“Örgütlü suç” polisiye romanda çığır açan bir gelişme. Dedektif hikâyelerine taze kan! Önceki yazımda (Zekâsıyla döven çıtı pıtı dedektifler) değindiğim Aldatma Kraliçesi Agatha Christie’yle “Altın Çağı”na ulaşan dedektif romanı da 1930’lara doğru suçun, cinayetin de değişmesiyle kabını zorluyor. Mafyası, çetesi, gangsteriyle “salon dedektif romanı”nın ipini geriyor usulca.
Dönemin marka dedektif romanlarında bir “malikâne”ye ferah ferah yayılan polisiye bulmacalar, gizemli cinayetler suç sokağa dökülünce sadece mekâna değil Hercule Poirot gibi çıtı pıtı dedektiflerin kalıbına da sığmıyor. “O suç uzun boylu, ben kısa kaldım” meselesi.
Dört duvar polisiyeyi “Yerim dar, oynayamam” diye kıvranan yaşı geçkin gelinin akıbetinin beklediğini söylemek mümkün. Ama Poirot-Miss Marple düetiyle Prima Donna’nın sahnedeki yeri güçlü markasıyla sağlam.
Hayat kabaysa dil kibar olmaz
Gündelik hayatı yakından etkileyen yeni suçlar, mafya, çete bağlantılarıyla ortaya çıkan yeni normallerle birlikte, “görev-misyon cinayetleri” de manşetlerde. 14 Şubat 1929’da Yaralı Yüz Al Capone’un talimatıyla Chicago’daki bir garajda Bugs(y) Moran çetesinin yedi üyesinin öldürüldüğü “St. Valentines Day Katliamı” sadece basına değil nice filme mevzu oluyor. (Fotoğraf: Katliamın ardından cesetleri kaldırarak görevini ifa eden polis ve Al Capone)
Örgütlü suçun, mafyanın, gangsterin, “tetikçi”nin misyonu öyleyse, özel-resmi-amatör dedektifin de kalıbı mukabeleye uygun olmalı. Dedektifler yani erkekler üçgen, Sherlock Holmes’un, Poirot’nun hayatında asla yeri olmayan “fettan kadınlar” 90-60-90 vücuda kavuşuyor yavaş yavaş.
Asrî dedektif varlıklı, aristokrat, saygın, düzene saygılı, izole, diliyle de kibar, kadınlara ezelden mesafeli olmak zorunda değil artık. Hayat kabaysa, dedektif, “polis müfettişi” filan da o dilden anlamalı. Bu değişim polisiyenin dilini, jargonunu da değiştiriyor, kendine has argosunu henüz adı-sanı pek anılmayan “kara roman”da da tedavüle çıkarıyor.
Morga “kovboy barı” kapısı
Değişen suça karşı “iyi dedektif”ler değil yeri geldiğinde karşısındaki “kötü adam”ların özellikleriyle de mücehhez dişe diş, kana kan kahramanlar, “vurdu mu oturtan” sert dedektifler gerekli. Düzene, kurallara, hayata, hatta o düzenin yasalarına, polisine karşı da serseri, külhan, alaycı olmalı biraz. Elini ayağını tutan “formalite”lere, lisanınca “Geç bunları…” diye homurdanarak boş vermeli.
Yazar da hak, adalet, hukuk, güvenlik, iş dünyası, siyaset gibi kavramları, o alandaki değişmeleri, “örgütlü yozlaşma”yı artık hesaba katmak zorunda. Her türden “iktidar”, hâkim, komiser, başrahip, baştabip, güçlü iş insanı, itibarlı politikacı bile cinayet örgüsünün ilmiğinde, hatta bazen ana düğümünde.
Yeni suçlar edebiyatın da ufkunu açıyor, suya sabuna dokunmadan “tanımlanmış” dünyasını genişletiyor. Böylece geleneksel polisiyedeki “iyi ve kötü” betimlemelerinin sınır taşları olan tabular da aşınmaya başlıyor. Yaşanan sosyo-ekonomik kaosta kimse masum ya da dokunulmaz değil. Morgun da, Acil’in de girişi, “kovboy barı” kapısı gibi.
