Ana SayfaGÜNÜN YAZILARITürkiye, Avustralya’yı neden veto etti?

Türkiye, Avustralya’yı neden veto etti?

Türkiye’nin COP-31’e aday olduğunu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Bakü’de yaptığı konuşmadan öğrendim. Aynı zirve için iki yıldır uğraşan Avustralya hükümetinin bir pazarlık süreci içinde bazı konferans öncesi faaliyetlerin ülkemizde yapılmasını önerdiğini, ancak bu önerinin reddedildiğini yine yabancı kaynaklardan öğreniyoruz. Neticede Avustralya’nın adaylığı bizim engellememiz nedeniyle Bakü’de onaylanamamış, ülke konferans için gerekli hazırlıklara başlayamaz olmuştur.

Dış politika için olabilirin sanatı denir.  Aslında bu genelde siyaset için söylenebilecek bir şey.  Hedeflerinizi belirlerken onlara nasıl ulaşacağınızı, dünyanın sizden ibaret olmadığını, başkalarının da sizinkilerle her zaman örtüşmeyen hedefleri olabileceğini hesaba katmanın gerekli olduğunu hatırda tutmak her zaman önem taşımaktadır.

Ülkemizin geleneksel dış politikasında sanırım profesyonel diplomatların yönlendirmesiyle iktidarlar bu ilkeyi muhafaza etmesini bildiler. Ülkemizin dış politikada her istediğini elde edemediği, bazen netice alabilmek için uzlaşmaya gittiği çok olmuştur.  Bu nedenle Türk diplomasisi uzun yıllar boyunca takdirle karşılanmıştı.  Gerçi Kıbrıs ve Ege sorunlarında esneklik göstermek ihtilafların iç politikada taşıdıkları ağırlık nedeniyle mümkün olamamış, maksimalist talepler nedeniyle hem sorunların çözülmesi güçleşmiş hem de uluslararası toplumun desteğinin karşı tarafa gitmesi engellenememiştir.

Yine de diplomasimizin uzun bir dönem boyunca sağduyulu ve rasyonel bir şekilde yürütüldüğü söylenebilir. Siyasiler profesyonel diplomatların telkinlerini dinler, her zaman uymasalar dahi büyük falsolara uğranması engellenebiliyordu.

AKP döneminde bu çizginin terk edilmesi kademeli oldu. 2009 yılında NATO’ya yeni bir Genel Sekreter atanacaktı. Tüm üyelerin desteğini alan Danimarka eski Başbakanı Rasmussen’e bir tek Türkiye karşı çıkıyordu. Gerekçe de tüm Müslüman dünyayı haklı olarak ayaklandıran o meşhur karikatür krizinde Başbakan olarak ifade özgürlüğünün arkasına sığınmasıydı.  Türkiye tek başına atamaya karşı çıktı ancak bu itirazını sürdüremedi, Rasmussen o görevi beş yıl boyunca başarılı bir şekilde yürüttü.  Bir çeşit sus payı olarak Türkiye’ye verilen kadro da birkaç yıl sonra başka ülkelere gitti, Türkiye NATO Sekretaryasında üst düzey görevliden mahrum oldu. Oysa geçmişte, Genel Sekreter Birinci Yardımcısı, Konsey İcra Sekreterliği gibi kilit görevlere Türk vatandaşları getirilmiş ve bu görevleri başarıyla yürütmüşlerdi. Anlaşıldığı kadar bugün bu tür görevler için yapılan girişimler hep akim kalmaktadır.

