[28 Ocak 2023] Bu tür tarihsel paralellik ve benzetmeler, bir yönüyle her zaman tehlikelidir. Bütün benzetmeler gibi, hem sübjektiftir (ne aradığınıza, hangi soruları sorduğunuza bağlıdır), hem de asla tam tutmaz. En önemlisi, bugünün süreçleri faraza 70-80 yıl öncenin süreçleriyle aynı şekilde gelişmek zorunda değildir. Geleceği yüzde yüz öngöremeyiz. Hattâ çok büyük ölçüde öngöremeyiz. Gene de, madalyonun diğer yüzünde, başka türlü değerlendiremeyiz tarihten öğrendiklerimizi. Hani şu “tarihin dersleri” meselesi. Hiç olmazsa “doğru soru”ları sormamıza yarar. Biraz daha iskonto edeyim. Yerinde ve yararlı bazı sorular sormamıza yarar.
Bir süredir, Putin ve Rusya ile Hitler ve Nazi Almanyası arasındaki benzerlikleri sayıp döküyorum. (a) Her iki örnekte, Tek Adam rejimleri söz konusu. Tabii bazı farklarla. Putin’in, Nazizm gibi sistematik bir ideolojisi ve ideoloji-güdümlülüğü yok. Hitler gibi hapiste oturup Mein Kampf (Kavgam) benzeri bir kitap yazmamış. “Irk bilimi” veya “bilimsel ırkçılık” diye safsatalara bağlı ve bağımlı değil. Bunlara sımsıkı sarılan bir parti de kurmamış. Dolayısıyla ülke içindeki zulmü de çok daha düşük düzeyde (toplama kampları ya da Nihâî Çözüm’ü yok, örneğin). Günümüzün oportünist ve pragmatik diktatör tiplerinden. (b) Bütün bunlarla birlikte, Hitler’in aşırı milliyetçiliğine, liberalizm ve demokrasi (veya kestirmeden Batı) düşmanlığına, 19. yüzyıldan devraldığı Pan-Cermanizmine ve Üçüncü Alman İmparatorluğu (Drittes Reich) ya da Bin Yıllık İmparatorluk hayaline karşılık, Putin’in de aşırı milliyetçiliği, Batı düşmanlığı, 19. yüzyıldan devraldığı Pan-Slavizmi ve kâh Çarlıkla, kâh Stalin’le örtüşen (ilginçtir; ikisine de lâf söylettirmeyen) bir Büyük Rusya tahayyülü söz konusu. (c) Benzer doğrultularda, 1930’larda Hitler ilkin “birleşme” (Anschluss) adı altında Avusturya’yı ilhak etmiş. Sonra, Chamberlain ve Daladier’nin Munich Konferansı’ndaki “yatıştırmacı” teslimiyeti sayesinde, Çekoslovakya’yı yutmuş. Sıra Polonya’ya geldiğinde, İngiltere ve Fransa yok artık demiş ve İkinci Dünya Savaşı patlak vermiş. Günümüzde ise Putin, ilk adımda Ukrayna’nın üzerine çullanmış. Fakat beklemediği bir dirençle karşılaşmış. Ayrıca Batı da eski “yatıştırmacı”lığını (appeasement) hiç tekrarlamamış. Ukrayna’nın yardımına koşmuş. Hemen ne isterlerse vermiş, veriyor. Onun için Putin batağa saplanıp kalmış. Başta işgal ettiği toprakların bir bölümünü yitirmiş. Artık ilerleyemiyor. Şimdilik bir stratejik pat durumu söz konusu.