Bulmaca kurgusu fazla temiz
Bulmaca meraklısı polisiye-dedektif kurgusu, 1930’ları gören okur için fazla temiz. Polisiyenin paletinde “beyaz” ya da “uçuk gri” tonlara yer ayırmak artık zor. Hayat kapkara, hayatını anlatsan kara roman… Okur romanda sadece itinayla ayıklanmış, temize çekilmiş “salon suçları”nı değil kapısını yumruklayan, burnunun ucundaki gerçek suçu da görmek istiyor. Bu değişimler geleneksel polisiyenin, hafiye romanının karşısında yavaş yavaş “kara roman”ı filizlendiriyor. Krizin, kaosun bağrından doğan geceyarısı edebiyatını…
Özellikle Amerika’da “Büyük Buhran”la tetiklenen, toplumu sar(s)an suçun boyutları büyük. İstatistiklere göre 1930’lara gelirken ABD’de bir yılda işlenen cinayet sayısı 15 bin. Sadece Chicago’da bin 300 çete var. Darp istatistiği tutmak mümkün de değil, ilginç de… Bir asır sonra, misal bugün bizde “mafya tarzı” adam dövmenin, “ayağa sıkma”nın vakayı adîyeden cürmünü (cürümcük) düşününce, bana da pek ilginç gelmiyor doğrusu.
Suçun değişmesi, öncü yazar tablosunu da sarsan bir gelişme. İngiliz yazarların süper dedektifleri çok satan polisiyeler arasında yerini korurken, tabloya gerçek hayatın sert çizgilerini Amerikalı Dashiell Hammett, Raymond Chandler gibi “kara” yazarlar çekiyor. İkisi de ABD’de İngiliz menşeli “Amerikan” polisiyesine açılan “milli cephe”nin öncüleri…
Kara Maske ve polisin rüşvet bordrosu
Aslında kökeninde 1920’de çizgi roman olarak yayınlanan Kara Maske Dergisi (Black Mask) var. Özel hafiyeleriyle kan, intikam, cesaret, seks, tekmili birden bu “ucuz (pulp) dergi”de… Kahramanlarının polis değil özel dedektif olması, halkın Emniyet’e güvenmemesiyle de yakından ilişkili. Onlar daha çok geniş yelpazeli gangster “cast”ına, yancılığa uygun.
Ernest Mandell “Hoş Cinayet” kitabında 1924’te New York polis şefi Joseph A. Warren’ın haftada 20 bin dolar rüşvet aldığını kayda geçiriyor. Halefi Grover A. Whalen ise 1926’da yaptığı zamla tarifeyi 50 bin dolara çıkarıyor. Rüşvet bordrosu sokaktaki polise kadar belirlenmiş. Politikacılar da çarkın ana dişlilerinden…
Hammett ve Chandler’ı da okurla Kara Maske Dergisi tanıştırıyor. Başlangıçta “Beş dergi bir arada”… Dedektif, gizem, macera, dehşetengiz gerilim, şehvetengiz aşk hikâyeleri filan aynı sepette. 1930’larda sadece “dedektif dergisi”ne dönüşüyor. Argo kılıklı küfür ve polisiyeye bolca serpilmiş espri gırla. Kara romana -henüz işporta da olsa- kara mizah bir bakıma…
Grev kırıcılığından sol aktivistliğe
Mandell bu türün 1930’lardaki tipik, “sert gerçekçi” örneklerini, Hammett ve Chandler’a eserlerini Fransızca yazan Belçikalı Georges Simenon’u da ekleyerek başlatıyor. Hammett’ın da, Simenon’un da dedektiflerini/müfettişlerini 1929’da yayınladıkları romanlarla okuruna tanıtmaları tesadüf sayılmaz. İkisinin de gençliği gazetelerde “suç haberleri” yazarlığına uğruyor.