İkinci vahim hata, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine 45 yıl sonra 2008’de büyük bir çoğunlukla iki yıllığına seçildikten ve bu süre bittikten çok kısa bir zaman sonra tüm usul ve geleneklere aykırı bir şekilde 2014 yılında tekrar aday olmaktı. Normal şartlarda geçici üyelere sıra 10-12 yılda gelir. Türkiye ile Yunanistan uzun süre birbirlerinin seçilmesini engellemiş, sonra da vardıkları bir mutabakat neticesinde arka arkaya seçilmeleri mümkün olmuştu.  Ancak bu iktidar için yetmemiş, kimin fikri olduğu belli olmayan şekilde beklemeden tekrar aday olmaya karar verilmişti. Üstelik üyesi bulunduğumuz grubun Konseyde boşalacak iki yere iki aday göstermiş olmasına ve dolayısıyla temiz bir liste (Clean slate) olmasına rağmen Türkiye son dakikada bu temiz listeyi bozmaya kalkmıştı.  Yapılan ilk seçim turunda Yeni Zelanda seçilmiş, üçüncü sırada olmasına ve dolayısıyla seçilmesi mümkün olmadığının anlaşılmasına rağmen İspanya’ya karşı mücadele sürdürülmüş, Türkiye’nin aldığı oy 109’dan 73’e düşmüş, yine tüm gelenekler çiğnenerek ısrar edilmiş, üçüncü turda Türkiye’nin oyları 60’a düşünce İspanya seçilmişti.   Yeni Zelanda gibi küçük bir ülke engelsiz seçilebilirken dünya arenasında çok önemli bir yeri olduğuyla böbürlenen iktidarımız için bu çok büyük bir hezimet teşkil etmişti.  Normal bir şekilde yönetilen bir ülkede bunun hesabı sorulur ve sorumluların istifa etmesi beklenirdi.  Ancak tabii bu olmadığı gibi basının da bu konuya fazla ilgi göstermemesi de sağlandı.

Son dönemlerde bu hezimet dizisine başkaları da eklendi.  İsveç’in NATO üyeliğine ilk önce en yüksek düzeyde destek verilmişken hangi aklı evvelin fikri olduğu meçhul bir şekilde bu desteğe karşılıklar arandığına şahit olduk. İsveç kanunlarına ve hatta kurucu üyesi bulunduğumuz Avrupa Konseyinin tarafı olduğumuz ilgili sözleşmesine tamamen aykırı bir şekilde İsveç’te yerleşik, bir kısmı İsveç vatandaşı olmuş kişilerin ülkemize iadesi istenmiş, bu istek reddedilmiş, bir sene süren baskılar neticesinde veto kaldırılmış, anlaşıldığı kadar tek elde edilen kazanç İsveç’in yıllardır uyguladığı ülkemize silah ihracatındaki ambargoyu kaldırması olmuştur.  Bunun da pratik neticesi olup olmadığını en azından ben duymadım.  İsveç’in kaliteli savaş uçağı Gripen’in satın alınması için bir girişimde bulunulmuşa bundan en azından benim haberim olmadı.  Varılan anlaşmanın bir diğer unsuru da ABD’nin F-16 satış ve modernizasyonuna koyduğu engelin kaldırılmasıydı.  Ancak aradan bir yıldan fazla zaman geçmesine rağmen F16’lardan henüz ses yok.

Ancak oydaşmayla alınan kararları bloke etme teşebbüsleri bununla bitmiyor.  Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) Genel Sekreter görevi geçtiğimiz Eylül ayı başında boşalıyordu. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısından sonra Avrupa’ya barış ve demokrasi getirmekle görevli bu örgütün ne işe yaradığı sorgulanabilir. Üstelik AGİT Sekretaryasının başlıca görevinin seçim denetimi ve bunlar hakkında değerlendirme yapmak olduğu, ülkemizdeki seçimler hakkında da pek mültefit olmayan ifadeler kullandığı gerçeği karşısında bir Türk vatandaşının kişisel yetenekleri ne olursa olsun böyle bir göreve getirilmesinin güçlükleri açık.   Buna rağmen Türkiye bir aday göstermiş, 57 üyeli örgütün 54’ü diğer aday Arnavutluk Dışişleri Bakanını tercih etmelerine rağmen oydaşma kuralının arkasına saklanarak Genel Sekreter seçimini engellemiştir. Neticede AGİT üç aya yaklaşan bir zamandan beri vekaleten yürütülmekte, ancak yukarıda bahsettiğim nedenle işlevini büyük ölçüde kaybetmiş olması nedeniyle kimsenin bu durumdan fazla rahatsız olmadığı görülmektedir. AGİT Bakanlar Konseyi Aralık başında yıllık toplantısını yapacaktır. Dışişleri Bakanının bu toplantıya katılıp katılmayacağını ve oradan ne çıkacağını hep beraber göreceğiz. Ancak bu ihtilaf konusunda da medyanın dikkatinin çekilmemesi de ayrı bir ilginç durum yaratmaktadır.