Peki, bu ne kadar sürer? Buradan nasıl çıkılır? Ve çıkıldığında, Rusya’nın yenilgisiyle çıkılırsa, ki muhtemelen öyle olacak, Türkiye’nin dış politikası nasıl bir değişime uğrayacak? Dünkü yazımı (“Provokasyon,” 27 Ocak 2023) bitirip yollarken geldi aklıma. Bu açıdan da bazı benzerlikler kurabiliyoruz. Tabii kısmî benzerlikler bunlar. Öyle de olsa, ilginç ve anlamlı. Türkiye o zaman tarafsız ama taraflı (gibi), bugün ise taraflı ama tarafsız (gibi). Atatürk’ün dış politika tavrı daha açık. Batı yanlısı ve Hitler ile Mussolini’ye bunlar çılgın diye bakıyor. 1938’de öldükten ve İnönü cumhurbaşkanı olduktan, hele 1939’da savaş başladıktan sonra ise resmî çizgi görece Alman taraftarı bir tarafsızlığa kayıyor. Almanya’ya vagonlar ve trenler dolusu krom ihracatı, ekonomik ilişkilerin önemli bir boyutu. Buna, kamusal alandaki bazı eğilimler eşlik ediyor. Alman “beşinci kol”u çok aktif. Yunus Nadi ve Cumhuriyet gazetesi, Birinci Dünya Savaşına atıfla, “geleneksel Türk-Alman silâh arkadaşlığı”nın davulunu çalıyor. 1919-1920 yıllarının Paris Barış Konferansı’nda mağluplara (Versailles, St Germain, Trianon, Neuilly ve Sèvres antlaşmalarıyla) dikte edilen çok ağır koşullar, Avrupa diplomasisinde “revizyonistler” ile “anti-revizyonistler” (veya statükocular) diye iki kamp yaratıyor. Mağluplar arasında Türkiye, fiilen “revizyonist” denebilecek bir konumda. Fakat 1919-1922’de Millî Mücadele’nin zafere ulaşmasından itibaren, 1920’ler ve 30’larda hep statükocu, anti-revizyonist saflarda yer alıyor. Bununla birlikte kamuoyunda Hitler hakkında “biz Sèvres boyunduruğunu kırmışken, o da Versailles boyunduruğunu kırmak istiyor” propagandası çok yaygın. Orduda da Alman hayranlığı güçlü. Yüksek rütbeli generaller sürekli Alman askerî manevralarına dâvet ediliyor ve son âna kadar da katılıyor. Nazilerin Sovyetleri yıkıp “esir Türkleri” kurtarmasını isteyen Turancılar da umutlarını Wehrmacht’a bağlıyor.
Derken 1942 yazı ve 1942-1943 kışı çıkageliyor. Pasifik’te, Midway deniz muharebesinde Amerikan donanması dört uçak gemisini de batırdığı Japon filosunun belini kırıyor (4-7 Haziran 1942). Kuzey Afrika’da, İkinci El Alamein muharebesinde İngilizler Rommel’in Afrika Korps’unu (kolordusunu) tâyin edici bir yenilgiye uğratıp Çöl Savaşı’nda taarruz insiyatifini ele geçiriyor (23 Ekim – 11 Kasım 1942). Nihayet, beş aydan fazla süren (yukarıda kentsel yıkıntılarını gördüğünüz) Stalingrad muharebesinde, Sovyetler Alman Altıncı Ordusunu önce durduruyor, sonra kuşatıyor ve tamamen imha ediyor (23 Ağustos 1942 – 2 Şubat 1943). Bu üç olay ve en fazla da (iki milyonu geçen toplam kayıplarıyla) Stalingrad, savaşın dönüm noktası anlamına geliyor. Bundan böyle Mihver inişte, Müttefikler yükselişte. Sovyet ordularının 1943-1944 yıllarındaki ilerleyişi, özellikle de Almanların Merkez Orduları Grubu’nu yeryüzünden silen 22 Haziran – 19 Ağustos 1942 Bagration Harekâtı karşısında, Naziler Ağustos 1944’te Balkanlardan tamamen çekilince, Türkiye için artık hiçbir tehdit kalmıyor. Dış politikada, Stalingrad’la başlayan Mihverden Müttefiklere kayma süreci giderek hız kazanıyor. İç politikada ve kamuoyunda baş gösteren paralel değişim ve yeniden mevzilenmeler, Mayıs 1944’ten itibaren Irkçılar-Turancılar Dâvâsı’na dahi yansıyor. Gerçi sonuçta, ağır ceza anlamında pek bir şey çıkmıyor bu dâvâdan. Çünkü Türk milliyetçiliğinin ideolojik iç örtüşmeleri çok güçlü. Türkçülük ve Turancılık arasında, ya da İttihatçı milliyetçiliği, Kemalist milliyetçilik ve meselâ bugünkü MHP milliyetçiliği arasında aşılmaz duvarlar yok. Gene de, Atatürkçülerin kendilerini zamanın Bozkurtlarından ayırma, Cumhuriyetin sağ kanadıyla arasına çizgi çekme, Nihal Atsızlara bu konuda ihtar verme, onlar üzerinden Müttefiklere de olumlu liberal sinyaller gönderme çabalarında, görece ileri bir noktayı yansıtıyor.