Hammett ve Chandler’ın biyografilerinin dedektif bürolarından geçmesi de ayrı bir benzerlik. Pinkerton Dedektiflik Bürosu’nda da bir süre çalışan Hammett’in görev alanı dedektiflikten çok o dönemde “grev kırıcılığı” ve sol örgütlerle mücadeleyle sınırlı. Büronun genç çakallarından…
Oradan ayrılıp özel bir dedektif bürosuna geçmesi, gazetelerde yazarlık yapması, solcu edebiyat çevreleriyle tanışıp içli dışlı olması, komünist yazar Lilian Hellman’la ömür boyu süren birlikteliği, 1937’de Komünist Parti’ye katılması hayatındaki en önemli, en keskin dönüm noktası. Öyle ki Hammet hapse girmeyi göze alarak McCarthy Komisyonu’nda tanıklık yapmayı tereddütsüz reddediyor.
Türk Sokağı’ndaki evde neler oluyor
Yeni hayatıyla dedektif romanlarında suçu malikânelerden, varlıklı, kibar muhitlerden, suçun kol gezdiği çamurlu sokaklara, izbe barlara, batakhanelere, uyuşturucu dünyasına çıkarıyor. Bu arada Hammett’ın 1924’de yazdığı, mafyayla siyasetçilerin kol kola dolaştığı “Türk Sokağı’ndaki Ev”le karşılaşınca, aklımdan “Yahu biz de mi oradaydık” düşüncesinin geçtiğini söylemeliyim. “Türkiyeli polisiye”ye daha sonra değineceğim ama bence Kızılderililerden öte ABD’nin yeraltı dünyasına soy katkımız da araştırılmalı.
Yaka paça toplumsal gelişmelerle Sherlock Holmes yahut Poirot gibi dedektifliği neredeyse güzel sanatların bir dalı gibi icra eden profillerin ütüsü bozuluyor. Hammett’ın karanlık sokaklarda koşturan, sinekkaydı tıraşa boş veren dedektifleri de yozlaşmış, kirli, neredeyse katiller kadar suça yatkın, zorba, duygusallıktan, nezaketten uzak. Romanlarındaki dil de seleflerinin “monami, moncheri”lerinden filan ayıklanmış, süslemede yaşayan argoya yönelmiş bir anlatım.
Öteki hukukun sevmediği icat
Simenon’un Fransız kahramanı Müfettiş Jules Maigret ise daha farklı. Öncelikle “kara roman”da suça karşı özel dedektifi değil normal/düz polisi çıkarıyor. Bu sadece “karakter” açısından değil kurumsal olarak da önemli bir değişim. Zira örgütlü suçla mücadelede artık tek tabanca “sivil” dedektif değil arkasına -günahı sevabıyla- bir emniyet örgütünü, ordusunu alan “resmi” müfettiş sahnede.
Bu imkân aynı zamanda “cinayet tahkikatı”na henüz uzmanlıktan sayılmasa da polis yöntemlerinin, işlemlerinin, lojistik gücünün girmesini, polisiyeye, o gizeme katılmasını sağlıyor. İmkânları arasında “bakla oda nohut sofa” da olsa Parmak İzi Laboratuarı, New York’ta oluşturulan Adli Balistik Bürosu filan var mesela.
İcat edilen ilk özel “balistik mikroskobu”nun 1929’da “St. Valentines Day Katliamı”nda kullanılması manalı bir gösteri. Katliamı Al Capone’un adamlarının gerçekleştirdiği korosuna, sokaktaki kundura cilalayan çocuklar bile ritim tutsa da artık “delil yetersizliği” diye bir icat çıkarmışlar maalesef. Aslında gereksiz, biz öteki hukukta kullanmıyoruz mesela. Yetersizse ayarlarsın bir şeyler.
Yeni çalışma alanları bir yandan da zengin, varlıklı, bir işte çalışması gerekmeyen dedektif çağının kapanmasının da habercisi… Özel dedektif salaş bürosunun sağladığı “mevsimlik” gelirle geçinmek, Müfettiş Maigret aldığı mütevazı maaşa talim etmek zorunda.
Kendini kahramanında temize çekmek
Klasik örneklerinde kadınlara mesafeli, aseksüel bir duruş sergileyen yahut vur patlasın polisiyelerde bir çiçekten çiçekçiye konan dedektif tiplemesi de Maigret’yle değişiyor. Garibim evli bir kere… Mesaisi dışında karısının dizinin dibinde, onun yaptığı leziz yemeklerin, bilhassa tarhunlu tavuğun rutin, gaz yapmayan keyfinde.