Oydaşma kuralının kullanılarak karar alınmasının engellendiği ve bu konunun da medyanın dikkatinden uzak tutulduğunun en son örneğini her yıl yapılan İklim Değişikliği dünya konferansının  31’ncisine, yani COP-31’e ev sahipliği yapma konusunda Avustralya ile girişilen mücadele teşkil etmektedir.  18-19 Kasım tarihlerinde Brezilya’nın Rio şehrinde yapılan ve dünyanın en büyük 20 ekonomisinin liderlerini bir araya getiren G20 zirvesine katılan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ev sahibi ülke Cumhurbaşkanı dışında tek ikili görüşme yaptığı liderin Avustralya Başbakanı Albanese olduğu dikkatimi çekmişti.  Kaynak Cumhurbaşkanlığı web sitesi olduğuna göre haber doğruydu.  Putin dışında bükün ülkelerin devlet veya hükümet başkanı düzeyinde katıldığı bu toplantıda sadece bir ikili görüşme yaparak dönülmesini ben şahsen üzücü bulmuştum.

Avustralya Başbakanı ile yapılan görüşmenin konusunun 2026 yılında yapılacak COP-31 ev sahipliği olduğu dış basına yansımış ancak bizim medyada bu konuda tek bir satıra rastlamak mümkün olmamıştır.  Hem bizim birlikte mensup olduğumuz BM’deki bölgesel grubun, hem de Pasifikteki ada devletlerinin desteğini kazanmak için Avustralya’nın iki yıldır uğraştığını ve bunu sağladığını yine dış basından öğreniyoruz.  Üstelik COP-31’e ev sahipliği yaparak Avustralya hükümetinin iklim değişikliği konusunda pek parlak olmayan sicilini düzeltmek ve kendi kamu oyunu büyük üretici ve ihracatçı olduğu kömürden arındırmaya ikna etmek için kullanmayı düşündüğü anlaşılıyor.

Ülkemizin COP-31’e ne zaman aday olduğu en azından benim için meçhul.  Bu konuda herhangi bir açıklamaya rastlamadım. Aday olduğumuzu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Bakü’de yaptığı konuşmadan öğrendim. COP-29’un geçtiğimiz haftalarda  Bakü’deki toplantısında bu amaçla neler yapıldığı da belli değildir. Görüldüğü kadar Türk heyeti 1892 kişi ile bayağı kalabalıkmış.  10.000’lerce yabancı temsilcinin katılacağı bir konferans ola ki bazılarının ağzını sulandırmıştır.  Ancak 2053 yılında net sıfır salınımı olarak açıklanan iktidarın hedefine nasıl ulaşılacağı, en önemlisi ekonominin kömürden nasıl arındırılacağı konusunda inandırıcı bir programının bulunmadığı hem iç hem dış gözlemciler tarafından ifade edilmektedir. Bu durumda ülkemizin COP-31 için uygun bir ev sahibi olmadığı iddiaları dış basında yer almakta, ancak yine içeriye yansımamaktadır.

İki yıldır bu iş için uğraşan Avustralya hükümetinin bir pazarlık süreci içinde bazı konferans öncesi faaliyetlerin ülkemizde yapılmasını önerdiğini, ancak bu önerinin reddedildiğini yine yabancı kaynaklardan öğreniyoruz.  Neticede Avustralya’nın adaylığı bizim engellememiz nedeniyle Bakü’de onaylanamamış, ülke konferans için gerekli hazırlıklara başlayamaz olmuştur.  Oysa COP geleneklerine göre ev sahibi ülkelere bu kadar devasa bir organizasyona gerekli hazırlıkları başlatabilmeleri için iki yıllık bir süre verilmektedir.

Diplomaside profesyonel kadroların karar alma mekanizmalarından çıkarılması, kalanlarının da bir şekilde susturulması maalesef arka arkaya gelen bu hezimetlere yol açmaktadır. Ancak hezimetlerin hep satıh altında kalmasını ve kamuoyundan gizlenmesini sağlamaktaki becerisi herhalde iktidarın başarı hanesine yazılmalıdır.            

- Advertisment -