Fakat ne gariptir ki bugün, Türkiye gene ikircikli bir konumda. Tabii koşullar biraz değişik; taraflar tersyüz olmuş; saldırganlık açısından, İkinci Dünya Savaşı’ndaki Nazilerin yerini, Üçüncü Dünya Savaşı’na gidebilecek veya gitmeyebilecek bir mecrada, (gerçi o kadar gücü yoksa da) Putin’in Rusyası almış bulunuyor. Türkiye’nin tavrı da eh, biraz daha net. Son tahlilde, NATO’da ve Batı ittifakı içinde yer alıyor; Rusya’nın saldırısını da, Putin’in dört doğu bölgesini “ilhak” ilânını da haksız, yanlış ve kabul edilemez buluyor. Bunlar iyi şeyler. Fakat bir, yaptırımlara katılmıyor. İki, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağzından yer yer Batıyı eleştiriyor; (mealen) “Rusya’yı küçümsediniz, görün bakalım” ya da “Ukrayna’ya hurda silâhlarını veriyorlar” gibi demeçler vermesine yansıyor. Gerçi ikisi de yanlış, ama anlaşılan iktidar bunu hem söylemsel bir denge kurmak, hem de kendi dengeci, mesafeli pozisyonunu haklı göstermek açısından yararlı buluyor. Benzer şekilde, üç, imkânsız olduğunu, pratikte hiçbir yere varmayacağını bile bile soyut barış çağrıları yapar ve esas adımı kimin (Rusya’nın), nasıl (saldırısını durdurmak suretiyle) atması gerektiğini zerrece belirtmezken, (mealen) “biz arabulucuyuz” mesajı üzerinden, hemen sadece bir uluslararası önem ve diplomatik saygıdeğerlik imajının altını çizmeyi amaçlıyor. Çünkü dört, bütün Batılı yorumcuların gördüğü, Serbestiyet’teki çeşitli yazı ve çevirilerde de anlatıldığı gibi, Türkiye ekonomisi daha da ağır bir krize yuvarlanmıyorsa bu, çok büyük ölçüde, bu taraflı-tarafsızlık sayesinde Rusya’dan özel koşullarla temin edilen bol döviz girişleri artı ucuz kömür, ucuz petrol ve ucuz doğalgaz sayesinde oluyor.
Peki, Ukrayna kazanırsa ne olacak? Geçtim; Ukrayna bu kış ve ilkbaharda adım adım ağır basmaya başlarsa ne olacak? Dünkü yazımda sözünü ettiğim, yeni Challenger, M1 Abrams ve Leopard 2 tankları ile bunlara eşlik edeceği belirtilen ağır toplar ve yüzlerce zırhlı kariyer sayesinde, Rusya’nın ilkbaharda girişmesi muhtemel taarruz püskürtülür ve/ya Ukrayna bu yeni olanakları 3-10 kilometrelik dar bir cephede yoğunlaştırıp kaşı-taarruza geçerek Rus hatlarını, mayın tarlalarını, tank tuzaklarını yarmayı başarırsa ne olacak?
Ukrayna’nın Stalingrad’ı gelip çatarsa, Türkiye ne yapacak? Bir zamanların Alman “beşinci kol”unun, Turancı Nihal Atsızların bugünkü muadilleri diyebileceğimiz Avrasyacılar ne yapacak? Ne olacak?