Sanki yazarı/yaratıcısı “çapkınım, hovardayım, 24 ayardayım” Simenon’un günah çıkarmış, iki kâse ununu elemiş eleğini asmış hâli… Simenon Maigret’yle zıt bir karakter; oturup rakı içseler muhtemelen ikisi de sıkılır. Simenon’un papaz olma arzusu 13 yaşında, kendi deyimiyle cinselliği ilk kez tadışıyla sıfırlanıyor: “Gördüm ki suç ve günah hakkında bütün söylenenler saçmaymış… Hiç de günah değilmiş”.
Simenon’un aldığı şatoya da sığmayan mezhep genişliği belki de oralardan geliyor. Alkol 7/24 başucunda, tütün tiryakisi. 17 yaşında yazdığı ilk romanıyla bohem hayatın göbeğinde. Onu izleyen yüzlerce kitabıyla servet sahibi… Bencil, “Kapıldım gidiyorum” misali bir fırtınanın içinde 86 yaşına kadar yaşıyor.
Kızının Simenon’a işlettiği cinayet
Biraz yaşlandığında hayatı boyunca sekiz bini hayat kadını olmak üzere 10 bin kadınla birlikte olduğunu övünerek iddia ediyor. Sonradan bazı kaynaklarda bu sayı pazarlıkla bin 200… “Nasıl saymış” demeyin; pusuda bekleyen “skor ihtirası” en umulmadık insana bile tek tek saydırıyor, muhasebesini tutturuyor.
Dünyada asla ulaşamayacağı milyonlarca kadının olduğunu bilmekten acı çektiğini söyleyen Simenon’un evliliği de -tahmin edileceği gibi- kahramanı Maigret’nin akvaryum evliliğinin tam tersi. İkinci evliliğini sekreteriyken hamile kalan kendinden 17 yaş küçük Denyse’le yapıyor. Şiddetli kavgalarla sürüp giden “feci evliliği”, alkolizmin batağındaki Simenon’u da, eşini de psikiyatri kliniklerine taşıyor.
O hayat tek kızı Marie’yi de, onun ruh sağlığını da derinden etkiliyor. Babasına düşkün olduğu belirtilen Marie’nin 25 yaşında intiharının Simenon’a etkisi de her açıdan ağır. Kimbilir… Belki Marie’nin kendini tabancayla vurması bile -yazarın uzmanlık alanına nazire- babasına işlettiği bir cinayet.
Toplumsal sahne kurma mahareti
Simenon’un Maigret’in kahramanı olduğu 75 roman, 18 hikâyede imzası var. Romanı, hikâyesiyle, takma adla yazdıkları hesaba katıldığında 400’ü aşkın külliyatıyla en üretken, seri yazarlardan birisi. Kitaplarının satışı 550 milyonun üzerinde. Günde 60-80 sayfa yazdığı, birçok kitabını 10 günde bitirdiği rivayetten ibaret midir… Doğrusunu isterseniz derinlemesine araştırmaya üşendim.
Psikolojik, sosyolojik çözümlemelerin kıyısında dolaşan Simenon’un göz alan maharetleri arasında insanı, yaşadığı dünyayı hakkını vererek betimleme, “toplumsal sahne kurma” yoluyla duygu uyandırma var. Gezginliğiyle de ünlü yazarın “sahne”leri ise dünyanın ülkesi… Dört-beş yılını teknesiyle dolaşarak, yazarak geçiriyor.
Kahramanı Maigret’nin soruşturmayı ilgili insanların hayatına, mahremine, karakterine girerek, onlardan biri gibi yürütmesi içselleştirme de sağlıyor. İpuçları, delilleri de seleflerinden Agatha Christie gibi kitaplarının başında listelenmiş, dondurulmuş değil canlı… Yazdıklarını elinden geldiğince “toplum”a hissettiriyor, yaşatıyor.
Şişko Lola’nın davetkâr tebessümü
Simenon’un bizzat yaşadığı başarılı, yaşatan tasvirlerinden İstanbul da nasibini alıyor. Büyükada’da sürgündeki Troçki ile röportaj yapmak için 1933’de İstanbul’a geliyor, sonra Ankara’ya da uğruyor. Gelmişken başka uzmanlık alanlarına, gece hayatına, “arka sokaklar”a da dalıyor elbette.
