dönüşerek milli mücadelenin kahramanlarından biri haline gelecek olması aynı zamanda dindarlığın son derece güçlü bir biçimde sorgulanmasıdır.  

Dinin bilmek değil düşünmek, beklemek değil harekete geçmek, itaat değil isyan olduğunu sanatsal bir şekilde anlatmaktadır. Bu eserle, dindarlık kitaplardan çıkmış, hayata karışmıştır. Onun, bilmiş bir şekilde gırtlağını yırtarcasına bağırarak insanlara bir şeyler öğretmek ve ‘doğru yolu göstermek’ değil hayatın acı sahnelerine hüzünlü gözlerle bakan bir sükut ve samimi bir arayış olduğunu göstermeye çalışmıştır. Dindarlık yanılmazlık değil, yanılmamak için sürekli bir mücadeledir.

Kitap, her türlü kötülükle yaftalanan, ihanetle, nifakla, tefrika yaratmakla, din dışı olmakla suçlanan insanların tam tersine, bir memleket insanı ve sessiz kahramanlar olabileceğini göstermek istercesine yazılmıştır. Dışarıdan bakıldığında hiç de dindarmış gibi görünmeyen insanlar gerçek bir inancı görülmemiş bir bağlılıkla yaşatmış ve bir dine inanmakla kendine inanmak arasındaki bağı gözler önüne sermişlerdir. Gerçek dindarlığın sorgusuz bir birleşmede ya da tefrikaya düşmeme gayretinde değil kendi içinde çelişkiye düşmemede ve gerektiğinde bütün bildikleriyle ters düşebilecek bir cesarette yattığını anlatmaktadır.

Kitabın en sevdiğimim kısımlarından biri de dinin, neşeli insanların işi olduğunu söylediği kısımlardır. Din, neşeli insanların işidir ve bu insanlar en zor savaş sahnelerinin içinde bile her fırsatta neşeli olabilmektedir. Neşe, güçtür ve dindarlık daha çok bilmek değil daha güçlü hissetmektir. Ne olursa olsun yıkılmamak, neşesini bir şekilde bulmaktır: “Gülmek ve gülmek için sebepler icat etmek lazımdı…takılmak, şakalaşmak için hiçbir fırsatı kaçırmamalıydı. Fırsat mı yok? Bunu da icat etmek lazımdı. Neşe de dua kadar destekliyordu insanı. Doktor bu cephe insanlarındaki aşırı, hatta zaman zaman taşkınlık haline gelen neşenin üzerinde çok durmuştu. Hayat cephede eşi benzeri olmayan bir grafik çizer, iman ile taşkınlık arasında testere dişleri gibi iner çıkardı. Neden? Bu keskin çelişme sadece görünüşte idi. Yoksa dua ile kahkaha aynı kaynaktan gelmekteydi, neşe imanın koruyucusu, siperi oluyordu. Neşe, normal işleyen aklı, ümitsizliğin zehirli dumanları içinde bozguna uğratacak, ruhu kahredecek çıkmaz durumlara karşı bir Köroğlu isyanı idi.” (s.161).

Okumayanlar için daha fazla sır vermeksizin kitabın son cümleleriyle bitirelim: “Devirler geçecek, hayranlıklar görecek, düşmanlıklar görecek, varlığı da yokluğu da bütün unsurları ile tadacak, fakat mutluluğu sadece bir hatıra olarak tanıyacaktı: Tıpkı bulutlar ardındaki bir güneş gibi hüzün, hüzün, yığın yığın hüzün tüllerinin ardında; hüzün, mutluluğun ikinci adıydı artık.” (s.477).

- Advertisment -