Ankara ve İstanbul’daki “dans”lı-dansözlü gece kulüpleri, Eminönü’ndeki içkili restoran kılıklı Avrenos meyhanesi, ziyaretinden iki yıl sonra yayınlanan “Les Clients d’Avrenos” romanının ana “sahne”lerinden… Türkçe’ye “Eminönü’nde Avrenos Meyhanesi” adıyla çevriliyor.
Tasvirleri öyle canlı ki, kapanmasa anlattığı mekânları tek tek bulursun ama içeri girmeye biraz çekinirsin. Sonra “pembe ipekliden rüküş elbisesi, iri incik boncuklarıyla şişko Lola” seni yüzünden eksik etmediği davetkâr tebessümüyle elinden tutup bara oturtur, ortalık biraz kalabalıklaşınca “kulübün tavanarasındaki odalardan kızlar teker teker inmeye” başlar.
“Nüfusun yüzde 90’ köledir…”
Romanlarının, hikâyelerinin dokusu, bir anlamda geleneksel dedektif mirasından “kaçış/başkaldırış edebiyatı”. Onun romanında işlenen bir suç, bir cinayet o salonu, “malikâne”yi değil tüm hayatı, hepimizin hayatını dağıtıyor. Adresi uzak görünse de lokal, Müfettiş Maigret kurgu olsa da yabancı değil. Polisiye romandaki ayrıcalıklı yeri yıllar geçse bile övgüye değer.
Gözlemi ve insanları tanımayı öncelikle “çok seyahat”a bağlayan Simenon’un hayatı uğradığı birçok ülkenin yanında Fransa ve 20 yıl boyunca yerleştiği Amerika’da geçiyor. Onun sokaklarında “karlar eriyince ortaya çıkan çamur, pislik”, hemen her yerden gelen “yoksulluğun kokusu” da var.
Sadece suçun değil suçlunun profili de artık farklı. Simenon’un terazisinde bazen “katil”, “kurban”dan daha az suçlu. Kendi deyişiyle “kaçmasa kendisinin de işleyebileceği suçlar”. “Yazmasaydım psikopat olurdum” diyen de o.
1976’da Die Zeit’la yaptığı röportajda sokaktaki insanları sert tanımlıyor: “Nüfusun yüzde doksanı köledir. Yüksek ve en üst kademelerde istihdam edilenler bile… Çok küçük bir azınlık tarafından sömürüldüklerinin farkında bile değildirler. Politikacılarımız bile, bilerek ya da bilmeyerek, herşeye ve herkese egemen olan birkaç şirketin kuklalarıdır”.
“Edebiyat ille de edebî olmamalı”
Mandell’a göre Hammett-Chandler-Simenon ekolünün sert, gerçekçi dedektif romanları aynı zamanda salon polisiyesi ile dünya çapında macera romanı arasında bir geçiş. Mike Hammer ise bir yanda Holmes’le Poirot, diğer yanda James Bond’la bir köprü”. Ki Bond’un yaratıcısı Ian Fleming sıkı bir Simenon hayranı.
Fleming onunla ilk kez 30 odalı şatosunda görüşüyor. İki yazar “Bir yazarın çok titiz bir gözlemci olması gerektiği ama edebiyatın ille de ‘edebî’ olması gerekmediği” düşüncesinde buluşuyor: “Bu edebî ustalığı reddetmek anlamına gelmez, gösterişçi, abartılı bir stilden uzak durmalıyız.”
Hakkı teslim edilecek bu serbestliğin yan etkileri, daha doğrusu yanlış tercümesi “ucuz roman”ın piyasayı sarmasını da özendiriyor olmalı. Yeri-zamanı gelince yiğidim Hammer’ın elini kim tutar… Hammer’a, onun ülkemizde ceketini omzuna alan, milli hasletlerimize/hasretlerimize uyarlanarak “Türkilyelileştirilen” çevirilerine, çakmalarına, bizim “Mayk”a gelecek pazar değinmeye çalışacağım.
YAZI FOTOĞRAFI: Dashiell Hammett ve “yakası açık yeni dedektif” tiplemesi.